"PARİS’TE SON TANGO" VE FRANSIZ ERKEĞİ MİTİ
FRANSIZ ERKEK FİGÜRÜ
fotoğraf: Sine Türkiye
Nevin BİLGİN
Bernardo Bertolucci’nin 1972 yapımı Paris’te Son Tangosu, sinema tarihine damgasını vurmuş; cesur anlatımı, Marlon Brando’nun etkileyici oyunculuğu ve atmosferik gücüyle uzun yıllar tartışılmış bir film.
Dönemine göre oldukça sarsıcı bir anlatı sunuyor. Hâlâ birçok izleyici için sinemasal açıdan çarpıcı. Filmin bu kadar çarpıcı olma nedenleri arasında, kadın- erkek ilişkilerini sorgulama yanında, Fransız ve Amerikan erkek figürüne ilişkin mitleri de sorgulatan bir yapım.
Kadına Şiirler Fısıldayan
Fransız erkek figürü, dünya sinemasında ve edebiyatında genellikle zarif, entelektüel, tutkulu ve "aşkı bilen adam" olarak resmedilir. Bu figür; kadını tanıyan, ona şiirler fısıldayan, romantik bir kahve masasında gözlerine bakan biridir. Ancak Paris’te Son Tango, bu idealize edilmiş imgeyi tersyüz ediyor.
Filmdeki erkek karakter, aşkı değil, hükmetmeyi; zarafeti değil, içsel kaosu temsil eder. Aslında Marlon Brando'nun canlandırdığı Paul Amerikalıdır ama film boyunca Fransızca konuşur.
Onun varlığı, bir yabancı olarak Fransız topraklarında dolaşan bir hayalete benzer. Bu detayla Bertolucci, Fransız erkekliğini bir “dışarıdan bakışla” çözümlemeye çalışırken, Paul’ün bedeninde hem Amerikan maço kültürünü hem de Fransız erkeğinin duygusal soğukluğu bulunmaktadır.
Paul, bir anlamda modern Batı erkeğinin krizini taşır: Ne tam anlamıyla sahiplenen bir âşıktır, ne de çekip gidebilen bir kaçak. İlişkinin merkezindedir ve savrulmaktadır.
Jeanne, tipik bir Fransız genç kadın olarak karşımıza çıkar: hayat dolu, meraklı, arayış içinde. Başlarda Paul’e karşı duyduğu merak ve çekim, Fransız kadınlarının kültürel belleğinde yer etmiş olan “bilge, olgun erkek” mitine duyulan hayranlığın bir yansıması olarak gösterilir. Ancak zamanla bu figür, romantik bir erkeğin değil, duygusal olarak erişilemeyen ve fiziksel olarak sınırsızlık talep eden bir erkeğin yüzünü gösterir.
Kadını Bedene İndirgemek
Bu noktada Jeanne’ın yaşadığı dönüşüm, sadece bireysel değil; aynı zamanda toplumsal bir uyanıştır: Fransız kadınları için bile idealize edilen erkek figürü, çoğu zaman kadının arzusunu bastıran, onu bir bedene indirgeyen bir hayale dönüşür.
Filmdeki aşk ilişkisi, o çok bilinen "Fransız aşkı" klişesinin çok uzağındadır. Ne tutkuyla sarılan iki eşit ruh vardır, ne de entelektüel sohbetlerle süslenmiş bir duygusal yakınlık. Tam tersine, ilişkide bir sessizlik hâkimdir.
Kadını Anlamayan
Duygularını belli etmeyen, gizemli, melankolik ve nihayetinde yıkıcı olan bir Fransız erkek figürü. Jeanne’ın genç nişanlısı, film çekme çabasıyla aşkı estetize etmeye çalışırken; Paul ise geçmişinden kaçıp bir bedende kurtuluş arar. Her iki erkek figürü de kadını anlamaktan uzaktır.
Jeanne’ın genç nişanlısı, film çekme çabasıyla aşkı estetize etmeye çalışırken; Paul ise geçmişinden kaçıp bir bedende kurtuluş arar. Her iki erkek figürü de kadını anlamaktan uzaktır.
Ve Paris, filmde bir aşk şehri değil, kayboluşun mekânıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder