EY GİDİ KARADENİZ….
BETONLAŞAN AYDER
ARAPLAŞAN UZUNGÖL
Nevin BİLGİN
Otobüs şoförü her frene bastığında sağa ve sola
devrilmiş kafalar irkilip uyanıyordu. Akşam 21.00’de Ankara’dan çıkışla
başlayan yolculuk Kırıkkale, Çorum, Amasya ve Samsun’a varışa kadar uzanmıştı.
Hafif sersemlikle birlikte gün ağarmasına şahitlik ediyorduk.
İnsana aralarında hiç mesafe yokmuş gibi yan yana
dizilmiş hissi veren Ordu, Giresun ve Trabzon’a uzanan yol boyunca deniz hep
solda kalırken, denize meydan okurcasına uzunca yapılmış beton duvarların
ardındaki heybetli ve yüksek binalar sağ tarafta uzanıyordu. Giresun’dan
geçerken yol boyunca evler kuş yuvası gibi kayalıklarda ve denize bakıyordu
hep. Bir yan deniz, diğer yanda yeşil fındık ağaçları. Toprak yeşilden adeta
görünmüyordu.
Düz alan yokluğu, topraksızlık şehirleri el ele
tutuşmuş gibi yan yana sıralamıştı adeta. Kayalıklardaki evlere bakınca
ürperiyordu insan.
Üzerinde ilerlediğimiz Karadeniz Sahil Yolu, büyük
ölçüde denizin doldurulmasıyla yapılmıştı. Denizin kimi yerde bir kilometreye
kadar doldurulduğu alanların üzerinde kimi zaman kamu binası, kimi zaman
stadyum, okul, üniversite ve havaalanları yapıldığı dikkatli bakıldığında
anlaşılıyordu. İş makinaları çoğu şehirde bir yandan denizi doldurmaya devam
ediyor, çalışmayı sürdürüyordu. Ve sonra, Ordu, Rize ve Artvin Havaalanlarının da
denizden dolgu ile yapıldığı geliyordu insanın aklına. Ticari nakliyatın bu yol
üzerinden yapıldığı yol boyunca eşlik eden tırlardan anlaşılıyordu. Batum,
Rusya, Azerbaycan ve diğer ülkelere doğru giden ve oralardan gelen sıralarca
tır.
Ve nihayet 1461’e kadar 200’ü aşkın sene yaşayan Trabzon Rum İmparatorluğu’nun başkentliğini yapmış Trabzon’a ulaşıyoruz.
TRABZON
AYASOFYA’DA YÜZLER OYULMUŞ
Hava nemli ve güneşli. Yine bir yamacı çıkarak Trabzon
Ayasofya Camii’ne gidiyoruz. Caminin meydanında bizi, geçimini gelen turdaki
insanlarla fotoğraf çektiren ve onların verdikleri paralarla geçimini sağlayan Engelli
Ali karşılıyor.
Ayasofya’ya gittiğimizde rehberimiz Yeşim Sakgün’ün, “İstanbul'un Latinler tarafından işgal edilmesinden sonra kaçan ve Trabzon'da 1204 yılında Trabzon İmparatorluğu'nu kuran Komnenos Hanedanı'ndan İmparator I. Manuil (1238-1263) tarafından 1250-1260 yılları arasında yaptırılan ve bir manastır kilisesi olan Ayasofya adı "Kutsal Bilgelik" anlamına gelir” sözlerini duyuyoruz. Yine binanın Güney cephesindeki Âdem ile Havva’nın yaratılışı, cennette yaşayışlarını, yasak elma, kovuluş, Kabil’in Habil’i öldürmesi olaylarının kabartmalarla işlendiği duvar hakkında bilgi alıyoruz. Trabzon İmparatorluğu krallarından 1. Manuel Komnenos zamanında (1238-1263) inşa edilmiş, Ayasofya Cami 28 Haziran 2013 Cuma günü vakit namazının kılınmasıyla, 52 yıl sonra yeniden Müslümanların ibadetine açılmış. Ayasofya'nın süslemelerinin önemli bölümünü meydana getiren fresklerde İncil'den alınmış konular canlandırılmış. Ancak resimlerin yüzlerinin oyulduğunu, duvarlara isimler yazıldığını, İsa’nın gözlerinin oyulduğunu, Hz. Meryem’in altının çalınmış olduğunu görüyoruz.
Geçmişte duvarlarının
denizin dalgalarla yaladığı Ayasofya’nın duvarından itibaren denize kadar
uzanan karanın doldurulduğunu öğreniyoruz. Yine geçmişte de şimdiki gibi
kalenin duvarlarına o dönemde de isimlerin kazındığını anlatıyor rehberimiz;
“Ali, Ayşe’yi seviyor” gibi yazılar yazmışlar o dönemde de” …
Ayasofya’nın tam
karşısında gümüş ve telkâri takıların olduğu dükkanlar sıralanıyor. Telkâri
gümüş tel işleme sanatı anlamına geliyor. İnce tel haline dökülen gümüşün
bükülmesiyle oluşturulan küçük motiflerin bir araya getirilmesi olarak
biliniyor. Tümüyle de el işçiliğine dayanıyor.
Tepeden Trabzon’a
bakınca şehrin böğrüne hançer gibi saplanmış yüksek ve yakışıksız çok sayıda
binanın yapıldığını görmemek mümkün değil. Osmanlı döneminde Trabzon ve
çevresine çok sayıda karantina merkezi yapıldığını, denizden gelecek veba ve
sıtma salgınlarına karşı bir tür tedbir uygulandığını da öğreniyoruz.
Karadeniz’in mezarları
da kendisine has. Evlerin mezarları da bahçelerde, ayrı mezarlık görmek yol
boyunca pek mümkün değil. Bu geleneğin toprak parçasını sahiplenme yanında, her
gün yakınlarının mezarını görüp dua etme imkânı yaratması da bir gerçek.
SÜMELA’YA
SÜRME ÇEKMİŞLER
Trabzon’un
merkezinden çıkıp Sümela Manastırı’na doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık bir saat
sonra ulaştığımız Manastır’a gidecek olan yolda bizi Altındere karşılıyor. Rehberimiz
Yeşim Hanım yine anlatıyor:
“Trabzon Maçka
ilçesindeki Altındere Vadisi Milli Parkı sınırları içindeki Meryem Ana
Deresi’nin yamaçlarında yer alan, Kara tepesinin üzerinde ve deniz seviyesinden
1150 metre yükseklikte konumlanmış Rum Ortodoks manastır ve kilise kompleksine
Sümela Manastırı diyoruz. Yılda 200, 300 rahip yetiştirilen bir yer. Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir
efsaneye göre Atina'lı Barbanas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı
görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’nın yaptığı üç
Panagia ikonundan, Meryem’in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun
bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden
habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri
rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır”
Manastıra
tırmanacağımız alana minibüslerle çıkıyoruz, dik ve virajlı yol küçük araçlara
izin veriyor. Minibüsten indikten sonra da manastırın olduğu yere 1500 basamak
çıkarak ulaşabiliyoruz. Muhteşem manzara da yola eşlik ediyor, yol boyunca
kemençe çalanların müzikleri kulaklarımızı neşelendiriyor. Müze alanına giriş
için yeniden bir ücret ödemek de gerekiyor. Manastıra geldiğimizde restore
edildiğini yeni tarz binalardaki gibi sıvama işlemi yapılmasından anlıyoruz.
Tarihi resimlerin üzerine yazıların yazıldığını, Hz. Meryem’in esmer
resmedildiğini, eski yapının bozulduğunu, yer yer eserlerdeki yüzlerin
oyulduğunu görünce üzülüyoruz.
GÜNEŞ
GÖRMEYEN DERİNLİK
Yol
boyunca güneşli günde bile güneşi görmeyen 100-150 metre derinlikteki
alanlardan geçiyoruz. Manastır’ın bulunduğu alan Kafkas Dağları’na uzanıyor.
Kafkas arısı ve balının da bu alanda üretildiğini öğreniyoruz. Cumhuriyet’in
ardından Rumların mübadelesi anlaşması gereği Manastır çevresine rahiplerce
gömülen “Lukas ikonası,
haç parçası ve İncil nüshası”nın daha sonra Yunanistan’a götürülerek orada müzeye konulduğunu
öğreniyoruz.
Manastır alanında
üşüyüp mont bile giyiyoruz. Ardından minibüslere binip yeniden Altındere
Vadisi’ne iniyoruz. Hamsiköy Sütlacının tadına 50 TL’ye bakıyoruz. Kimileri
tadını beğenirken, kimileri ise tereyağı ile tatlandırılmış diyerek
beğenmediklerini ifade ediyorlar.
Akçaabat,
Araklı, Sürmene, Of’a ulaşıyoruz. Bu ilçeler vadilere sağlı sollu yapılmış
kimisi dere içinde, düz alanının olmadığı yerleşim bölgeleri. Adeta köyü
andırıyor. Düz alan sadece dere yatağında var. Kimi evler ve kamu binaları da
bu dere yataklarına kondurulmuş. Vadinin içindeki kayalıklarda yaşamak zorunda
olan ve sürekli sel ve heyelanla karşılaşan insanların nasıl bir yaşam
mücadelesiyle karşı karşıya oldukları geliyor insanın aklına.
Of’da bizi
DemÇay Fabrika çalışanları horonla karşılıyor ve çaylarının tadına baktırıyor.
Çay fabrikasını gezerek işlemler hakkında bilgi alıyoruz. Çay fabrikalarının
hala eski makinalarla çalışmasını sürdürdüğü gözleniyor. Çay demlemenin
inceliği de “Su fokurdadıktan sonra en az 15 dakika daha kaynamasını, yani
suyun pişmesini bekleyin. Altına su koyduğunuzda çok harlı kaynayıp üstteki
demi rahatsız etmemesine dikkat edin. En kaliteli çayı almayı ve porselen
demlik kullanmayı tavsiye ederiz” şeklinde anlatılıyor. Fiyatlar,
marketlerdeki fiyatlardan biraz fazla.
Ardından Çaykara Uzungöl’e doğru yola çıkıyoruz.
Uzungöl’e geldiğimizde çarşaflı Arap turistlerin fazlalığı sanki Arabistan’da
bir vahaya gelmiş hissi uyandırıyor. Hava kapalı ve yağmurla kar arası çiğ
düşüyor üzerimize. Kartpostallarda gördüğümüz Uzungöl ve Ulucami fotoğrafını
arıyor gözlerimiz. Ama çok sayıda kaçak binanın sağlı ve sollu olarak yer
aldığını görüyoruz. Tabelalar Arapça, menüler Arapça, Arap müzikleri yanında
Arapça konuşan turistler koşuşturuyor ve yürüyor etrafta.
Trabzon’un
merkezinden 38 km uzaklıkta Sürmene’de Zahra Otel’e ulaşmak oldukça heyecanlı
ve korkuya neden oluyor. Çünkü yollar virajlı ve dar. Bir de buna Karadenizli
şoförün sinirli halleri eklenince korkumuz katlanıyor. Zahra Dağı Mevkii’ndeki
otele geç saatte minibüslere binerek küçük araçlarla çıkabiliyorsunuz. Otelin girişinde otelin ait olduğu vakfa
ilişkin bilgiler ve vakfa katkı sağlayan ünlü siyasetçi ve devlet adamlarının
listesi bulunuyor. Necmettin Karaduman, Erdoğan Bayraktar, Sait Yazıcı, Eyüp
Aşık, Koray Aydın, Halis Burhan, Mehmet Akif Hamza Çebi, Kemal Alemdaroğlu
gibi….
Ertesi gün
ise Trabzon’dan Rize’ye doğru yol alıyoruz. Yol üzerinde 200 tünel var. Yine
sahil yolunda deniz solumuzda ilerliyoruz. Ve Fırtına Deresi. Kaçkar
Dağları’nın Karadeniz’e bakan yamaçlarındaki derelerin birleşmesiyle oluşan
Fırtına Deresi, yer yer kemer köprülerle süslü, raftinge elverişli parkurlara
sahip. Bunlardan en ünlü Çinçiva Köprüsü.
Çamlıhemşin’deki
Palovit Şelalesi’ne gidiyoruz. Sonra eski adıyla Zirkale’ye (aşağı kale),
şimdiler ise Zilkale denilen bölgeye çıkıyoruz. Kervanların haberleşmesi için
kurulmuş Zilkale, savaş kalesi değil. Bayburt’a ulaşan önemli bir Orta çağ
kervan yolu üzerinde güvenliği sağlayan Kale, günümüzde küçük bir müze gibi. Giriş
de ücretli ve özel işletme. Kız Kalesinden gelecek kervanlar geçmişte duman
yakarak Zilkale’ye haber verir, Zilkale’dekiler de dumanla karşılık vererek
kervanı kabul edeceklerini bildirirmiş.
GÜRCÜLER
TÜRKİYE’YE ALIŞVERİŞE GELİYOR
Sonra Gürcistan’ın
turizm merkezi olan Batum’a doğru yola çıkıyoruz. Artvin’in Kemalpaşa
İlçesi’nin Sarp Köyü’nden adını alan Sınır Kapısı; Sarp.
Köydeki
marketlerin önlerinde Gürcülerin sıraya girdiklerini, markete girdiğimizde de
su dahil her şeyi Pazar arabalarına doldurarak, makarnadan, una kadar pek çok
alışverişlerini yaparak ülkelerine kapıdan geri döndüklerini görüyoruz.
Gürcülerin giriş çıkış parası ödemedikleri bilgisi de veriliyor. Kapıdaki sıra
hınca hınç dolu. Gürcülerin ellerindeki alışveriş torbaları dikkat çekmeyecek
gibi değil tabii ki. Tabii Gürcülerin, Türkiye’ye gelip çılgınca alışveriş
yaparak ülkelerine dönmelerinin en büyük sebebi TL’nin karşısında paralarının
değer kazanmış olması. Uzun bekleyişin ardından kapıdan içeri girip başka bir
otobüse binerek şehir merkezine doğru ilerliyoruz. Hava oldukça sıcak.
Sağlı
sollu eski komünist dönemden gelme binalar yanında, çoğunluğunu Türk
müteahhitlerin yaptığını öğrendiğimiz çok sayıda yeni ve yüksek binalar
sıralanıyor yol boyunca. Eski binaların balkonsuz olduğu, balkonların sonradan
eklendiği, binaların dışının sıcak ve soğuk koruması için teneke tarzı
malzemelerle kaplanmış olduğu dikkatimizi çekiyor. Otobüsteki çoğu Türk,
özellikle de kadınlar evlerin eskiliğe karşısında çok şaşırıyor.
Binalar
Çarlık, Sovyet ve yeni döneme ait yapılar olarak geçmişten geleceğe yolculuğa
çıkarıyor adeta insanı. Elverişli iklimi ve limanıyla her dönemin gözdesi olmuş
bir kent.
Önce Orta
Camii’yi, sonra Piazza Venecia denilen Venedik’te Piazza San Marco’ya
benzetilmeye çalışılan özel mimarisi olan alanı, Chachca Saat Kulesi’ni, Dönme
Dolaplı Gökdeleni, Avrupa Meydanı’nı, Alfabe Kulesi’ni görüyor, Eros Heykelinin
çeşmesinden su içiyoruz. Su içenlerin Eros Heykeli’nin ayaklarına, burnuna su
serperek dilek tuttuklarını ve bu nedenle bronz olan heykelin beyaz bir hal
aldığını görüyoruz. Sonra Ali ve Nino Heykeli’nin hikayesini dinliyoruz; Kurban
Said’in romanı olan Gürcü kız ile Müslüman Azeri bir çocuğunun kavuşamama
hikayesini anlatan heykel. 5 dakika süren hareket boyunca helezonik yaylardan
oluşan heykeller birbirinin içinden geçiyor ve kavuşamıyor. Heykellerin hemen
ilerisinde ise sahilde insanlar denize giriyor. Batum’un en ünlü yemeği ise
Haçapuri Pidesi. Khinkali denilen mantıları.
Avrupa
Meydanı’ndaki çoğu binanın sonradan yapıldığı ve eskitme ile tarihi görüntü
verildiğini öğrenince şaşırıyoruz. Ama Çarlık döneminden kalma binalar da
olduğu gibi korunmuş düzen değişti denilerek yıkılmamış. Sovyet döneminden
kalma yapılar da balkon gibi eklemelerle kullanılmakta. Evlerin bu dış
görünüşüne karşın içlerinin gayet modern ve düzenli olduğu gözleniyor.
Avrupa
Meydanı (Europe Square). Klasik büyük bir fıskiyeli havuzun olduğu
Meydan’nın en önemli simgesi elinde altın koyun postu tutan Medea Heykeli. Yunan
Mitolojisi’ne gönderme yapan bu heykel söylenene göre Batum’a bir hayli
pahalıya patlamış. Sırf 1 Milyon Larilik astronomik değeri ile bile turistler
tarafından en çok fotoğraflanan yerlerden.
Sokaklarda
Türkiye’de olduğu sokak köpekleri var. Sokaklarda taze meyve ve simit dışında
bir şey satılmadığı, çok fazla market türü dükkân olmadığı görülürken,
restoranların çoğunun Türkler tarafından işletildiği dikkat çekiyor. Dönerciler, baklavacılar, kumpirciler…Bir
de yayalara oldukça saygılı ve korna kullanmaktan çekinen sürücüler dikkat
çekici.
1991’de
Gürcistan Sovyet Bloğu’ndan ayrıldığından bu yana çok sayıda yüksek binanın inşa
edildiği Batum’da dik ve yemyeşil dağlar ve yükselen gökdelenler birbiriyle âdeta
yarışıyor. Batum’u yazlık merkez haline getirmek için seferber olan Gürcistan
yönetimi, çok sayıda otellerle de buna destek olmaya çalışıyor. Sarp Sınır
Kapısı’nın hemen yanında bile kumarhaneler kurulduğu dikkatten kaçmıyor.
Meydanlarda,
Batum’da kadınların kendinden emin ve özgüvenli yürüyüşleri oldukça dikkat
çekici. İnsanların mutlu ve huzurlu oldukları yürüyüşleri kadar yüzlerine de
yansımış durumda. Daha önce Türkiye’ye çay bahçelerine, fındık bahçelerine
çalışmaya gelen Gürcülerin artık, TL karşısında paralarının değer kazanması
üzerine “Sizin para oldu pul” diyerek gelmedikleri, hatta
alışverişlerini de bu nedenle Türkiye’den yaptıkları Türkleri şaşırttığı kadar
üzüyor da. Batum’dan sınır kapısından geçerken duty free de alışveriş yapmak
isteyen Türk turistlerin TL’nin Euro karşısında değeri düşmesi nedeniyle
çikolata bile alamadan sınır kapısından geçmeleri ve yüzlerine yansıyan üzüntü
verici ifade dikkatlerden kaçmıyor. En küçük çikolata 200 TL’ye geliyor çünkü. Vergisi
artan telefonların ise yanına yanaşan pek yok gibi…
AYDER
İNŞAAT YAYLASI OLMUŞ
Rize’ye
geri dönerek konaklıyoruz, ertesi gün Ayder’e çıkmak üzere. Ayder’e çıkmak için
otobüsle belli bir yere kadar gelip daha sonra yürüyoruz. Sağlı ve sollu çok
sayıda bina yaylanın yayla özelliğini kaybetmesine yol açmış. Fast food
yerleri, pastaneler, bankamatikler, oteller, TOKİ inşaatları ne ararsanız var.
Ayder’de bir avuç yayla olarak yeşil alan kalmış. Yüksekteki ev ve otellere
Karadeniz usulü kurulan asansörlerle yükler taşınıyor. Yine Arap turistler
çoğunlukta, menüler Arapça, esnaf Arap turistlerle yakından ilgileniyor.
Gelintülü Şelalesi tüm güzelliğiyle akıyor. Paralı ipli salıncaklar, fotoğraf
çekilmek için yapılmış süslü mekanlar dikkat çekiyor.
RİZE’DE
ÇAY BAHÇELERİN
Ayder’den
inip Çamlıhemşin’i de geçerek Çayeli’nin Çaçeva Çay Bahçelerine doğru yol almak
için yeniden otobüsten inip minibüslere biniyoruz. Minibüste Karadeniz
Türküleri virajlı yollara eşlik ediyor; Dedemun dedesinin dedesinin
dedesi/Dayimun dayisinun dayisinun dayısı/Her birinun var idi en az iki
karısı/Bu yüzden belli değil sülalemun sayısi.
Çaçeva Çay
Bahçesi’nde isteyenler çay topluyor, fotoğraf çektiriyor, çay içiyor.
Çay-Kur’un toplanmış çayları toplama arabaları, çay toplama merkezleri,
asansörlerle indirilen, yer yer sırtlarda, sepetlerde taşınan çaylar. Yağmur
insanların yolları, evleri yanında kimi zaman da mezarlarını alıp götürdüğü
Rize’nin çay köyleri. Bir yanda rehberin Atatürk’ün Gürcistan’dan çayı
getirerek Rize’de denetmesi ve ardından çayın Rize’nin en önemli geçim kaynağı
haline gelmesinin öyküsü. Dünyada yetiştirildiği sınırlı alanlar nedeniyle stratejik
ürün olan çay, Zihni Derin ve Atatürk’ün çabalarıyla Rize’de denendikten sonra
bugün 1 milyona yakın insanın geçim kaynağı haline gelmiş bir ürün. 1923’te
Zihni Derin bizzat Atatürk tarafından Rize’ye gönderilerek, Hazine’ye ait Garal
Tepesi’ndeki 15 dekarlık alanda çalışmalarına başlamış. Batum’a giderek kurulan
çay bahçe ve fabrikalarını incelenerek Türkiye’de de 1924’te çıkarılan kanunla
çayın desteklenmesi sağlanmış. 1888’lerde Çin’den getirilen çay Bursa’da
ekilmesine karşın, sonuç alınamamış.
Şimdilerde
çay bahçelerinde Afganlılar ve Suriyeliler çalışıyormuş artık. Gürcülerin
ekonomik krizin ardından kendi paralarının değer kazanması üzerine Türkiye’ye
gelerek çalışması dönemi kapanmış gibi görünüyor. İşçilerin günlüğü ise bin TL
diye bilgi veriyorlar.
Yeşillerin
ve yeşil çay bahçelerinin arasından yine süzülerek aşağıya iniyoruz. Geldiğimiz
güzergahı bu kez tersine dönmeye başlıyoruz. Rize’nin ardından tekrar Trabzon’a
ulaşıyoruz. Durağımız Sürmene bıçakçıları ve Memiş Ağa Konağı oluyor. Sürmene’de
orijinal yapılan bıçaklar ve kılıçlar yanında, büyük oranda Denizli Yatağan’da
üretilen ve üzerine ‘Sürmene’ şeklinde yazılar yazılan ürünlerin Trabzon’a
getirilerek satıldığı bilgisini de öğreniyoruz.
Konakladığımız Memiş Ağa Konağı şimdiler bir restoran. Sürmene ilçesi
Balıklı (Kastel) mevkiinde, Trabzon-Rize Devlet kara yolu üzerinde bulunan
Sürmene Memişağa Konağı, 18'inci yüzyıl sonlarında, Hacı Yakupoğlu Memişağa
tarafından yapılmış. Konak, Yakupoğlu Konağı, Kastel Şatosu ve Döner Tavanlı
Konak isimleri ile de biliniyor. Memiş Ağa, 1799 veya 1804 Miladi yılda
Sürmene’nin Balıklı (Civra) köyünde doğmuş, Bölgenin son Baş Tımar Ağası olan
Hacı Yakup Ağa’nın oğlu, anne tarafı ise Kırımda yerleşik Kırım Türklerinden
Hacı Yakupoğulları kavmine mensup. Trabzon
bölgesinde “ağa” adıyla bilinen bu görevlilerden biri olan Memiş Ağa’ya 1800 başlarında da
Trabzon Valisi tarafından Sürmene ve çevresi için idari görev verilmiş. Ayan
Ağalığı yapmış, 1846’da Yüzbaşı rütbesi verilerek silahlı kuvvetlerinin
bölgedeki temsilcisi olmuş, 1854 yıllarında Osmanlı tarafından asker
kaçaklarını tespit ve teslim görevi yürütmüş. Bu nedenle konakta zindan bile
var. Ancak Restoran’da
Karadeniz’e has mıhlama ve kara lahana çorbası isteyenler hayal kırıklığı
yaşıyor.
Yine yola
çıkıyoruz gelirken geçtiğimiz Giresun’u yine yolumuz üzerinde. Ardından Ordu’ya
ulaşıyoruz. Ordu’da Balıktaşı Otel, kendisine ait sahili ve butik tarzı
işletmeciliğiyle beğenimizi alıyor. Ordu’da Boztepe’ye teleferikle çıkıp iniyoruz.
Altın madenleriyle yeşil fındık ağaçlarının yokedilmeye çalışıldığı Ordu’nun bu
güzel ve verimli halinin çalınmak istenmesi üzüyor.
Sonra Samsun’a
doğru hareket ediyoruz. Bandırma Vapuru, Atatürk Müzesi, Yabancılar Çarşısı ve
Çorum, Amasya üzerinden yeniden Ankara’ya ulaşıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder