14 Nisan 2024 Pazar

 

EY GİDİ KARADENİZ….

BETONLAŞAN AYDER

ARAPLAŞAN UZUNGÖL

 








Nevin BİLGİN

Otobüs şoförü her frene bastığında sağa ve sola devrilmiş kafalar irkilip uyanıyordu. Akşam 21.00’de Ankara’dan çıkışla başlayan yolculuk Kırıkkale, Çorum, Amasya ve Samsun’a varışa kadar uzanmıştı. Hafif sersemlikle birlikte gün ağarmasına şahitlik ediyorduk.

İnsana aralarında hiç mesafe yokmuş gibi yan yana dizilmiş hissi veren Ordu, Giresun ve Trabzon’a uzanan yol boyunca deniz hep solda kalırken, denize meydan okurcasına uzunca yapılmış beton duvarların ardındaki heybetli ve yüksek binalar sağ tarafta uzanıyordu. Giresun’dan geçerken yol boyunca evler kuş yuvası gibi kayalıklarda ve denize bakıyordu hep. Bir yan deniz, diğer yanda yeşil fındık ağaçları. Toprak yeşilden adeta görünmüyordu.

Düz alan yokluğu, topraksızlık şehirleri el ele tutuşmuş gibi yan yana sıralamıştı adeta. Kayalıklardaki evlere bakınca ürperiyordu insan.

Üzerinde ilerlediğimiz Karadeniz Sahil Yolu, büyük ölçüde denizin doldurulmasıyla yapılmıştı. Denizin kimi yerde bir kilometreye kadar doldurulduğu alanların üzerinde kimi zaman kamu binası, kimi zaman stadyum, okul, üniversite ve havaalanları yapıldığı dikkatli bakıldığında anlaşılıyordu. İş makinaları çoğu şehirde bir yandan denizi doldurmaya devam ediyor, çalışmayı sürdürüyordu. Ve sonra, Ordu, Rize ve Artvin Havaalanlarının da denizden dolgu ile yapıldığı geliyordu insanın aklına. Ticari nakliyatın bu yol üzerinden yapıldığı yol boyunca eşlik eden tırlardan anlaşılıyordu. Batum, Rusya, Azerbaycan ve diğer ülkelere doğru giden ve oralardan gelen sıralarca tır.





Ve nihayet 1461’e kadar 200’ü aşkın sene yaşayan Trabzon Rum İmparatorluğu’nun başkentliğini yapmış Trabzon’a ulaşıyoruz.

TRABZON AYASOFYA’DA YÜZLER OYULMUŞ

Hava nemli ve güneşli. Yine bir yamacı çıkarak Trabzon Ayasofya Camii’ne gidiyoruz. Caminin meydanında bizi, geçimini gelen turdaki insanlarla fotoğraf çektiren ve onların verdikleri paralarla geçimini sağlayan Engelli Ali karşılıyor.




Ayasofya’ya gittiğimizde rehberimiz Yeşim Sakgün’ün, “İstanbul'un Latinler tarafından işgal edilmesinden sonra kaçan ve Trabzon'da 1204 yılında Trabzon İmparatorluğu'nu kuran Komnenos Hanedanı'ndan İmparator I. Manuil (1238-1263) tarafından 1250-1260 yılları arasında yaptırılan ve bir manastır kilisesi olan Ayasofya adı "Kutsal Bilgelik" anlamına gelir” sözlerini duyuyoruz. Yine binanın Güney cephesindeki Âdem ile Havva’nın yaratılışı, cennette yaşayışlarını, yasak elma, kovuluş, Kabil’in Habil’i öldürmesi olaylarının kabartmalarla işlendiği duvar hakkında bilgi alıyoruz. Trabzon İmparatorluğu krallarından 1. Manuel Komnenos zamanında (1238-1263) inşa edilmiş, Ayasofya Cami 28 Haziran 2013 Cuma günü vakit namazının kılınmasıyla, 52 yıl sonra yeniden Müslümanların ibadetine açılmış.  Ayasofya'nın süslemelerinin önemli bölümünü meydana getiren fresklerde İncil'den alınmış konular canlandırılmış. Ancak resimlerin yüzlerinin oyulduğunu, duvarlara isimler yazıldığını, İsa’nın gözlerinin oyulduğunu, Hz. Meryem’in altının çalınmış olduğunu görüyoruz.

Geçmişte duvarlarının denizin dalgalarla yaladığı Ayasofya’nın duvarından itibaren denize kadar uzanan karanın doldurulduğunu öğreniyoruz. Yine geçmişte de şimdiki gibi kalenin duvarlarına o dönemde de isimlerin kazındığını anlatıyor rehberimiz; “Ali, Ayşe’yi seviyor” gibi yazılar yazmışlar o dönemde de” …

Ayasofya’nın tam karşısında gümüş ve telkâri takıların olduğu dükkanlar sıralanıyor. Telkâri gümüş tel işleme sanatı anlamına geliyor. İnce tel haline dökülen gümüşün bükülmesiyle oluşturulan küçük motiflerin bir araya getirilmesi olarak biliniyor. Tümüyle de el işçiliğine dayanıyor.

Tepeden Trabzon’a bakınca şehrin böğrüne hançer gibi saplanmış yüksek ve yakışıksız çok sayıda binanın yapıldığını görmemek mümkün değil. Osmanlı döneminde Trabzon ve çevresine çok sayıda karantina merkezi yapıldığını, denizden gelecek veba ve sıtma salgınlarına karşı bir tür tedbir uygulandığını da öğreniyoruz.




Karadeniz’in mezarları da kendisine has. Evlerin mezarları da bahçelerde, ayrı mezarlık görmek yol boyunca pek mümkün değil. Bu geleneğin toprak parçasını sahiplenme yanında, her gün yakınlarının mezarını görüp dua etme imkânı yaratması da bir gerçek.

SÜMELA’YA SÜRME ÇEKMİŞLER

Trabzon’un merkezinden çıkıp Sümela Manastırı’na doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık bir saat sonra ulaştığımız Manastır’a gidecek olan yolda bizi Altındere karşılıyor. Rehberimiz Yeşim Hanım yine anlatıyor:

Trabzon Maçka ilçesindeki Altındere Vadisi Milli Parkı sınırları içindeki Meryem Ana Deresi’nin yamaçlarında yer alan, Kara tepesinin üzerinde ve deniz seviyesinden 1150 metre yükseklikte konumlanmış Rum Ortodoks manastır ve kilise kompleksine Sümela Manastırı diyoruz. Yılda 200, 300 rahip yetiştirilen bir yer. Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre Atina'lı Barbanas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’nın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem’in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır



Manastıra tırmanacağımız alana minibüslerle çıkıyoruz, dik ve virajlı yol küçük araçlara izin veriyor. Minibüsten indikten sonra da manastırın olduğu yere 1500 basamak çıkarak ulaşabiliyoruz. Muhteşem manzara da yola eşlik ediyor, yol boyunca kemençe çalanların müzikleri kulaklarımızı neşelendiriyor. Müze alanına giriş için yeniden bir ücret ödemek de gerekiyor. Manastıra geldiğimizde restore edildiğini yeni tarz binalardaki gibi sıvama işlemi yapılmasından anlıyoruz. Tarihi resimlerin üzerine yazıların yazıldığını, Hz. Meryem’in esmer resmedildiğini, eski yapının bozulduğunu, yer yer eserlerdeki yüzlerin oyulduğunu görünce üzülüyoruz.



GÜNEŞ GÖRMEYEN DERİNLİK

Yol boyunca güneşli günde bile güneşi görmeyen 100-150 metre derinlikteki alanlardan geçiyoruz. Manastır’ın bulunduğu alan Kafkas Dağları’na uzanıyor. Kafkas arısı ve balının da bu alanda üretildiğini öğreniyoruz. Cumhuriyet’in ardından Rumların mübadelesi anlaşması gereği Manastır çevresine rahiplerce gömülen “Lukas ikonası, haç parçası ve İncil nüshası”nın daha sonra Yunanistan’a götürülerek orada müzeye konulduğunu öğreniyoruz.

Manastır alanında üşüyüp mont bile giyiyoruz. Ardından minibüslere binip yeniden Altındere Vadisi’ne iniyoruz. Hamsiköy Sütlacının tadına 50 TL’ye bakıyoruz. Kimileri tadını beğenirken, kimileri ise tereyağı ile tatlandırılmış diyerek beğenmediklerini ifade ediyorlar.

Akçaabat, Araklı, Sürmene, Of’a ulaşıyoruz. Bu ilçeler vadilere sağlı sollu yapılmış kimisi dere içinde, düz alanının olmadığı yerleşim bölgeleri. Adeta köyü andırıyor. Düz alan sadece dere yatağında var. Kimi evler ve kamu binaları da bu dere yataklarına kondurulmuş. Vadinin içindeki kayalıklarda yaşamak zorunda olan ve sürekli sel ve heyelanla karşılaşan insanların nasıl bir yaşam mücadelesiyle karşı karşıya oldukları geliyor insanın aklına.

Of’da bizi DemÇay Fabrika çalışanları horonla karşılıyor ve çaylarının tadına baktırıyor. Çay fabrikasını gezerek işlemler hakkında bilgi alıyoruz. Çay fabrikalarının hala eski makinalarla çalışmasını sürdürdüğü gözleniyor. Çay demlemenin inceliği de “Su fokurdadıktan sonra en az 15 dakika daha kaynamasını, yani suyun pişmesini bekleyin. Altına su koyduğunuzda çok harlı kaynayıp üstteki demi rahatsız etmemesine dikkat edin. En kaliteli çayı almayı ve porselen demlik kullanmayı tavsiye ederiz” şeklinde anlatılıyor. Fiyatlar, marketlerdeki fiyatlardan biraz fazla.

Ardından   Çaykara Uzungöl’e doğru yola çıkıyoruz. Uzungöl’e geldiğimizde çarşaflı Arap turistlerin fazlalığı sanki Arabistan’da bir vahaya gelmiş hissi uyandırıyor. Hava kapalı ve yağmurla kar arası çiğ düşüyor üzerimize. Kartpostallarda gördüğümüz Uzungöl ve Ulucami fotoğrafını arıyor gözlerimiz. Ama çok sayıda kaçak binanın sağlı ve sollu olarak yer aldığını görüyoruz. Tabelalar Arapça, menüler Arapça, Arap müzikleri yanında Arapça konuşan turistler koşuşturuyor ve yürüyor etrafta.



Trabzon’un merkezinden 38 km uzaklıkta Sürmene’de Zahra Otel’e ulaşmak oldukça heyecanlı ve korkuya neden oluyor. Çünkü yollar virajlı ve dar. Bir de buna Karadenizli şoförün sinirli halleri eklenince korkumuz katlanıyor. Zahra Dağı Mevkii’ndeki otele geç saatte minibüslere binerek küçük araçlarla çıkabiliyorsunuz.  Otelin girişinde otelin ait olduğu vakfa ilişkin bilgiler ve vakfa katkı sağlayan ünlü siyasetçi ve devlet adamlarının listesi bulunuyor. Necmettin Karaduman, Erdoğan Bayraktar, Sait Yazıcı, Eyüp Aşık, Koray Aydın, Halis Burhan, Mehmet Akif Hamza Çebi, Kemal Alemdaroğlu gibi….



Ertesi gün ise Trabzon’dan Rize’ye doğru yol alıyoruz. Yol üzerinde 200 tünel var. Yine sahil yolunda deniz solumuzda ilerliyoruz. Ve Fırtına Deresi. Kaçkar Dağları’nın Karadeniz’e bakan yamaçlarındaki derelerin birleşmesiyle oluşan Fırtına Deresi, yer yer kemer köprülerle süslü, raftinge elverişli parkurlara sahip. Bunlardan en ünlü Çinçiva Köprüsü.



Çamlıhemşin’deki Palovit Şelalesi’ne gidiyoruz. Sonra eski adıyla Zirkale’ye (aşağı kale), şimdiler ise Zilkale denilen bölgeye çıkıyoruz. Kervanların haberleşmesi için kurulmuş Zilkale, savaş kalesi değil. Bayburt’a ulaşan önemli bir Orta çağ kervan yolu üzerinde güvenliği sağlayan Kale, günümüzde küçük bir müze gibi. Giriş de ücretli ve özel işletme. Kız Kalesinden gelecek kervanlar geçmişte duman yakarak Zilkale’ye haber verir, Zilkale’dekiler de dumanla karşılık vererek kervanı kabul edeceklerini bildirirmiş.

GÜRCÜLER TÜRKİYE’YE ALIŞVERİŞE GELİYOR

Sonra Gürcistan’ın turizm merkezi olan Batum’a doğru yola çıkıyoruz. Artvin’in Kemalpaşa İlçesi’nin Sarp Köyü’nden adını alan Sınır Kapısı; Sarp.




Köydeki marketlerin önlerinde Gürcülerin sıraya girdiklerini, markete girdiğimizde de su dahil her şeyi Pazar arabalarına doldurarak, makarnadan, una kadar pek çok alışverişlerini yaparak ülkelerine kapıdan geri döndüklerini görüyoruz. Gürcülerin giriş çıkış parası ödemedikleri bilgisi de veriliyor. Kapıdaki sıra hınca hınç dolu. Gürcülerin ellerindeki alışveriş torbaları dikkat çekmeyecek gibi değil tabii ki. Tabii Gürcülerin, Türkiye’ye gelip çılgınca alışveriş yaparak ülkelerine dönmelerinin en büyük sebebi TL’nin karşısında paralarının değer kazanmış olması. Uzun bekleyişin ardından kapıdan içeri girip başka bir otobüse binerek şehir merkezine doğru ilerliyoruz. Hava oldukça sıcak.



Sağlı sollu eski komünist dönemden gelme binalar yanında, çoğunluğunu Türk müteahhitlerin yaptığını öğrendiğimiz çok sayıda yeni ve yüksek binalar sıralanıyor yol boyunca. Eski binaların balkonsuz olduğu, balkonların sonradan eklendiği, binaların dışının sıcak ve soğuk koruması için teneke tarzı malzemelerle kaplanmış olduğu dikkatimizi çekiyor. Otobüsteki çoğu Türk, özellikle de kadınlar evlerin eskiliğe karşısında çok şaşırıyor.

Binalar Çarlık, Sovyet ve yeni döneme ait yapılar olarak geçmişten geleceğe yolculuğa çıkarıyor adeta insanı. Elverişli iklimi ve limanıyla her dönemin gözdesi olmuş bir kent.






Önce Orta Camii’yi, sonra Piazza Venecia denilen Venedik’te Piazza San Marco’ya benzetilmeye çalışılan özel mimarisi olan alanı, Chachca Saat Kulesi’ni, Dönme Dolaplı Gökdeleni, Avrupa Meydanı’nı, Alfabe Kulesi’ni görüyor, Eros Heykelinin çeşmesinden su içiyoruz. Su içenlerin Eros Heykeli’nin ayaklarına, burnuna su serperek dilek tuttuklarını ve bu nedenle bronz olan heykelin beyaz bir hal aldığını görüyoruz. Sonra Ali ve Nino Heykeli’nin hikayesini dinliyoruz; Kurban Said’in romanı olan Gürcü kız ile Müslüman Azeri bir çocuğunun kavuşamama hikayesini anlatan heykel. 5 dakika süren hareket boyunca helezonik yaylardan oluşan heykeller birbirinin içinden geçiyor ve kavuşamıyor. Heykellerin hemen ilerisinde ise sahilde insanlar denize giriyor. Batum’un en ünlü yemeği ise Haçapuri Pidesi. Khinkali denilen mantıları.




Avrupa Meydanı’ndaki çoğu binanın sonradan yapıldığı ve eskitme ile tarihi görüntü verildiğini öğrenince şaşırıyoruz. Ama Çarlık döneminden kalma binalar da olduğu gibi korunmuş düzen değişti denilerek yıkılmamış. Sovyet döneminden kalma yapılar da balkon gibi eklemelerle kullanılmakta. Evlerin bu dış görünüşüne karşın içlerinin gayet modern ve düzenli olduğu gözleniyor.



Avrupa Meydanı (Europe Square). Klasik büyük bir fıskiyeli havuzun olduğu Meydan’nın en önemli simgesi elinde altın koyun postu tutan Medea Heykeli. Yunan Mitolojisi’ne gönderme yapan bu heykel söylenene göre Batum’a bir hayli pahalıya patlamış. Sırf 1 Milyon Larilik astronomik değeri ile bile turistler tarafından en çok fotoğraflanan yerlerden.  

