1 Haziran 2025 Pazar

 ÜCRET UÇURUMU VE SOSYAL BARIŞ

"OKURSAN İYİ BİR HAYATIN OLUR" KIRIK DÖKÜK BİR HAYAL ŞİMDİ...

Ve şimdi bambaşka bir tehlike yaklaşıyor: İnsan emeğinin tamamen dışlandığı bir gelecek.



NEVİN BİLGİN 

Yan yana iki masa. Aynı işi yapıyorlar. Biri taşeronun bordrosunda, diğeri kadrolu. Birisi Açıköğretm Fakültesi mezunu, diğeri başka bir üniversite. 

Biri açlık sınırında maaş alıyor, diğeri nispeten rahat geçiniyor. Aynı çaydan içiyorlar, aynı printerı kullanıyorlar ama ücretleri farklı.  Ve bu hikâye sadece bir ofiste değil, tüm ülkede, hatta tüm dünyada yeniden yazılıyor.

Türkiye'de ücret adaletsizliği artık istisna değil, bir norm haline geldi. Emekliler çalışmak zorunda, üniversite mezunları asgari ücretle iş arıyor, işin zorluğu ya da uzmanlaşma derecesi maaşlara yansımıyor. "Okursan iyi bir hayatın olur" vaadi, kırık dökük bir hayale dönüştü.

Madende çalışanla ofiste oturan arasında sadece alın teri değil, hak ettiğini alamama duygusu da uçurum kadar.



Ve bu adaletsizliğin en çarpıcı örneklerinden biri, sağlık alanında karşımıza çıkıyor.

Bir doktor... Yıllar süren zorlu bir tıp eğitiminden geçer. Mezun olduktan sonra da bitmeyen eğitimlerle, nöbetlerle, seminerlerle, uzmanlık süreçleriyle devam eder hayatı. Ayakta geçen saatler, ameliyathanelerdeki stres, yoğun bakım ünitelerinde alınan sorumluluk... İnsan hayatını kurtarma sorumluluğunu her gün sırtında taşır. Ancak maaşı, kimi zaman kamuda bir makamda bulunan açıköğretim mezunu memurla aynı düzeye gelir. Hatta bazen, daha da altına düşer.

Bu sadece bir ücret farkı değil, bir değer farkıdır. Doktor, emeğinin karşılığını alamadığında, sisteme karşı yabancılaşır. “Bıçak parası” gibi etik dışı pratiklerin doğması, muayehanesinde aldığı paraların karşılığında fiş, fatura kesmemesi, aldığı parayı anlaşılmasın diye bankaya yatırmaması gayrimenkul alması ya da antikalara yatırması gibi durumlar ortaya çıkar. 

Tüm bunlar adaletsizlik, adaletsizliğin sosyal barışı yok etmesiyle, değerlerin bunun sonucunda tamamen metalaşmasıyla birebir ilişkilidir. İşini bir insanlık görevi olarak görmektense, bir meta olarak algılamaya başlar. Çünkü sistem, emeğiyle değil, diplomasıyla değil, kaderiyle baş başa bırakmıştır onu.

Şunu açıkça sormak gerekir: Aynı eğitim sürecinden geçmemiş, aynı sorumluluğu taşımayan biriyle bir doktor aynı maaşı almalı mı? Bir tesisatçıyla bir cerrah, aynı parayı kazanmalı mı? Tesisatçının işi değersiz olduğu için değil, sistemde adaletin kaybolması nedeniyle  bu sorular gündeme geliyor.

Sendikalaşma oranı yerlerde sürünüyor. Ve olan sendikaların pek çoğu artık işçilerin değil, işverenlerin gölgesinde. İşçiler bölündükçe yalnızlaşıyor; bireyselleştikçe pazarlık güçleri zayıflıyor. Kurumlar, patronların küresel stratejilerine göre dizayn ediliyor. Bir zamanlar sosyal devletin omurgası olan “eşit işe eşit ücret” ilkesi, artık bir nostalji cümlesi.

Tek ekonomik rejim

Dünya artık tek bir ekonomik rejimin esiri: Rekabetin kutsandığı, emeğin değersizleştirildiği, büyümenin her şeyden önce geldiği bir düzende yaşıyoruz. Medya, sivil toplum, hatta üniversiteler bu sistemin denetleyicisi olmaktan uzak. Denetim değil, uyum esas alınıyor. 

Bu düzenin yeni üretim üsleri artık Çin’in bile ötesinde, Mısır’da, Fas’ta, Bangladeş’te kuruluyor. Amaç belli: En düşük ücretle en yüksek verimi almak.

Sonuç mu? Alım gücü olmayan milyarlarca insan. Ne doğru düzgün çalıştırılıyorlar, ne insanca yaşayabiliyorlar. Nüfus artık bir istatistik değil, bir tehdit olarak kodlanıyor. Ve işte tam bu noktada “güvenlik” konuşulmaya başlanıyor. Tuzu kurular, sefaletin ortasında nasıl bir huzur içinde yaşayacak? Daha çok kamera, daha çok özel güvenlik, daha kalın duvarlar mı onları koruyacak?

Hayır. Güvenliğin gerçek kaynağı adalettir. Ve adalet yalnızca mahkeme salonlarında değil, maaş bordrolarında da aranmalıdır. Aynı masada oturup farklı ücretler alan insanların gözlerinin içine bakmadan bir sosyal barış kurulamaz. Daha zor işi yapıp daha az ücret alanın ruhundaki kırgınlığı, hangi psikolog, hangi psikiyatrist onarabilir?

Ve şimdi bambaşka bir tehlike yaklaşıyor: İnsan emeğinin tamamen dışlandığı bir gelecek. Robotlar 77 saniyede otomobil üretiyor, “karanlık fabrikalar” gece gündüz çalışıyor. Günde 17 saat ara vermeden üretim yapan makineler, ne sendikaya ihtiyaç duyuyor ne sigortaya. Bu düzenin içinde artık ne üretici olarak ne de tüketici olarak yer bulamayan insanlara ne olacak?

Ne satın alabilecek kadar gelirleri olacak, ne de bir işte çalışabilecekler. Üretim bandının dışına itilen milyarlarca insan, sistemin fazlası, artık yükü sayılacak. O halde sormak gerek: Çalışamayan ve tüketemeyen insanlığın sonu ne olacak? Teknolojinin gelişmesiyle birlikte artan üretim hızı, adaletsizliği hızlandıran bir çarka mı dönüşecek?

Bu büyük adaletsizliğin içinde yaşamak, sadece geçim meselesi değildir. Aynı zamanda bir onur, bir değer, bir varlık sorunudur. Emeği değersizleştirilmiş bir toplumda, sosyal dokunun çözülmesi kaçınılmazdır.

Unutmayalım: Ekonomik uçurumlar büyüdükçe, ruhsal çöküşler de derinleşir. Bu düzenin mağdurlarına psikolog ve psikiyatristler eliyle sadece terapi değil, adalet gerekir. Ve belki de en büyük terapist, hakkaniyetli bir düzendir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder