22 Haziran 2025 Pazar

 ÇEYİZ SANDIKLARI VE HASIR YASTIKLAR




Bir zamanlar her evde yere oturulurdu. Sade ce sakin evler. 

Toprağa yakın yaşama.Tevazu. Sabır. Bereket. Kanaate açılan kapı belki de. 

Yastıklar yerde olurdu. Duvara yaslanmış. El dokuması halıdan yastıklar. Ama öyle bugünkü gibi köpükten, fabrikadan çıkma yastıklar değil. Hasırla doldurulmuş, halı dokuma kumaşlarla kaplanmış, ana elleriyle örülmüş, ninenin göz nuru çeyizine konmuş yastıklar…

İçine hasır konulan bu yastıklar, sadece bir oturma gereci değil, bir kültürün, bir hayat tarzının sessiz tanıklarıydı. Halı desenli kumaşın üzerindeki her motif, bir duanın, bir hikâyenin izini taşırdı. 

Kimi zaman bir gelinin yeni evinin süsüydü. 

Kimi zaman bir ailenin huzuru bulduğu evin baş köşe eşyasıydı. Yastık değil, dua idi; desen değil, hafızaydı.

Hasır, yastığın içine konulurdu çünkü dayanıklıydı. Ve maliyeti yoktu neredeyse. O gün bulunan oydu.

Yıllar geçse de çökmeyen, içinde küf tutmayan, ne yaza ne kışa eyvallah etmeyen bir malzeme. Hasır, doğanın malı; toprağın, sazlığın, ellerin emeğiyle şekil almış hâli. 


Çeyiz sandıklarının baş köşesinde dururdu bu yastıklar. Misafir geldiğinde dayardı sırtını ev sakinleri gibi. Sohbet de onlara yaslanırdı. 

Ne zaman ki köyden kente göç başladı, ne zaman ki koltuk takımları vitrinlere dizildi, işte o zaman bu yastıklar da yavaş yavaş sahneden çekildi. 

Önce balkona, sonra çatıya, en son bir sandığın içine kaldırıldı. Ama hâlâ, bir naftalin kokusunda, bir desenin kıyısında yaşar o günler.

Şimdi eski bir köy evine yolun düşse, duvarda asılı bir halı, köşede üst üste konmuş birkaç bu yastıktan görsen... Otururken sırtını aslında farkına varmadan geçmişe yaslanırsın. 

Ana sesi gelir kulağına, nine duası düşer içini serinleten bir gölge gibi.

Modern çağ her şeyi değiştirdi. 


21 Haziran 2025 Cumartesi


BİR İMPLANT HİKÂYESİ

GÜLÜMSEMENİN BEDELİ BİR EV

ARABA YA DA EV FİYATINA DİŞ YAPIMI

PARALAR POŞETLE TESLİM, "FATURA MI" O DA NEYMİŞ?

SÜSLENMİŞ MUAYENEHANELER PEŞİN PARALI MUAYENELER



NEVİN BİLGİN 

Bir zamanlar diş düşerdi, gülüş eksilirdi, yerine sessizlik otururdu. Bazı altın d iş yaptırırdı ağzına. Şimdi ise eksik dişin yerine metal vidalar, köprüler, faturalanmamış hayaller yerleştiriliyor. Bu bir estetik meselesi değil artık. Bu, cebinde ne kadar taşıyabildiğine, poşeti ne kadar doldurabildiğine göre şekillenen bir para hikâyesi. Ya da daha doğrusu, bir implant hikâyesi.

Bir diş. Sadece bir diş. Özel hastanede bir dişin fiyatı 20 bin liradan başlıyor, bazen 25 bine çıkıyor. 

Kimi doktorlar ise öyle uçmuş ki, sana bir çene dolusu implant için 1 milyon lira, 2 milyon lira  fiyat çıkarıyor. Üstelik bunu utanmadan, sıkılmadan, "ama bunu hemen ödemeniz gerekiyor" diyerek söylüyor. Çünkü, kendisi artık bu toplumsal düzenden kopmuş başka bir dünyada yaşıyor, insanlar ne kadar maaş alıyor, ne yiyor, ne içiyor çok uzağında. Kafası haftasonu yatında yapacağı balık buğulamada. 

Banka yok, pos cihazı yok, fatura desen hiç yok. "Poşetle getirirsiniz" diyorlar. Poşetle para taşınan bir sektöre dönüştü ağız sağlığı.





Nakitten başka bir şey tanımayan hekimler, muayene parasını bile kartla almıyor. Sanki hasta değiliz de kuyumcuya altın bozdurmaya gelmişiz.

Fakat mesele sadece para değil. Asıl mesele şu: Ağzımıza ne takılıyor, haberimiz var mı?

Sanayi bölgelerinde üretilen, ne CE belgesi olan, ne de  kaydı olan ürünler, steril sandığımız kliniklerde birer birer çenelere monte ediliyor. 

Takma diş sandığımız şey aslında çelik mi? Metal dedikleri alüminyum mu? Takılan malzeme “implant” mı yoksa çene içi bomba mı belli değil. Hastaneye soruyorsun, onların da bilgisi yok. Bilmek de istemiyorlar zaten.

İşin en acı tarafıysa şu: Bu “fazla implant takma” modası.

Ağzında üç diş eksik olan hastaya sekiz implant önerenler var. Gerek var mı? Yok. Ama her vida, her matkap darbesi bir fatura daha demek. Çene kemiğinin bu kadar yükü kaldırıp kaldıramayacağını kimse sorgulamıyor. 

Hasta mı? O zaten ağzı açık oturuyor, ne olduğunu en son öğrenen o oluyor.

Bu sistemde ne doktor korunuyor ne hasta. Herkes susuyor. Çünkü herkes bir şekilde sistemin para akıtan vidalarından biri olmuş. 

Kimse fazla konuşmak istemiyor. Konuşanlar da ya "abartma canım"la geçiştiriliyor ya da meslek etiğinden uzaklaştırılıyor.

Ve sonuç: Eksik bir dişin yerini tamamlamak için ev satacak hâle gelen insanlar. Sadece çiğnemek, konuşmak ve gülmek için.

Bu artık bir implant hikâyesi değil.

Bu, ağzımıza kadar dolmuş bir sömürü düzeninin hikâyesi.

Peki kim dur diyecek bu düzene. 


 

POĞAÇA TORBASI VE ERKEKLER

ERKEKLERİN FIRIN SIRASI KIYAFET KOMBİNLERİ



Sabahları, gri sokaklarda adımlarını sürükleyen erkekler görürsünüz. Ellerinde ince naylon poşetlerde poğaça, bazen simit, çoğunlukla sıcak ekmek. Henüz tam uyanmamış gözlerle, uyku ile ayıklık arasında bir çizgide yürürler. İşe gitmeden önce uğradıkları fırınlar, onların günün ilk durağı olur. O dakikalarda sokakta olanlar bilir: Sabah fırınlarının müdavimleri çoğunlukla erkeklerdir.

Erkeklerin fırın ve poğaca kombinleri hafta içi ve hafta sonu farklılık taşır. 

Hafta içi  takım elbisesini giyip poğaça sırasına girmiştir. Haftasonu ise kombin değişir, kimisi çorapsız ayaklarını içine sığdırdığı terlikleriyle sıradadır. Hafta içi sabahları iş kombinleriyle, hafta sonları ise sipsi eşofman altları, şortlar ve tişörtler bir yandan sarkmış evde dolaşır gibidirler. Görevse aynıdır, ekmeği evin sıcaklığına yetiştirmek. Bu küçük görevde, gündelik hayatın görünmeyen bir rolünü oynarlar. Belki konuşmazlar, belki fark edilmezler; ama her sabah o poşetle dönerler eve.

Evde kahvaltı başlar: Yumurtalar harala gürele pişer, çay demlenir, peynir zeytin tabaklara dizilir. Ama o sofralarda çoğu zaman derin bir sohbet yoktur. Gözler saatte, zihin toplantıda, elde telefonlar kaydırmacalar...Aptalca videoları gösterip gülmeler...



Aile olmak, birlikte oturmakla değil; birlikte hissetmekle mümkündür oysa. Fakat modern yaşamın hızlı sabahlarında bu hisler çoğu zaman unutulur gider, bir "merhaba" demeden. 


HER FOTOĞRAFA BİR KIYAFET ve 

"DUBAİ KAFASI"



Nevin BİLGİN 

Her davete başka bir elbise. Her hikâyeye yeni bir ayakkabı. Her 'selfie’ye yepyeni bir beden.

Sosyal medya çağı, aynanın yerini ekranın aldığı, aynaya değil algoritmalara giyinilen bir dönem artık. Çünkü önemli olan nasıl hissettiğin değil, nasıl göründüğün. Zira giydiğin kıyafetle algoritmayı etkilemiyorsan, onu neden giydin ki? Çıplak gez daha iyi. 



Yeni nesil bir kıyafeti bir kez giyiyor, sonra dolabın değil, dijital dolabın, ikinci el satış uygulamalarının, tozlu raflarına gönderiyor. Etiketler daha okunmadan, beden alışmadan, kumaş tenle dost olmadan… 

Her kıyafetin bir “görüldü" süresi var. Bir elbise yalnızca bir günlük ömrü olan birer içerik artık. Sürdürülebilirlik değil, ‘story’de sürdürülebilirlik  önemli.

İstanbul'da, Ankara'da, Adana’da—bazen ev kirasının yarısı kıyafete gidiyor. Davetlere katılan beden değil sadece; adeta bir vitrin.

 “Dubai kafası” diyorlar bu anlayışa; Gösterişli, hızlı, göz kamaştırıcı ve bir o kadar yapay. 

Ama sorun şu; bizim Dubai gibi bir gelirimiz yok. Sadece vitrini kopyaladık, ama arka dükkan boş.

Peki bu kültür nereden mi geldi? Elbette ki küresel sahnenin spot ışıklarından. Hollywood, influencer’lar, TikTok estetiği, hızlı moda zincirleri, Black Friday çılgınlığı… 

Tüketim bir yaşam biçimi değil, adeta bir din haline geldi. Moda artık modadan çok bir varoluş biçimi. “Görünmek” en büyük ibadet. Kıyafetler artık bizi örtmüyor, bizi “gösteriyor”.

Ama bu gösteriye inanmayanlar da var. Sözgelimi, dolabında on yıllık montuyla hâlâ mutlu olan biri, bu çılgınlıkla dalga geçerek şöyle söylüyor: 

“Ben bir montla üç kış geçirdim, depresyona girmedim.” 

Ne büyük cesaret!

Evet, başka ülkelerde de var bu kültür. Ama onlar, harcadıkları kadar kazanabiliyor. Batı'nın gençleri 300 dolarlık pantolonu "indirimden aldım" diye anlatırken, bizimkiler o pantolonu almak için üç ay yemek yemiyor.

Bazen soruyor insan: Gerçekten mi ihtiyacımız var, yoksa görünmek için mi yaşıyoruz? Belki de giymeye değil, düşünmeye ihtiyacımız var. Çünkü düşünmek, markasız ama çok şık duruyor.


19 Haziran 2025 Perşembe

 HÜRMÜZ BOĞAZI VE KÜRESEL DENKLEMDEKİ MATEMATİĞİ

HER 3 VARİLDEN BİRİSİ BURADAN GEÇİYOR

                Fotoğraf:7deniz

Nevin BİLGİN

İsrail-İran savaşıyla birlikte Hürmüz Boğazı yeniden gündeme geldi. Coğrafi olarak yalnızca 33 km genişliğinde bir deniz geçidi olan Hürmüz, aslında ekonomik olarak trilyon dolarlık değerlerin geçtiği bir arterdir. Petrol ve doğalgaz tankerlerinin konvoylar halinde sıralandığı, savaş gemilerinin gölgesinde ilerlediği bu boğaz, enerji arz güvenliğinden deniz hukukuna, jeopolitik caydırıcılıktan büyük güç rekabetine kadar uzanan bir yelpazede stratejik bir kırılma noktasıdır.

Rakamlarla Hürmüz Boğazı

Hürmüz Boğazı, günlük 21 milyon varil ham petrol sevkiyatıyla, deniz yoluyla taşınan toplam petrolün yaklaşık %30’unu barındırmaktadır. Bu, dünya genelinde tüketilen petrolün günde 100 milyon varil civarında olduğu düşünülürse, gezegenin enerji ihtiyacının neredeyse her üç varilinden biri bu dar su kanalından geçiyor demektir. Ayrıca Katar’ın sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) ihracatının %80’i de yine Hürmüz Boğazı üzerinden gerçekleşmektedir.

Bu veriler, boğazın küresel enerji sisteminin temel kavşağı olduğunu gösterir. Kavşak kelimesi burada yalnızca coğrafi değil; ekonomik akışların, siyasi hesapların ve askeri doktrinlerin kesiştiği stratejik bir düğüm anlamındadır.



Egemenlik Mücadeleleri

Hürmüz’ün kaderi, yüzyıllardır güç oyunlarının merkezinde yazıldı:

16. yüzyıl: Portekiz donanması 1507’de Hürmüz Adası’nı ele geçirerek Hindistan ticaret yolunun denetimini hedefledi.

17. yüzyıl: Safevîler, İngiliz desteğiyle 1622’de Portekiz’i çıkardı. Bu, doğunun batı ile yaptığı ilk modern jeostratejik iş birliği örneklerindendir.

19. yüzyıl: Umman İmparatorluğu, Muskat limanı üzerinden boğazı kontrol altına aldı; ardından İngiliz etkisi arttı.

20. yüzyıl: 1980–1988 İran-Irak Savaşı sırasında "Tanker Savaşı" yaşandı. ABD donanması Körfez’de nöbet tutmaya başladı.

21. yüzyıl: İran, defalarca boğazı kapatmakla tehdit etti. ABD, Fransa ve İngiltere, bu tehdide karşı düzenli olarak donanma konuşlandırıyor.

            fotoğraf: Nefes

Küresel Ekonomik Domino

Hürmüz Boğazı’nda yaşanacak 48 saatlik bir kriz senaryosu bile, dünya genelinde dalgalanmalara yol açabiliyor. 

Petrol fiyatları %30-50 oranında yükselebilir.

Sadece enerji değil, deniz sigortası, nakliye, emtia ve tahvil piyasaları da derin dalgalarla sarsılır.

Örneğin 2019’da İran’ın bir İngiliz tankerini alıkoyması sonucu Brent petrol fiyatları bir haftada %10 arttı.

Yani Hürmüz Boğazı’ndaki bir kayık bile dev finansal dalgalar yaratabilecek potansiyele sahiptir. Küresel enerji arz zinciri kırılgandır; "küresel ekonomi" dediğimiz yapı, bazen yalnızca 3 km'lik bir boğaza bağlıdır.

Asimetrik Güç

Hürmüz’ün asıl tehlikesi savaş gemilerinden değil, belirsizlikten kaynaklanıyor. İran, askeri olarak boğazı kapatmak için yeterli denizaltı, mayın ve füze sistemine sahip olmasa da, “kapatabilirim” deme yetkisini kendinde buluyor. Bu da “asimetrik tehdit”tir. Bir güç, doğrudan saldırmak yerine küresel psikolojiyi tahrip ederek kazanç sağlar.

ABD’nin Bahreyn’deki 5. Filosu, bu tehdide yanıt olarak bölgeyi gözetlerken, Çin’in artan Körfez yatırımları Hürmüz üzerindeki güç denklemini çok kutuplu hale getirmektedir.


Gerçek Bir Alternatif Var mı?

Petrol üreticileri, Hürmüz dışı güzergahlar arıyor. Örneğin:

·BAE’nin Fujairah hattı, Umman Denizi’ne ulaşsa da kapasitesi 1.5 milyon varille sınırlı.

·Suudi Arabistan’ın Yanbu liman hattı, alternatif olabilir; ancak tüm Körfez'i kapsayacak ölçekte değil.


Coğrafi olarak dar, ekonomik olarak geniştir. Fiziksel olarak küçüktür, stratejik olarak devasa.

Herkes geçmek ister, ama herkesin geçmesi herkesin hoşuna gitmez.

Burası bir su geçidi değil; enerjinin, korkunun ve çıkarın iç içe geçtiği bir strateji laboratuvarıdır.


Kaynakça. 

https://www.reuters.com/business/energy/shell-is-being-very-careful-with-shipping-middle-east-ceo-says-2025-06-19/

https://www.britannica.com/place/Strait-of-Hormuz

https://www.youtube.com/watch?v=Gbuhrq2qloo

https://gazeteoksijen.com/dunya/iranin-elindeki-tek-koz-gozlerin-cevrildigi-hurmuz-bogazi-savasin-seyrini-degistirebilir-mi-244480

https://www.strausscenter.org/strait-of-hormuz-about-the-strait/

https://www.britannica.com/place/Strait-of-Hormuz


17 Haziran 2025 Salı

KARADENİZ’DE ZAMAN; SİNOP’TAN KASTAMONU’YA


Hamsilos Koyu

NEVİN BİLGİN 

Ankara’dan gece başlayan yolculuk, zaman zaman başların yana düşmesiyle, ön koltuklara yaslanmasıyla devam etti. Gece yolculukları bazen yorar insanı, bazen de zihni açar; düşünmeye, kendinle kalmaya alan tanır. Yorgunsanız uyumak için büyük bir fırsattır. Ama kimi zaman uykunun ortasında ani bir frenle irkilip uyanırsınız — işte o an, rüyadan değil, yoldan düşersiniz.

Biz 25 kişilik bir grupla, Ankara Gezi Travel organizasyonuyla belli duraklara uğrayıp yeni duygular yaşamak, yaşama birer not daha düşmek için yoldaydık. Şoförlerimiz Rahmi Bey ve Ramazan Bey, rehberimiz Battal Bey, turu organize eden Güler Hanım... Hepsi bu gece yolculuğunun görünmeyen ama taşıyıcı parçalarıydı.

Gece Başlayan Bir Yolculuk,  Mola Yorgunlukları ve Erfelek Şelaleleri'nde Huzur

İlk molada verilen tesiste tuvalet kuyruğu insanı gülümseten ama düşündüren bir sahneye dönüştü. Herkesin aklında aynı soru: "Kaç lira acaba?" Tuvaletin kapısına kurulmuş, elinde POS cihazı tutan görevli, gelenden geçenden 10 lira alıyor. İnsanlar, “çiş koşusu” na hazırlıklı bir refleksle içeri dalıyor. Sabun varsa ne âlâ. Peçete bulursanız, bayram etmiş sayılırsınız. Genellikle yoktur çünkü. Malum, enflasyon şartları tuvaletçi esnafının da kâr oranını artırmasını gerektiriyor artık!Kısa sürede jipe binmeli arkadaş. 



Molada çay içmek ise mideye meydan okumak gibidir çoğu zaman. Çayın ne zaman demlendiği, kazanların ne zaman temizlendiği meçhul. Bardakların bulaşık makinesinden mi çıktığı belli değil. Sabahın köründen beri iç içe katmanlanan o "çaylılık" hâlinden sıyrılsa da, küçük bir bardak için 30 lirayı gözden çıkarmak gerekir çoğu zaman.



Yan taraftaki markette meyve bulmayı hayal etmeyin. Ekmek arası köfte ya da sabaha kadar kaynayıp harap olmuş çorbalar... Biraz da tavuk belki. Bayatlık, hijyen kaygısı ve fahiş fiyatlar. Ama yapacak bir şey yok. Otobüs şoförleri kahvesini içmeden yola devam edemez. Zaten gece yolculuklarının asıl amacı, otel masrafını düşürmektir genellikle.

Ama gün ışıyınca yol değişir. Gözünüzün önüne sağlı sollu uzanan yemyeşil manzaralar serilir. Yol bizi Sinop’un Erfelek ilçesine, Efelek yaylalarına götürür. 



Burada yöresel ürünlerle zengin bir kahvaltı karşılıyor bizi. Pancar pekmezinden armut reçeline, köy peyniri ve tereyağına kadar her şey doğal, yerli ve samimi. İşletmeci babacan biri, sıcak patatesleri tabaklara cömertçe bırakıyor. Ve çay… İşte şimdi gerçekten çay içiyoruz. Ne pos cihazı, ne de endişe. Sadece buharı tüten bir huzur.

Turla geldiyseniz, tuvalet önünde uzun kuyruklar görmeniz kaçınılmaz. Tuvaletten çıkan da temiz bırakmaz genellikle tuvaleti. Herkes aynı anda ihtiyaç molasında. 



Turları bekleyen sabah saatlerinde açılmış tezgâhlarda mısır unu, ev eriştesi, tarhana, ceviz ve el emeği pancar pekmezi satılıyor. Tura katılanların çoğu her şeyi alıp yanınızda götürmek ister. Bazıları kendine hâkim olamaz; neredeyse çevredeki çiçekleri, ağaçları bile alıp götürmek ister gibi bakar. 



Haziran ayının gelincikleri, papatyaları, rengârenk çiçekleri yol boyunca size eşlik eder.

Erfelek Şelaleleri’ne yaklaştıkça Karadeniz müziği otobüsün içinde çalmaya başlar. Rehberimiz mikrofondan sesiyle karışır doğaya: “Az sonra Erfelek Şelaleleri’ndeyiz...



28 katlı şelale sistemine sahip bu doğa harikasında yürüyüşe çıkmak isteyenlere bir saat süre verilir. Uzun çınar ağaçlarının altında, orman çeşmelerinden akan suyun sesi ve şelalenin ritmiyle yürürsünüz. 

Bir yanda suyun berraklığı, ördeklerin dansı, kuşların ötüşü; diğer yanda sosyal medyaya poz yetiştirme derdindeki insanların abartılı pozları. Dudak büzmeler, omzu dönük pozlar, gösterişli takılar gözünüze çarpar. Ama çoğu insan, fotoğraf çekmekten doğanın melodisini kaçırır.

Erfelek, hem doğaya hem kendine dönmek isteyen için bir imkân. Bazen sadece suya bakmak, akışı dinlemek, günün en kıymetli anı olabilir.



Erfelek Şelaleri'nin olduğu yerlerdeki yeme içme yerlerinde fiyatlar da şöyledir; gözlemeler 200 lira, kıymalı 250, köfte ekmek 200, porsiyon köfte 400, tavuk döner 150, kuymak 200, kuzu kebap 1750, Sinop Mantısı 350...



Hamsilos’tan Sinop’a,  Karadeniz’in Rüzgârında

Gezinin ritmi hızlanır. Otobüse yeniden binilir.  Sonra tekrar inilir. Kısa süreye çok yer sığdırma telaşı. Şimdi yönümüz Hamsilos Koyu. Otobüs, yeşilin içinden geçerek o ünlü koyun kıyısına doğru yol alır. 

                    Lakarde (bidonu 1500 lira)

Rehberimiz Battal Bey:

"Hamsilos, Sinop il sınırları içerisinde, Türkiye’nin en kuzey noktası olan İnceburun üzerinde yer alıyor. Deveci Deresi’nin ağız kısmından karaya doğru yaklaşık 300-400 metrelik bir deniz girintisi. Halk arasında “Hamsoros” diye de bilinir. Fiyord sanılsa da aslında değil; çünkü Türkiye’de buzullar deniz seviyesine kadar inmedi. Bu yüzden Hamsilos, buzulların aşındırdığı dere yatağının, deniz seviyesi yükselince sular altında kalmasıyla oluşmuş bir ria tipi kıyı. Koyun yukarıdan görünümü fil kafasını andırır. İç kısımlara doğru ilerledikçe çevresi yoğun ormanlarla kaplanır."

Koyun girişinde manzaraya karşı poz verenler, defne yaprakları toplayanlar olur. Fotoğraf çekenler, bu manzarayı dondurmak ister. Elbette girişler ücretli. Müze Kartınız yoksa kişi başı 60 lirayı gözden çıkarmanız gerekir. Alanın içinde yer alan büfelerde çay içmek isterseniz, 15 liraya bayat bir çaya razı olursunuz ya da başka fiyatlara başka içecekler. Tabii tuvaletler ücretlidir 10 lira yine. 

Hamsilos kıyılarında sahiller, karavan parkları eşlik ediyor denize. Ve kocaman duvara yazılan tuvalet 25 lira yazıları bir yanda. 




Koyun ardından Sinop’a geçilir. Yol üzerinde Romalı düşünür Diyojen’in heykeline rastlanır. Rehberimiz, Diyojen’in Büyük İskender’le arasında geçtiği söylenen ünlü diyaloğu anlatır:

– "Dile benden ne dilersen."

– "Gölge etme başka ihsan istemem."

Sonra tekrar Müze Kart sorulur. Çünkü sıradaki durak, Sinop Cezaevi Müzesi. Girişte pek çok bölümün kapalı olması dikkat çeker. Sabahattin Ali’nin koğuşuna ulaşılamaz örneğin. Rehberimiz, Evliya Çelebi’nin Sinop Cezaevi’yle ilgili yazdıklarını aktarır; 

Sinop'u 1640'ta ziyaret eden Evliya Çelebi buradaki hapishane hakkında şunları yazmıştır: “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır" .

Sabahattin Ali’nin burada, “Aldırma Gönül” şiirini kaleme aldığını anlatır. 

"Aldırma Gönül" ya da asıl adıyla "Hapishane Şarkısı", yazar ve şair Sabahattin Ali tarafından 1933 yılında, Sinop Cezaevi’nde yazılmıştır. Sabahattin Ali, cezaevindeyken halk edebiyatı geleneğinden, özellikle halk türkülerinin sade ve içten dilinden etkilenmiş; mahpusluk duygusunu yalın, hüzünlü ama dirençli bir şekilde dile getirmiştir.

Bu şiir, Sabahattin Ali’nin beş bölümden oluşan “Hapishane Şarkıları” serisinin sonuncusudur ve en bilinenidir. Şiir zamanla bestelenmiş, Edip Akbayram başta olmak üzere birçok sanatçı tarafından seslendirilmiştir. Sabahattin Ali şiirlerine genellikle ad koymaz, numaralandırarak yayımlardı. Ancak bu şiir, halk arasında “Aldırma Gönül” dizesiyle özdeşleştiği için bu adla anılır olmuştur.



Şiirin Tam Metni: 

Aldırma Gönül

Dışarıda deli dalgalar,

Gelip duvarları yalar.

Seni bu sesler oyalar,

Aldırma gönül, aldırma.

Görmesen bile denizi,

Yukarıya çevir gözü.

Deniz dibinde saklı giz,

Aldırma gönül, aldırma.

Gene bir gün bakacaksın,

Tunçtan daha katı duvar.

Bir tüy gibi yanınızdan

Aldırma gönül, aldırma.

Gör ki ne yaralar sarar,

Zaman denen sinsi hekim.

Gör ki ne dertleri yener,

Aldırma gönül, aldırma.

Gönlünü kurtar bu zindan,

Bu kırık dökük binadan.

Gönlünü kurtar sen ondan,

Aldırma gönül, aldırma.

Müze, 2000’li yıllara kadar aktif cezaevi olarak kullanılmış. 1990’lara kadar surların üstünde elektrikli teller varmış. Hatta bu teller yüzünden hayatını kaybeden bir mahkûmun hikâyesi anlatılır.

           askeri gazino, millet kırathanesi

Müze ziyaretinden sonra, surların altındaki patikadan Sinop Limanı’na inilir. Tekne turuna katılmak isteyenler için kişi başı 150 lira ödemek gerekir. Rüzgâr eşlik eder size, mavinin türlü tonları gözlerinize işler. Kıyı boyunca sıralanmış sahiller dikkat çeker. İnsan düşünmeden edemez: “Herkes neden sadece Bodrum’a gider? Sinop bu kadar güzelse…”



Nato Üssü ve Sinop

Sinop, Karadeniz’in stratejik noktalarından biri olarak NATO tarafından da önemli bir üs olarak değerlendirilmiştir. Bölgede yer alan Sinop NATO Üssü, bölgesel güvenlik ve savunma faaliyetlerinde kilit bir rol oynamıştır. 



Kara,  deniz ve hava hareketlerini izlemiştir.  Türkiye’nin kuzeydoğusundaki bu üs, NATO’nun Karadeniz’deki varlığını güçlendiren önemli bir merkez olarak uluslararası savunma iş birliğinde stratejik bir konuma sahip olmuştur. 


Yapılaşma, zamanında NATO üssüne kadar dayanmış. Bugün ise sahilde Türk bayrağı dalgalanır, kıyılar sakinliğini korumaya çalışır. 40 dakikalık koy turunun sonunda, gözlerinize kazınan o mavilikle kıyıya yanaşırsınız. Limanda balıkçı tekneleri sıralanmıştır. Ancak nedense pek az yerde balık servis edilir. Genellikle mantı lokantaları vardır.



Sinop “Örnek Mantı” adlı mekânda bir tabak mantı yemek isterseniz 350-400 lira arası bir ücret ödemeniz gerekir. Fakat kalabalıktan ötürü güler yüzle karşılanmak biraz zordur. Turlar üst üste geldiğinden personel sayısı yetmez; karışıklık, panik, telaş olur. Üstelik o kalabalığa çay bile veremezler.

Merkeze doğru yürürken lakarde satan (bidonu 1500 lira) balıkçılara, kıyıdaki sokak sanatçılarına ve hediyelik eşyalar satan küçük kulübelere denk gelirsiniz. Otopark fiyatları gözünüzü kamaştırır: Saatlik 60 lira, 24 saat için 300 lira.

Rehberimiz, TOKİ’nin Kent Meydanı ve Millet Bahçesi Projesi’nden bahseder. Meydanın ortasındaki tarihi Askeri Gazino binasının “Millet Kıraathanesi” olacağını anlatır.

Yeşilin her tonu gözünüzün önünden geçerken, fonda Karadeniz melodileri çalmaya başlar yeniden. Rüzgâr hafifçe yüzünüzü okşar. Gezinin yorgunluğu yavaşça manzaranın dinginliğine karışır.

Ver Elini Kastamonu Abana: Yeşilin Peşinden

Sinop’un dar sokaklarında vedalaşmak her zaman zordur. Sakinliğiyle, neredeyse fısıltıyla konuşan evleriyle, trafiğin bile kenara çekilip huzura saygı duruşunda bulunduğu o şehirden ayrılırken, içinizde hafif bir hüzün belirir. Ama yolculuk devam eder. “Ver elini Kastamonu”ve Abana diyerek yeniden bineriz otobüse.

Yol; bazen virajlı, bazen iki aracın zor sığdığı kadar dar ama iki yanımızda uzanan yeşillikler öylesine derin, öylesine davetkârdır ki, sıkışan yolların telaşını unutturur. Karadeniz’in yeşili, ağaçların arasından süzülen ışıkla buluşup gözlere huzur verirken, rota Kastamonu’ya çevrilir. Yeşillerin arasına tablo gibi yerleştirilmiş Kastamonu evlerine, yer yer yüksek binalar eşlik eder. Saklanmıştır adeta yeşillerin arasına. 

Çatalzeytin'de sahil bir yanda uzanırken, diğer yanda evler vardır. Kıyı boyunca kafeler, kimisi nişan düğün, kimisi babalar günü hazırlığında. Kıyıdaki kafelerde çay 15 lirayken, bir bardak (normal pet bardak) suyun da 15 lira olması oldukça dikkatini çeker insanların. Verilen molanın ardından yeniden yola koyulur otobüs. Yağmur yer yer eşlik eder. Gökkuşağı çıkar kimi yerde.

Ve karşımıza çıkan ilk sürpriz konaklayacağınız yer olur: Tatilya Otel.

Kastamonu gibi mütevazı bir şehirde, içinde spor salonu, hamamı, hem açık hem kapalı yüzme havuzu olan, geniş bir otel karşılar bizi. Merkezden uzak ama hizmet kalitesiyle beklenmeyeni sunan bir mekândır burası. Güler yüzlü personeli, temizliği, düzeni ve misafirperverliğiyle şaşırtır. Akşam yemeğinde, sarıkanat balığının yanında getirilen roka salatası, Karadeniz’in deniz kokusunu sofranıza taşır. Mercimek çorbasıysa, günün yorgunluğunu sessizce alır üzerinizden.



Gün, yavaş yavaş geceye yaklaşırken, gözler bu kez Kastamonu’nun kıyısına doğru uzanır. Deniz kenarında yürürken kıyı dolgularının izlerine rastlanır. 



Karadeniz’in birçok şehrinde olduğu gibi burada da denize doğru taşlarla doldurarak, denize uzanmak uzanmak bir alışkanlığa dönüşmüş gibidir. Yeni binalar, hızla yükselen yapılar Abana’ya ayrı bir çehre kazandırırken, bir yandan doğallığın elden kaçtığını düşündürür.



Ama otelin en çok çocukları mutlu ettiği bir gerçektir. Açık büfe kahvaltının rengârenk tabakları, havuzun içinden gelen neşeli çığlıklar ve Karadeniz yağmurunun cama vuran ritmik dansı, yolculuğun unutulmaz detaylarına dönüşür.



Ve belki de asıl güzellik, bu yolculukların sadece mekân değiştirmek değil, zamanla da dostluk kurmak olduğunu hatırlatmasıdır insana. Sinop'un hüzünlü vedasıyla başlayan yolculuk, Kastamonu’nun sımsıcak bir “hoş geldin”iyle devam ederken, Karadeniz’in bir başka yüzünü keşfetmeye başlarsınız.



Tarih Kokan Evlerin Yokoluşu

Sabah yol yeniden başlar… Volkan Konak’ın sesiyle birlikte yükselir manzaranın ruhu. “Mimoza çiçeği” derken, otobüs pencerenin ardında beliren manzara bir masal diyarına dönüşür. Sağlı sollu uzanan kırmızı, sarı, pembe çiçekler… Bir yanda Karadeniz’in buğulu havası, öte yanda yokuşlu yollar boyunca serilen rengârenk doğa. Gözyaşı gibi süzülen bulutlar ve ara ara çiseleyen yağmur, bu tablonun sessiz fırça darbeleri gibidir.

              Şerife Bacı heykeli

Ancak Kastamonu’ya girişte insan biraz afallar. Zihninde canlandırdığı o tarihi Kastamonu evlerini beklerken, karşısına yüksek beton binalar çıkar. Anadolu’nun pek çok şehri gibi, Kastamonu da göç almış, büyümüş, genişlemiş ve modernleşme adına biraz da ruhunu yitirmiştir.


                                       saat kulesi

Abana-Kastamonu yolunun sonunda, minyatür eski Kastamonu evlerinin meydanlara kurulmuş haliyle karşılanırız. Tarihi dokunun maketlere hapsolduğu, nostaljinin simgesel bir dekora dönüştüğü bir an. Yine de şehir merkezinde hâlâ ruhunu koruyan yapılar vardır: Kent Meydanı'ndaki Valilik Konağı, Cumhuriyet döneminin ünlü mimarı Vedat Tek tarafından inşa edilmiştir. Hemen karşısında II. Abdülhamid döneminde yapılmış olan tarihi lise binası yükselir.

            Kambur Köprü

Ve tabii ki meydanın kalbinde, Kastamonu’nun ve Kurtuluş Savaşı’nın kahraman kadını: Şerife Bacı. Kağnısında çocuğu ve cephaneleri örten ancak kendisi donan Anadolu kadını. Yalnızca bir figür değil, toprağa adanmış bir ruhun sembolüdür. Rehber Battal Bey anlatırken sesi titrer; anlatan da, dinleyen de boğazındaki düğümü hisseder.

Kenti ikiye ayıran taş köprüden geçerken insanlar dilek tutar, kimisi sessizce dua eder. Sonra sıra gelir Kastamonu’nun merkez camisine, burası  Nasrullah Camii’dir. Taş işçiliği ve iç mekânın dinginliği, şehrin ruhuyla bütünleşir.

Sürgün Saat Kulesi ve Sürgün Yeri Kastamonu

Tur rehberi Battal Bey, gözlerini Saat Kulesi’ne dikenleri, bir de kaleye çevirmelerini ister:

Bakın sevgili misafirlerim… Şu karşı yamaçta gördüğünüz yapı Kastamonu’nun Saat Kulesi. Hikâyesi garip… Kendisinin bile Kastamonulu olduğuna hâlâ alışamamıştır belki. Çünkü bu kule aslında bir sürgün saatidir. Evet evet, yanlış duymadınız.”

Yıl 1885. İstanbul Sarayburnu’nda bir saat kulesi yaptırılmış. Büyük, gösterişli bir kule… Lakin bu kule, padişahın sarayında oturan cariyeleri pek huzursuz etmiş. Saatin çanı öyle yüksek sesle çalarmış ki, sabah uykularını böler, geceleri rüyalarını kaçırırmış. Saraydan ses yükselmiş: ‘Bu saat ya susturulsun, ya da uzaklaştırılsın.

Ve bir karar verilmiş: Saat kulesi sürgüne gönderilecek. İstanbul’un nazlı sabahlarını rahatsız eden o kule, Kastamonu’ya sürgün edilmiş. Belki de cezalandırılmış. O gün bugündür bu kule, Saat Tepesi’nden Kastamonu’yu izler durur.”

Kuleye bakar herkes… Gövdesi dimdik, ama sanki gururlu bir yalnızlık taşıyor üzerlerinde. Battal Bey sesi kısarak devam eder:

Kastamonu da zaten sürgünlerin şehridir. Hem tarih boyunca hem de hikâyelerde... Paşalar, şairler, hatalı bürokratlar... Bu sessiz taş sokaklar, aslında her birinin ayak izini taşır. Hani bir tarafınızda kale, bir tarafınızda saat kulesi, ortadan da Karaçomak Deresi geçiyor ya... İşte bu şehir böyle iki zaman arasında akar. Biri mazidir, biri vakit.

              Kastamonu Kalesi

Meydanda adım adım ilerlerken Battal Bey son sözlerini ekler:

Bu kule, saati göstermez sadece… Geçmişin kırık gururunu, İstanbul’un gürültüsünden Kastamonu’nun sükûnetine kaçan zamanın izini de taşır. Vakti ölçerken size fısıldadığı şey şudur: Bazı şehirlerin adı, bir harf değil, bir kader taşır. Bazı şehirlerin ismi, savaşla değil, aşkla yazılır. Kastamonu işte böyle bir şehirdir; adında tarihin kılıcı kadar keskin, bir yürek sızısı kadar derin bir hikâye gizlidir.

             Kastamonu 13.yy. Ahşap Camii

Kastamonu isminin nereden geldiğini ve şehrin yüksek tepesinde duran eski kale kalıntılarını göstererek anlatır tur rehberi; 

Rivayet odur ki… Türkler Kastamonu Kalesi’ni fethetmek ister, ama kale sağlam, duvarları yüksek, direniş çetinmiş. Kalenin içinde ise güzelliğiyle dillere destan bir Bizans Tekfuru'nun kızı yaşarmış: Moni. Güzelliği sadece yüzünde değil, kalbinde deymiş. Zira Moni, Türk komutanını görmüş ve ona âşık olmuş. Bu aşkı kalbine sığdıramayan Moni, dadısı aracılığıyla duygularını komutana iletmiş. Komutan da Moni’nin sevgisine karşılık vermiş.

Bir gece, Moni sevdiği uğruna ihanet etmiş sayılmış kendi kalesine. Kale kapılarının anahtarlarını gizlice Türk komutana teslim etmiş. Böylece uzun süredir kuşatma altında tutulan kale, bir gece ansızın Türk askerleri tarafından fethedilmiş.


                                                                      Erfelek Göleti (Sinop) 

Sabahı kaleye Türk sancaklarıyla uyanan Bizans Tekfuru, bu ihanetin kokusunu hemen almış. Gecenin sırrını çözünce, en büyük darbeyi yüreğinde hissetmiş. Ve o öfke, onu en karanlık karara sürüklemiş: Kendi öz kızı Moni’yi kale burcundan aşağıya atmak.

Moni’nin cansız bedeni kalenin eteklerine düşerken, askerler arasında acı dolu bir cümle yankılanmış:

"Kastın neydi Moni'ye?"

Yani, "Neydi bu kadar büyük öfken, Moni’ye bunu yapmak zorunda mıydın?"

Bu söz önce komutanlar arasında, sonra askerlerin dudaklarında, derken halkın dilinde yaşamaya başlamış. Zamanla "Kastın neydi Moni’ye" sözü kısala kısala Kastamoni, ardından da bugünkü haliyle Kastamonu olmuş.

Moni’nin atıldığı yer, halk arasında bugün Kırk Kız Türbesi olarak bilinmekte. Rivayete göre, Moni düşerken “kırk parçaya ayrıldı” ve bu yüzden bu ad verilmiş. Türbe, hâlâ sessizce ziyaretçilerini karşılar. Dilekler tutulur, içten içe dualar edilir. Her taşında bir hüzün, her gölgesinde bir aşk saklıdır.

Kastamonu'nun adı, sadece bir yer ismi değil; sadakatin, ihanete karşı sevdanın, ve bir yürek çırpınışının yankısıdır.r şey yerini bulmaz, ama vakti gelir...”



Banduma Yemeği 

Öğle yemeği için gidilen durağımız ise Eflanili Konağı’dır. Taş duvarlı, ahşap pencereli, eski bir Kastamonu konağının restoran hâline getirilmiş hali. Menüye göz gezdirdiğinizde günümüzün ekonomik manzarasıyla karşılaşırsınız: Bir bardak çay 35 lira, meşhur Kastamonu yemeği banduma ise 370 lira. Ve çok sayıda yöresel lezzeti tatma imkanı bulur insanlar. Ama yine de yemekten çok manzaradır insanı doyuran. Konağın penceresinden bakarken, zamanın biraz yavaşladığını hissedersiniz.

                                     Mancar Ekmeği

Meydanda gezerken Mancar ekmeği, siyez ekmeği, mısır ekmeği yapan fırınlar, "yıkılabilir uzak durun" levhalarının asıldığı eski Kastamonu evleri, dokuma tezgahlarının olduğu dükkanlar, hatta Afgan Marketi'nde satılan safran, Afgan gül suyu, kahverengi prinç, taş peynir bile görebilirsiniz. Ve yine Afganistan'dan gelenler için satılan değişik ürünler. 

          Afgan Market

13.yüzyılldan kalma Vakıflar tarafından onarılmış ahşap küçük bir camii olan Küpcüğe Cami ziyarete gelenleri beklemektedir. 

            Afgan Taş Peynir

Bir Şapkanın Ardından Doğan Devrim: Kastamonu Şapka Müzesi

Kastamonu merkezden ayrılıp, biraz yükseltiye doğru uzanan yolda ağır ağır ilerler otobüs. Güzergâh, sizi sade ama derin bir anlam taşıyan bir yere götürür: Şapka Müzesi. Burası, yalnızca bir yapının içinde sergilenen nesnelerden ibaret değildir; burası, bir zihniyet devriminin başladığı yerdir. Çünkü bazı şehirler yalnızca sokakları değil, tarihin ve zamanın ruhunu da taşır geleceğe. Kastamonu işte tam da bu şehirlerden biridir.

                                          Şapka Müzesi

Kimi müzeler sarayların görkemini, kimileri zengin koleksiyonerlerin mirasını barındırır. Oysa Kastamonu Şapka Müzesi, ihtişamdan uzak ama anlamca çok derin bir geçmişin izlerini taşır. Müze, Atatürk’ü karşılayan üç kadının taktığı şapkaları bağışlamasıyla kuruldu. Bu sade ama simgesel başlangıç, zamanla bir çığa dönüştü. 

Silah Müzesi


Siyasetçiler, sanatçılar, modacılar ve yurtdışından gelen ziyaretçiler, kendi şapkalarını bu müzeye emanet ettiler. Bugün, burada 1192 şapka sessiz bir arşiv gibi durur; ama aslında onlar sadece kumaş, keçe ya da kurdele değil, her biri bir düşünce biçiminin, bir dönemin, bir zihniyet dönüşümünün sembolüdür.






Peki neden Kastamonu? Neden bu gösterişsiz ama köklü şehir?

Çünkü Atatürk bir devrimin yerini rastgele seçmezdi. 25 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya gelen Gazi Mustafa Kemal, ilk kez başında bir şapkayla halkın karşısına çıktı. Nasrullah Meydanı’nda yaptığı konuşmada açıkça söyledi:

“Serpuş inkılabını yapıyoruz.”

O gün yalnızca bir fes çıkarılmadı; bir çağ da geride bırakıldı.

Kastamonu’nun tercih edilmesinin ardında sembolik olduğu kadar stratejik nedenler de yatıyordu. Burası, Millî Mücadele yıllarında Anadolu’nun kalbinde direnişi büyüten bir şehir olmuştu. Kadınlarıyla, öğretmenleriyle, halkıyla değişime hazır bir toplumsal dokuyu barındırıyordu. Atatürk bu hazırlığı görmüş, devrim için gerekli zemini burada bulmuştu. Çünkü her büyük değişim, önce toprağının sağlam olduğundan emin olmak ister.

Bugün Şapka Müzesi'ni gezerken, bir vitrinin arkasında gördüğünüz sade bir başlık, sizi Cumhuriyet tarihinin en köklü dönüşümlerinden birine götürür. Her şapka bir hatıradır, bir hayaldir, bir milattır.



Ve belki de en çok, bir fikrin ta kendisidir.

Şapka Müzesi'nin hemen yanı başında, dantel müzesi, porselen ve ev eşyaları koleksiyonu ile silah müzesi yer alır. Hepsi iç içe geçmiş bu yapılar, ziyaretçilerine sadece tarihî değil, estetik ve günlük yaşama dair bir izlek de sunar. Müze bahçesini saran yeşil çimenler, zarif çiçeklerle bezenmiş patikalar ve sessizliğin içindeki huzur, Kastamonu’nun bu bölgesine adeta bir açık hava müzesi havası verir.

Koltuk Aralarında Başlayan Yol Sohbetleri

Yolculuk uzadıkça, otobüsteki yabancılar yavaş yavaş tanıdıklara dönüşür. Başta yalnızlığa çekilen yüzler, paylaşılan bir kurabiye paketiyle, rehberin esprili anlatımıyla ya da şoförün camdan uzattığı bir bardak çayla ısınır birbirine. Koltuk aralarında başlayan küçük sohbetler, molalarda yürüyüş arkadaşlıklarına evrilir. Tur personeliyle kurulan ilişki ise bir hizmet bağının ötesine geçer; rehber artık bir dost, şoför güven veren bir yol arkadaşı olur. Aynı rotada, aynı hikâyeleri dinleyen, aynı manzaralara bakan bu insanlar arasında kısa ama anlamlı bir yol arkadaşlığı doğar.

Asa Suyu

Kısa bir molanın ardından tekrar otobüse binilir ve bu kez yön Şeyh Şaban-ı Veli Türbesi'ne çevrilir. Türbenin avlusunda yer alan suya halk arasında “Asa Suyu” denir. 

Otobüs, Kastamonu’nun dar sokaklarını geride bırakıp türbeler diyarına doğru kıvrılırken, rehber Battal Bey mikrofonu eline alır. Sesi yumuşak ama kelimelerinde yılların taşıdığı hikmet gizlidir. Usulca anlatmaya başlar:

Değerli misafirlerim… Şimdi sizi öyle bir yere götürüyoruz ki, burası hem gönüllerin durağı, hem de duaların uğrak noktasıdır. Burası Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri’nin türbesidir. Osmanlı’nın kalbinde yetişmiş büyük bir mutasavvıf. Kastamonu’nun ruhudur o. Deyim yerindeyse, bu şehrin kalbi burada atar.

Otobüs yavaşlar, camların ardından yeşillikler arasına gizlenmiş türbe silueti görünür. Battal Bey anlatmaya devam eder:

Bakın… Türbenin avlusuna girdiğinizde bir çeşme göreceksiniz. İşte o sudur ‘Asa Suyu’. Derler ki Şeyh Şaban-ı Veli Hazretleri bir gün, susayan dervişlerine su ararken asasını yere vurur… Ve oradan bir su fışkırır. İşte bu su, o günden bugüne akmakta. Kimisi ‘yedi yudum içersen, dileğin kabul olur’ der. Kimisi ‘şifa bulur insan’, kimisi de ‘gönül ferahlar’ diye inanır. Eh, inanç meselesi ama... Şunu söyleyeyim: Her gelenin yüzü değişir o suyu içince. Öyle bir serinlik ki, yalnız boğazdan geçmez, yüreğe dokunur.”

Türbeye yaklaşan kalabalık artar. Ellerinde pet şişeler, bidonlar... Kimi yeni doğmuş torununa, kimi hasta annesine, kimi de sessizce kendi duasına götürmek için sıraya girer. 

             Asa Suyu

Burada  insanlar elleriyle yedi yudum su içtiklerinde dileklerinin kabul olacağına inanır. Bu inanç, türbenin çevresinde uzun sıralar oluşturur; kimi küçük şişelerle, kimi büyük bidonlarla evine şifa taşımak ister. Karşı kıyıda zemzem suyu da satılır. Manevi arayış ile geleneksel ticaret, burada yan yana durur.

Aynı sokakta, Kastamonu’ya özgü ürünlerin satıldığı tezgâhlar dikkati çeker. Yöresel ezmeler, reçeller, kurutulmuş otlar, el yapımı sabunlar... Ve en çok rağbet gören: Taşköprü’nün meşhur sarımsağı. Kilosu 200 liraya alıcı bulur.  

Sonrasında, yolculuğun başka bir yüzü çıkar karşınıza: alışverişin rekabeti. Kastamonu'nun meşhur pastırması, çekme helvası, cevizli çöreği, sofra bezleri alınır. Herkes bir tat, bir iz, bir anı taşımak ister evine. El emeği göz nuru ürünler, bu şehirde geçmişle bugünün dostluğunu taşır poşetlerde. 

Ve yine yola koyulma vakti gelir. Bagajda sarımsak, su, pastırma, çekme helva ve ekmek...

Kastamonu, yalnızca gezilen bir şehir değil; içine bir şeyler bıraktığınız, sizden de bir şeyler alan bir yerdir artık.


 

Mancarlı Ekmek: Kastamonu’nun Tandırda Mayalanan Hafızası

                                              Kastamonu Sinanoğlu Ekmek Fırın


Kastamonu’nun yüksek köylerinde, sabahın serinliğiyle fırınlarda çıkan ekmeğin kokusu farklıdır. 

Mayalanmış hamur ve  kara lahana yaprakları..Bu bölgede adı "mancar".

Mancar, burada sadece bir sebze değil; yoksulluğun berekete çevrildiği, toprağın sade cömertliğinin simgesi.

Mancarlı ekmek ya da bazı köylerde söylenişiyle mancarlı pide, kara lahana ile hazırlanan, yöreye özgü bir tandır lezzeti.  Ekşi maya kullanılarak yapılıyor. Üzerine haşlanmış, ince kıyılmış mancar seriliyor. Kimi zaman çökelek ya da soğan da katılıyor. Sonra taş tandıra verilerek ateşte pişiriliyor.

ŞAPKADAN ZİHİNDEKİ DEVRİME

ŞAPKA MÜZESİ VE ATATÜRK

KASTAMONU’DA BAŞLAYAN DÖNÜŞÜM


Atatürk, 23 Ağustos 1925′te Kastamonu ve İnebolu’ya yaptığı seyahatlerde şapkayı halka göstererek kıyafet devriminin ilk işaretini verdi.

Nevin BİLGİN 

Bazı şehirler yalnızca sokakları değil, zamanın, tarihin ruhunu da günümüze taşır. Kastamonu, işte böyle bir şehir. Gösterişsiz taş yapıları, sessiz meydanları ve geçmişle bugünü aynı potada eriten havasıyla, bir devrimin doğumuna tanıklık etmiş bir hafıza kenti.



https://isteataturk.com/Kronolojik/Tarih/1925/9/1/Kastamonuda-sapka-giymenin-geregini-anlatan-Ataturk-Ankaraya-donusunde-sapka-giymis-bir-topluluk-tarafindan-karsilaniyor-01091925/16



Bugün Kastamonu’da bir müze var ki, ne saraylardan arta kalmış, ne zengin koleksiyonerlerin ihtişamlı hatıralarını taşır. O müzede, sade bir başlıktan doğan büyük bir inkılabın izleri sergilenir: Şapkalar…



Kastamonu Şapka Müzesi, üç kadının Atatürk’ü karşılarken taktığı şapkaları bağışlamasıyla kuruldu. O sade başlangıç, zamanla bir çığa dönüştü. Siyasetçiler, sanatçılar, modacılar ve yurtdışından gelen meraklılar, kendi şapkalarını bağışladılar. Bugün o müzede 1192 adet şapka sessizce bekliyor. Ama aslında onlar sadece kumaş, keçe ve kurdele değil; zihniyetlerin, dönemlerin ve düşüncelerin simgeleri...



Bu şehirde başlatıldı çünkü Atatürk, bir inkılabın yerini rastgele seçmezdi. 25 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya gelen Gazi Mustafa Kemal, burada ilk kez başında bir şapkayla halkın karşısına çıktı. Nasrullah Meydanı’nda yaptığı konuşmada açıkça söyledi: “Serpuş inkılabını yapıyoruz.” O gün, yalnızca bir fes çıkarılmadı; bir çağ da geride bırakıldı.



Kastamonu’nun seçilmesinin ardında hem sembolik hem de stratejik nedenler vardı. Burası, Millî Mücadele yıllarında Anadolu’nun kalbinde direnişi büyüten bir şehir olmuştu. Kadınlarıyla, öğretmenleriyle, halkıyla dönüşüme hazır bir toplumsal dokuya sahipti. Atatürk, bu hazırlığı görmüş, devrim için uygun zemini burada bulmuştu. Çünkü her büyük değişim, önce zemininin sağlam olduğundan emin olmak ister.



Şapka Devrimi yalnızca bir kıyafet meselesi değildi. Batı’yla kurulan yeni bir kimliğin; modernleşmenin, laikliğin ve eşit yurttaşlık anlayışının görünür yüzüydü. Fes, geçmişin yükünü taşırken, şapka ileriye bakan bir duruşun işaretiydi. Atatürk’ün şu sözü boşuna değildir: “Bir milletin kıyafeti, onun medeniyet seviyesi hakkında fikir verir.”

Bugün Kastamonu Şapka Müzesi’nde sergilenen her bir başlık; kimi zaman bir liderin, kimi zaman bir tiyatrocunun, bazen de isimsiz bir kadının başını süslemiş olabilir. Ama her biri aynı hikâyenin parçasıdır: Değişimin.

Neden Kastamonu'yu Seçti? 

Atatürk’ün şapka inkılabını gerçekleştirmek için Kastamonu’yu seçmesinin arkasında çok yönlü nedenler vardır. Dışarıdan muhafazakâr olarak görülse de, Kastamonu gerçekte Millî Mücadele’ye en başından itibaren büyük destek vermiş, İnebolu-Ankara hattı üzerinden cephane ve yardımların cepheye taşınmasında kritik rol oynamış, iç isyanlara sahne olmamış, basınıyla ve aydın çevresiyle Cumhuriyet düşüncesine sahip çıkmış bir şehir olmuştur. Özellikle Kastamonu’daki müftülerin ve din adamlarının Cumhuriyet rejimine ve inkılaplara açık destek vermesi, Atatürk’ün bu şehirde yapacağı reformların daha geniş kitlelerce kabul görmesini kolaylaştırmıştır. Dönemin müftüsü Abdurrahman Kamil Efendi gibi isimlerin inkılaplara dini gerekçelerle karşı çıkmaması ve halkı yatıştırıcı rol üstlenmesi, Kastamonu’yu sadece sembolik değil, aynı zamanda stratejik olarak da doğru bir tercih hâline getirmiştir. Atatürk, bu bağlılık ve toplumsal hazırlığı göz önünde bulundurarak, inkılapların uygulanacağı örnek şehir olarak Kastamonu’yu seçmiştir.