Sokaklarda Türkiye’de olduğu sokak köpekleri var. Sokaklarda taze meyve ve simit dışında bir şey satılmadığı, çok fazla market türü dükkân olmadığı görülürken, restoranların çoğunun Türkler tarafından işletildiği dikkat çekiyor. Dönerciler, baklavacılar, kumpirciler…Bir de yayalara oldukça saygılı ve korna kullanmaktan çekinen sürücüler dikkat çekici.

1991’de Gürcistan Sovyet Bloğu’ndan ayrıldığından bu yana çok sayıda yüksek binanın inşa edildiği Batum’da dik ve yemyeşil dağlar ve yükselen gökdelenler birbiriyle âdeta yarışıyor. Batum’u yazlık merkez haline getirmek için seferber olan Gürcistan yönetimi, çok sayıda otellerle de buna destek olmaya çalışıyor. Sarp Sınır Kapısı’nın hemen yanında bile kumarhaneler kurulduğu dikkatten kaçmıyor.

Meydanlarda, Batum’da kadınların kendinden emin ve özgüvenli yürüyüşleri oldukça dikkat çekici. İnsanların mutlu ve huzurlu oldukları yürüyüşleri kadar yüzlerine de yansımış durumda. Daha önce Türkiye’ye çay bahçelerine, fındık bahçelerine çalışmaya gelen Gürcülerin artık, TL karşısında paralarının değer kazanması üzerine “Sizin para oldu pul” diyerek gelmedikleri, hatta alışverişlerini de bu nedenle Türkiye’den yaptıkları Türkleri şaşırttığı kadar üzüyor da. Batum’dan sınır kapısından geçerken duty free de alışveriş yapmak isteyen Türk turistlerin TL’nin Euro karşısında değeri düşmesi nedeniyle çikolata bile alamadan sınır kapısından geçmeleri ve yüzlerine yansıyan üzüntü verici ifade dikkatlerden kaçmıyor. En küçük çikolata 200 TL’ye geliyor çünkü. Vergisi artan telefonların ise yanına yanaşan pek yok gibi…

AYDER İNŞAAT YAYLASI OLMUŞ

Rize’ye geri dönerek konaklıyoruz, ertesi gün Ayder’e çıkmak üzere. Ayder’e çıkmak için otobüsle belli bir yere kadar gelip daha sonra yürüyoruz. Sağlı ve sollu çok sayıda bina yaylanın yayla özelliğini kaybetmesine yol açmış. Fast food yerleri, pastaneler, bankamatikler, oteller, TOKİ inşaatları ne ararsanız var. Ayder’de bir avuç yayla olarak yeşil alan kalmış. Yüksekteki ev ve otellere Karadeniz usulü kurulan asansörlerle yükler taşınıyor. Yine Arap turistler çoğunlukta, menüler Arapça, esnaf Arap turistlerle yakından ilgileniyor. Gelintülü Şelalesi tüm güzelliğiyle akıyor. Paralı ipli salıncaklar, fotoğraf çekilmek için yapılmış süslü mekanlar dikkat çekiyor.





RİZE’DE ÇAY BAHÇELERİNDE AFGAN İŞÇİLER

Ayder’den inip Çamlıhemşin’i de geçerek Çayeli’nin Çaçeva Çay Bahçelerine doğru yol almak için yeniden otobüsten inip minibüslere biniyoruz. Minibüste Karadeniz Türküleri virajlı yollara eşlik ediyor; Dedemun dedesinin dedesinin dedesi/Dayimun dayisinun dayisinun dayısı/Her birinun var idi en az iki karısı/Bu yüzden belli değil sülalemun sayısi.




Çaçeva Çay Bahçesi’nde isteyenler çay topluyor, fotoğraf çektiriyor, çay içiyor. Çay-Kur’un toplanmış çayları toplama arabaları, çay toplama merkezleri, asansörlerle indirilen, yer yer sırtlarda, sepetlerde taşınan çaylar. Yağmur insanların yolları, evleri yanında kimi zaman da mezarlarını alıp götürdüğü Rize’nin çay köyleri. Bir yanda rehberin Atatürk’ün Gürcistan’dan çayı getirerek Rize’de denetmesi ve ardından çayın Rize’nin en önemli geçim kaynağı haline gelmesinin öyküsü. Dünyada yetiştirildiği sınırlı alanlar nedeniyle stratejik ürün olan çay, Zihni Derin ve Atatürk’ün çabalarıyla Rize’de denendikten sonra bugün 1 milyona yakın insanın geçim kaynağı haline gelmiş bir ürün. 1923’te Zihni Derin bizzat Atatürk tarafından Rize’ye gönderilerek, Hazine’ye ait Garal Tepesi’ndeki 15 dekarlık alanda çalışmalarına başlamış. Batum’a giderek kurulan çay bahçe ve fabrikalarını incelenerek Türkiye’de de 1924’te çıkarılan kanunla çayın desteklenmesi sağlanmış. 1888’lerde Çin’den getirilen çay Bursa’da ekilmesine karşın, sonuç alınamamış.




Şimdilerde çay bahçelerinde Afganlılar ve Suriyeliler çalışıyormuş artık. Gürcülerin ekonomik krizin ardından kendi paralarının değer kazanması üzerine Türkiye’ye gelerek çalışması dönemi kapanmış gibi görünüyor. İşçilerin günlüğü ise bin TL diye bilgi veriyorlar.




Yeşillerin ve yeşil çay bahçelerinin arasından yine süzülerek aşağıya iniyoruz. Geldiğimiz güzergahı bu kez tersine dönmeye başlıyoruz. Rize’nin ardından tekrar Trabzon’a ulaşıyoruz. Durağımız Sürmene bıçakçıları ve Memiş Ağa Konağı oluyor. Sürmene’de orijinal yapılan bıçaklar ve kılıçlar yanında, büyük oranda Denizli Yatağan’da üretilen ve üzerine ‘Sürmene’ şeklinde yazılar yazılan ürünlerin Trabzon’a getirilerek satıldığı bilgisini de öğreniyoruz.




Konakladığımız Memiş Ağa Konağı şimdiler bir restoran. Sürmene ilçesi Balıklı (Kastel) mevkiinde, Trabzon-Rize Devlet kara yolu üzerinde bulunan Sürmene Memişağa Konağı, 18'inci yüzyıl sonlarında, Hacı Yakupoğlu Memişağa tarafından yapılmış. Konak, Yakupoğlu Konağı, Kastel Şatosu ve Döner Tavanlı Konak isimleri ile de biliniyor. Memiş Ağa, 1799 veya 1804 Miladi yılda Sürmene’nin Balıklı (Civra) köyünde doğmuş, Bölgenin son Baş Tımar Ağası olan Hacı Yakup Ağa’nın oğlu, anne tarafı ise Kırımda yerleşik Kırım Türklerinden Hacı Yakupoğulları kavmine mensup. Trabzon bölgesinde “ağa” adıyla bilinen bu görevlilerden biri olan Memiş Ağa’ya 1800 başlarında da Trabzon Valisi tarafından Sürmene ve çevresi için idari görev verilmiş. Ayan Ağalığı yapmış, 1846’da Yüzbaşı rütbesi verilerek silahlı kuvvetlerinin bölgedeki temsilcisi olmuş, 1854 yıllarında Osmanlı tarafından asker kaçaklarını tespit ve teslim görevi yürütmüş. Bu nedenle konakta zindan bile var. Ancak Restoran’da Karadeniz’e has mıhlama ve kara lahana çorbası isteyenler hayal kırıklığı yaşıyor.



Yine yola çıkıyoruz gelirken geçtiğimiz Giresun’u yine yolumuz üzerinde. Ardından Ordu’ya ulaşıyoruz. Ordu’da Balıktaşı Otel, kendisine ait sahili ve butik tarzı işletmeciliğiyle beğenimizi alıyor.  Ordu’da Boztepe’ye teleferikle çıkıp iniyoruz. Altın madenleriyle yeşil fındık ağaçlarının yokedilmeye çalışıldığı Ordu’nun bu güzel ve verimli halinin çalınmak istenmesi üzüyor.

Sonra Samsun’a doğru hareket ediyoruz. Bandırma Vapuru, Atatürk Müzesi, Yabancılar Çarşısı ve Çorum, Amasya üzerinden yeniden Ankara’ya ulaşıyoruz.

 

 


 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder