29 Nisan 2025 Salı

DENİZ GEZMİŞ'İN BİRİCİK AŞKI KİTAPLARINI YAZDI: SIRLARIM İPTE ASILI KALDI BALIM

İPTE ASILI KALAN SADECE BİR BEDEN DEĞİLDİ

Aygün Kevrina da işkence gördü, yüzünde yara izi kaldı, ajanlık teklif edildi kabul etmedi

fotoğraf: Kaynak Sırlarım İpte Asılı Kaldı Balım Kitabı

"Bir kuş havalandı mı avludan,

Uçup kondu mu bir pencereye,

Bir kadın kesti mi saçlarını,

Kesti de usulca bıraktı denize.

Ölü kuşla birlikte."



NEVİN BİLGİN

Bazen bir aşk, tarihin en karanlık perdesinde kaybolur. Bazen bir kadın, sevdasıyla birlikte susturulur. Bazen bir aşk dar ağacında sallandırılsa da yaşar. 

Aygün Kevrina, Deniz Gezmiş'in biricik aşkı. işte Aygün Kevrina’nın Sırlarım İpte Asılı Kaldı Balım adlı kitabında Deniz Gezmiş'le yaşadıkları aşkı anlatıyor. O dönemdeki sorgulamalar sırasında fotoğraflarını, Deniz Gezmiş'in kendisine yazdığı şiirleri, mektupları belge oluşturmaması için yaktığı için, o günlerden geriye Deniz Gezmiş'in kitabının cildine sakladığı bir fotoğrafı kalmış. 


 Sonradan ANAP'tan bakan olan Bahattin Yücel

Deniz Gezmiş’le yaşadığı tutkulu ama yarım kalmış aşkın, dönemin şiddetiyle örselenmiş bir genç kadının, susmaya mecbur bırakılmış bir devrimcinin hikâyesi.

İşkence Görür

Kevrina ve Gezmiş, aynı fakültede başlayan bir yolculuğun iki yoldaşıdır. Evlilik planları yaparlar, gelecek kurarlar. Ama tarihin sert rüzgârları onları savurur. Kevrina gözaltına alınır. İşkence görür, kendisine ajanlık yapması teklif edilir, kabul etmez. Hem de yüzünde iz bırakılacak şekilde işkence görür.

Sorguda Amerikalılar Var

Sorgusunda Amerikalılar da vardır üstelik.

 Yüzüne dokunulmasın diye uyarılar yapılır ama yine de işkence edilir. Ardından ona bir ayna getirilir: İnsan yalnızca kendi suretiyle değil, başına gelenle de yüzleşmeye zorlanır.


Bir zaman sonra Kevrina başkasıyla evlendirilir;  hayatı susturulur. Deniz'le görüşemezler. Ama gönlü susmaz. Ve sonra o kaçış anı: Deniz Gezmiş'in ilçeden kaçışı sırasında köylü kadını kılığında ona yardım eder ama Deniz'i alıkoymamak için belli etmez kendisini. Çünkü aşk bazen vedayı kabullenmektir. Ve çünkü o kaçışa engel olmak, ona zarar vermek istemez. Birbirlerine el değmeden ayrılırlar. Ve Deniz asılır.


Aygün Kevrina’nın anlatısı, yalnızca bir bireyin değil, görünmeyen, yazılmayan kadın tarihlerinin, bastırılmış seslerin bir yankısı. 

Bu kitap, yalnızca bir sevdayı, kanatan acıyı anlatmıyor, ipte yalnızca bir bedenin değil, bir aşkın, bir gençliğin, bir hayalin de asıldığını hatırlatıyor.


Kaynak: 

Kevrina, Aygün. Sırlarım İpte Asılı Kaldı


28 Nisan 2025 Pazartesi

ÖZGÜRLÜK VE YOKSULLUĞUN ÇELİŞKİSİ

SERBEST PİYASA, ÖZGÜR BİREY VE YOKSULLUK ÜÇGENİ

ÖZGÜRLÜK VE SERBESTLİK ARASINDAKİ DERİN FARKLAR



NEVİN BİLGİN 


Özgürlük ve serbestlik çoğu zaman aynı anlamda kullanılsa da, aralarında köklü bir fark vardır. Özgürlük, iç disiplin ister; değerlerin peşinden gitmeyi, sorumlulukla hareket etmeyi gerektirir. Serbestlik ise canın istediğini yapmakla sınırlıdır; zevklerin yön verdiği, sorumluluktan azade bir hâli ifade eder. Bu ayrımı anlamak, ekonomik ve toplumsal düzeyde özgürlüğün gerçek anlamını kavrayabilmek için kritiktir.







Serbest Piyasa ve Özgürlük İlişkisi

Ekonomik bir düzen serbestiyeti teşvik edebilir. Yani insanlar yasal olarak istedikleri ekonomik faaliyetleri gerçekleştirme hakkına sahip olabilirler. Ancak bu serbestiyet, herkesin özgürce bir yaşam kurabileceği anlamına gelmez. Eğer serbest piyasa düzeni, belli kesimlerin sürekli olarak yoksul kalmasını engelleyemiyor ve hatta bu yoksulluğu derinleştiriyorsa, özgürlükten söz etmek güçleşir.

İnsanlar yasal olarak birçok şeye "serbest" olabilir; fakat yaşamlarını gerçekten özgürce kuracak imkânlardan mahrum kalırlar. Yoksulluk, çoğu zaman kendi kendini yeniden üreten bir sarmala dönüşür ve bireylerin yoksulluktan çıkmalarını sağlayacak fırsatlara erişimi dahi engellenir. Böyle bir yapıda, serbest piyasanın özgür bireyler yaratacağına dair inanç, ciddi bir sorgulamayı hak eder.


Yoksulluk ve Özgürlüğün Çelişkisi

Yoksulluğun sürekli yeniden üretildiği bir düzende bireylerin özgürce yaşama imkânı fiilen ortadan kalkar. Eğitim, sağlık, güvenli barınma ve çalışma hakkı gibi temel alanlarda derin eşitsizlikler, bireyin özgür tercih yapabilme kabiliyetini sınırlar. Hayırseverlik gibi bireysel ve rastlantısal müdahaleler, bu yapısal sorunlara ancak geçici ve yüzeysel çözümler sunabilir.

Bu durum, serbestliğin kendiliğinden özgürlüğe yol açmayacağını, hatta özgürlüğü zayıflatabileceğini gösterir. Özgürlüğün sağlanabilmesi için adil ekonomik koşulların ve eşit fırsatların oluşturulması şarttır.


Toplumsal Serbestlik ve Tahakküm Riski

Toplumsal düzeyde de serbestiyet, özgürlüğü garanti etmez. Devlet, bireylerin önündeki yasal engelleri kaldırsa bile, toplumsal baskılar ve güç dengesizlikleri bireylerin özgür hareket etmesini engelleyebilir.

Üstelik zamanla belli gruplar toplum içinde güç kazanarak diğerlerinin haklarını kullanmasını zorlaştırabilir, toplumsal baskılar kurabilir ve hatta demokratik kurumları işgal edebilir. Böylece serbest bırakılan toplumda özgürlük, ironik bir şekilde, aşınmaya başlar. Serbestiyetin amacı olan özgür birey ve özgür toplum hedefi tersine döner; tiranlık doğurabilir.


Özgürlüğün Şartı Adil Koşullardır

Bu tablo karşısında şunu sormak gerekir:

Sistemi serbest bırakmak mı, yoksa özgürlüğü koruyacak adil ve eşitlikçi bir düzen inşa etmek mi daha doğru bir yoldur?

Eğer serbest bırakılan ekonomik ve toplumsal düzen, herkese özgürce yaşama koşulları sunamıyor ve aksine eşitsizlik ve baskı üretiyorsa, o zaman özgürlüğün sağlanabilmesi için bilinçli ve adil müdahaleler gereklidir.

Özgürlük, yalnızca bireysel iradeye bırakılacak kadar basit bir mesele değildir; onu destekleyecek ekonomik ve toplumsal yapılarla birlikte düşünülmelidir.

Çünkü serbestiyet "yapabilirsin" der,

ama özgürlük "gerçekten yapabilecek misin?" sorusunu sorar.

Kaynakça. 

HANNAH ARENDT’İN ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞI

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file

https://www.ivmehareketi.com/2022/08/28/ozgurluk-serbestiyete-karsi/?utm_source=chatgpt.com

https://m.gencdergisi.com/12877-kural-ozgurluge-engel-midir.html?utm_source=chatgpt.com

https://oad.org.tr/yayinlar/ozgurluk-hosgoru-ve-farklilik/

https://uskudar.edu.tr/tr/icerik/7504/ozgurluk-sinirlari-zorlarsa-




27 Nisan 2025 Pazar

 EJDERHA DÖVMELİ KIZ

                      fotoğraf: Beyaz Perde

NEVİN BİLGİN 

David Fincher'ın 2011 yapımı Ejderha Dövmeli Kız (The Girl with the Dragon Tattoo), yalnızca bir polisiye gerilim filmi değildir; aynı zamanda şiddet, intikam, kimlik arayışı ve toplumsal yozlaşma temalarını ustalıkla işleyen bir karakter incelemesidir. İsveçli yazar Stieg Larsson’un kült romanından uyarlanan film, izleyiciyi hem bir kayıp vakasının peşine sürükler, hem de toplumun görünmeyen karanlık yönleriyle yüzleştirir. Fincher’ın soğuk atmosferi, Rooney Mara’nın Lisbeth Salander karakterindeki etkileyici performansı ve Trent Reznor & Atticus Ross’un tedirgin edici müzikleri, filmi türünün ötesine taşıyarak bir sanat eseri hâline getirir.



Şiddetin Anatomisi ve İntikam

Filmin temelinde, özellikle kadınlara yönelik şiddet ve adaletin gecikmiş yüzleşmesi temaları yer alır. Harriet Vanger’in kayboluş hikâyesi, yalnızca bireysel bir trajedi değil, aynı zamanda bir aile içindeki sistematik yozlaşmanın ve şiddetin metaforudur. Vanger ailesinin dışarıdan bakıldığında saygın görünen ama iç yüzüyle çürümüş yapısı, Fincher’ın filmlerinde sıkça işlediği "görünüş ve gerçeklik" ikileminin önemli bir örneğidir.


Lisbeth Salander’ın hikâyesi ise doğrudan kişisel intikam ve güç kazanımı temasını işler. Sistemin korumadığı bir birey olarak, kendi adaletini kendisi sağlamak zorunda kalan Lisbeth, aynı zamanda kadınların toplumdaki kırılgan konumuna bir isyandır.


Lisbeth Salander: Modern Bir Anti-Kahraman

Lisbeth, geleneksel "yardımcı dedektif" figüründen çok daha fazlasıdır. Onun varlığı, modern çağın yalnız, kırılgan ama aynı zamanda dirençli bireyinin yansımasıdır. Cinsel saldırıya uğraması, yalnızca fiziksel bir travma değil, aynı zamanda kimliğinin şekillenmesinde belirleyici bir dönüm noktasıdır. Rooney Mara'nın soğukkanlı ama aynı zamanda içsel çatışmalarla dolu performansı, Lisbeth karakterini unutulmaz kılar.


Mikael Blomkvist: Ahlaki Bir Arayışın Temsilcisi

Gazeteci Mikael Blomkvist (Daniel Craig), filmin diğer ana karakteri olarak, medya etiği ve bireysel sorumluluk arasındaki dengeyi arayan bir figürdür. Skandal bir dava sonrası itibarını kaybetmiş bir gazeteci olarak, Vanger davasını üstlenmesi, yalnızca bir mesleki rehabilitasyon çabası değil, aynı zamanda kişisel bir kefaret arayışıdır.


David Fincher, filme soğuk bir renk paleti ve klostrofobik mekânlar kullanarak sürekli bir tedirginlik hissi aşılar. İsveç’in kış atmosferi, yalnızlık ve izolasyon duygularını pekiştirir. Filmdeki kamera açıları, karakterlerin çevrelerindeki dünyaya yabancılaşmasını vurgular. Özellikle kapalı ve dar mekânlarda yapılan çekimler, hikâyedeki sıkışmışlık hissini artırır.


Müzik de bu atmosferin ayrılmaz bir parçasıdır. Trent Reznor ve Atticus Ross'un minimal, rahatsız edici müzikleri, hikâyenin karanlık yönlerini daha da derinleştirir. Açılış sekansında kullanılan Led Zeppelin’in “Immigrant Song” cover'ı, filmin temasına uygun bir şekilde hem isyanı hem de tehditkâr bir enerji akışını simgeler.


Aile, Güç ve Cinsiyet

Ejderha Dövmeli Kız, bireysel şiddetin ötesinde, kurumsallaşmış güç yapılarına ve ataerkil sistemlere yönelik sert bir eleştiridir. Vanger ailesi, yalnızca bireysel suçluları değil, aynı zamanda toplumun suçları gizleyip normalleştiren doğasını da temsil eder. Filmde erkek egemenliğinin şiddetle nasıl iç içe geçtiği gösterilirken, Lisbeth’in karakteri bu yapıya doğrudan bir başkaldırı figürü olarak yükselir.


Ejderha Dövmeli Kız, klasik bir "katil kim?" anlatısından çok daha fazlasıdır. Film, karanlık bir dünyanın içindeki adalet ve direniş arayışını anlatır. Hem bireysel travmaların hem de toplumsal yozlaşmanın izini sürerken, izleyiciyi rahatsız eden ama düşündüren bir deneyim sunar.


David Fincher’ın ustalıklı yönetimi, Rooney Mara’nın çarpıcı performansı ve filmin genel anlatı bütünlüğü, Ejderha Dövmeli Kızı çağdaş sinemanın karanlıkta parlayan nadide eserlerinden biri hâline getiriyor. 

KAOSUN İÇİNDEKİ İNSANLIK: 

MAD MAX: FURY ROAD'UN DERİN TOPLUMSAL ELEŞTİRİSİ VE FELSEFESİ



NEVİN BİLGİN 

Mad Max filmleri, özellikle Mad Max: Fury Road, sadece aksiyon dolu sahneleriyle değil, derin toplumsal eleştirisi ve felsefi altyapısıyla da dikkat çekici. 

Post-apokaliptik bir dünyada (yıkılmış bir uygarlığın ardından, genellikle kıtlık, kaos ve anarşi içinde hayatta kalma mücadelesi verilen bir ortamda geçen hikayeler) geçen bu film, hayatta kalma, iktidar, özgürlük ve insan doğasının karanlık yönleri üzerine derinlemesine bir keşif sunar.

Su, Petrol ve Silah

Film, çökmüş bir uygarlık sonrası oluşan yeni toplumsal yapıları eleştirir. Su, petrol ve silahların en değerli varlıklar haline geldiği bu dünyada, bireyler güç sahipleri tarafından köleleştirilmiş, özgürlükleri ellerinden alınmış ve hayatta kalmak için sürekli bir savaş vermek zorundadır. 



Kaynakları Kontrol Et, Halkı Manipüle Et

Mad Max serisi, iktidarın doğasını ve insanların bu zor koşullarda nasıl bir psikolojik dönüşüm geçirdiğini sorgular. Hikaye, otoriter yönetimler ve kaynak kıtlıkları gibi temalar etrafında şekillenir. Bu ortam, yeni toplumsal normların nasıl ortaya çıktığını ve bu normlara karşı direnişin nasıl kaçınılmaz hale geldiğini gösterir. Immortan Joe gibi figürler, kaynakları kontrol ederek halkı manipüle ederken, Max ve Furiosa'nın mücadelesi, bireysel özgürlük ve başkaldırının sembolü haline gelir.



AĞZA TAKILAN DEMİR MASKE ve SESSİZLİĞE MAHKUM EDİLME

Filmin başında, Max, "Kan Torbası" olarak kullanılmak üzere War Boys adlı Immortan Joe'nun askerlerine köle edilir. 

Ağzına takılan demir maske, yalnızca fiziksel bir engel olmanın ötesinde, kontrol ve boyun eğdirme sembolüdür. 

Bu maske, aynı zamanda insanın zincirlenmiş zihnini, konuşma özgürlüğünün elinden alınmasını ve mutlak otoriteye karşı sessizliğe mahkûm edilmesini ifade eder. 

Max'in bu maskeden kurtulması, bireysel özgürlüğünü yeniden kazanmasının ve kendi kaderini kontrol etmeye başlamasının ilk adımıdır.

KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ VE DİRENİŞİ

Mad Max: Fury Road, farklı anlam katmanlarıyla izleyicilerine derin bir toplumsal ve felsefi mesaj verir. Totaliter rejimlerin yükselişi ve düşüşü, Immortan Joe gibi liderlerin hayatta kalma korkusunu kullanarak halkı yönetmeleri ve bunun karşısında başkaldırının simgesi olan Furiosa'nın mücadelesi, özgürlük ve direnişin önemini vurgular. Kaynak kıtlığı ve kontrolü, temel ihtiyaçların iktidarın bir silahı haline gelmesiyle birleşirken, kadın özgürlüğü ve direnişi de güçlü bir şekilde işlenir. Furiosa ve diğer kadın karakterler, erkek egemen ve baskıcı bir dünyadan kaçmaya çalışarak özgürlük arayışına girerler.


İNSANIN KARANLIK VE AYDINLIK YANLARI

Serinin her filminde, insan doğasının karanlık ve aydınlık yanları sorgulanır. Max’in başta yalnızca hayatta kalma içgüdüsüyle hareket ederken, sonunda başkaları için savaşan birine dönüşmesi, bireysel özgürlük ve toplumsal sorumluluk arasındaki dengeyi sorgular. Aynı zamanda, iktidarın halk üzerindeki etkisini, baskının kitleleri nasıl şekillendirdiğini ve bireyin özgürleşme mücadelesini anlatan güçlü bir metafor sunar. İktidarın doğası, kaynaklar üzerinden şekillenir. Su, petrol ve gıda gibi yaşamsal kaynaklara sahip olanlar, bu kıtlık ortamında mutlak güç sahibi olur.

Max’in yolculuğu, serinin başından itibaren, yavaş yavaş toplumsal bağlarını kaybeden, içgüdüleriyle hareket eden bir karaktere dönüşmesini gösterir. Ailesinin kaybı ve kaos ortamı onu yalnızlaştırmış, toplumdan soyutlanmış ve nihayetinde sadece hayatta kalma dürtüsüyle hareket eden biri olmuştur. Ancak her filmde, tekrar bir amaç bulur ve kendini yeniden insan gibi hissetmeye başlar.

BEYİN YIKAMA SÜREÇLERİ

War Boys'un beyin yıkama süreci de önemli bir tema olarak işlenir. Immortan Joe'nun askerleri, ölümün bir zafer olduğu ve cennette ödüllendirilecekleri fikriyle yetiştirilir. Ölüm için programlanmış bu gençler, liderlerine körü körüne bağlı hale gelirler.

Mad Max: Fury Road sadece aksiyonla değil, aynı zamanda insan doğası, iktidar, özgürlük ve direniş üzerine güçlü bir anlatı sunar. 

İktidarın kaçınılmaz olup olmadığı, insanların özgürlük arayışında ne kadar ileri gidebileceği ve hayatta kalmanın insan doğasını nasıl şekillendirdiği üzerine düşünmeye sevk ediyor.

HEM FAKİR, HEM TERBİYESİZ, HEM DE İSRAFÇI OLDUK

GÜNAYDIN FAKİR!



Nevin BİLGİN 

Nasıl mı başardık bunu? Üçlü bir kombinasyon: Fakirleş, terbiyesizleş, bir yandan da israfın kitabını yaz. Dünya liginde eşine az rastlanır bir başarı hikayesi.


Önce fakirleştik. Her gün cüzdanlarımız inceldi, markette filesiz dolaşır olduk. Enflasyon kafasını uzatıp her sabah bize "Günaydın fakir!" diyor. Türk Lirası mı? Zaten zar zor hayatta kalan bir cankurtaran simidi gibi, her dalgada biraz daha suya batıyor. Fakiriz, evet. Peki buna göre mi yaşıyoruz? Tabii ki hayır!



Çünkü biz hem fakir hem de lüks düşkünü bir halkız. Evde yemek yapmak mı? Aman kim uğraşacak! Kısıtlı paramızla dışarıdan sipariş veriyoruz, hem de öyle böyle değil: soslu falan, hijyen falan hak getire, bol ekmekli, yanına yarım metrelik içecek, kutulu büyükçe de tatlı. Sonra "Para yetmiyor" diye ağlıyoruz. 


İyi de, insan biraz kendi fakirliğine saygı duyar be!


Her gün evlerimizin fayanslarını değiştire değiştire bir hal olduk. O apartmanların içini dışını yaptıra yaptıra, kamera, çardık, çatı, oluk, asansör, boya diye diye ömür geçirdik. 


Koltukları beğenmedik daha taksidi bitmeden çöpe bıraktık. 


Kredi kartlarına yükleniyoruz. Limit mi? Ne limiti, kart patlayana kadar! 


Ne için peki? 


Üç kuruşluk maaşla dizilerdeki, reklamlardaki 'ışıltılı' insanlara benzemek için. Marketten kıyma alamıyoruz ama dolabımızda marka marka kıyafet var. Yetmiyor, o kıyafetlerin taksitleri bitmeden hepsini torbalara doldurup sokaklara bırakıyoruz. 


Yolda yürürken her gün kaldırımlarda, orada burada don-pantolon artık o günün şansına ne varsa görmek artık normal. 


Sabah işe giderken kaldırımda 'sabah selamı' veren bir kot pantolonla ya da bir donla göz göze gelmek, yeni şehir hayatı ritüeli oldu.


Ama sadece fakir ve müsrif değiliz, aynı zamanda terbiyemizi de kaybettik. Herkeste bir çemkirme hali, el kol hareketleri, bağırarak konuşmalar. Selam versen dövecek tavırlar. Küfürler, küfürler...


Televizyon karşısında otura otura, tartışma programı izlerken kavga edenlerden "davranış kodu" öğrenirken iyice hoyratlaştık. 


Ne empati kaldı, ne anlayış. Birbirimize bakarken "Bundan bana ne çıkar?" diye düşünüyoruz. Saygı desen, o da gitti... Şimdi her kavga küçük bir çıkar çatışmasından patlıyor.


Kısacası, hem fakirleştik, hem terbiyesizleştik, hem de israfın kitabını yazdık. 


Üstelik bunu da gayet rahat ve doğal bir şekilde yapıyoruz. Sanki olması gereken buydu, sanki başka türlüsü mümkün değilmiş gibi.


Belki de biraz durup kendimize sormalıyız:

"Ben bugün gerçekten ihtiyacım olanı mı aldım, yoksa reklamdaki o gülümseyen modele benzemek için mi harcadım?"

"Bugün gerçekten birine nezaket gösterdim mi, yoksa sadece çıkarım için mi konuştum?"

"Bugün gerçekten bir tas çorba yapıp evimde yedim mi, yoksa kredi kartına bir çentik daha mı attım?"


Sorular basit. Ama cevabı bulmak için biraz cesaret, biraz da yüzleşme gerekiyor.

Yüzleşelim mi biraz ne dersiniz? 


Yoksa daha çok don-pantolon selamı alırız kaldırımdan, sabah sabah.


26 Nisan 2025 Cumartesi


Bal Tuzağı ve Cinsel Casusluk Okulu


Nevin Bilgin

Casusluk tarihinde "seks ve cazibenin silah olarak kullanılması" denince akla gelen ilk isimlerden biri Mata Hari’dir. Asıl adı Margaretha Geertruida Zelle olan Mata Hari, I. Dünya Savaşı sırasında hem Fransızlar hem de Almanlar için çalıştığı iddialarıyla ünlü olmuş ve 1917 yılında Fransızlar tarafından casusluk suçlamasıyla idam edilmiştir. Dansçı kimliği ve egzotik görünüşü sayesinde yüksek rütbeli subaylar ve politikacılarla yakın ilişkiler kurarak bilgi topladığı söylenir. Mata Hari’nin efsaneleşen hikâyesi, sonrasında birçok ülkenin özellikle kadın ajanlar aracılığıyla yürüttüğü "seks casusluğu" uygulamalarına ilham kaynağı oldu. Sovyetler Birliği'nin Kazan'da kurduğu ve kadın ajanlara "bal tuzağı" tekniklerini öğrettiği iddia edilen "Devlet Okulu 4" gibi eğitim merkezleri de bu yaklaşımın sistematik bir hale getirildiğinin göstergesidir. Mata Hari'nin bireysel düzeyde başardığı şeyler, Soğuk Savaş döneminde artık organize devlet politikalarının bir parçası haline gelmişti.

Cinsel casusluk, gizli bilgi elde etmek amacıyla cinsellik veya cinsel ilişki yollarının kullanıldığı casusluk faaliyetlerini ifade etmektedir. 

Bal tuzağı ise bu kapsamda bir hedefin duygusal ya da cinsel ilişkiler yoluyla tuzağa çekilmesi ve böylece ondan bilgi veya güç elde edilmesi yöntemidir​. 

Bal tuzağı, hedefin güvenini kazanmak ve onu mahrem hayatındaki zaafları üzerinden kontrol etmek suretiyle etkisiz hale getirmeyi amaçlar. Sovyet gizli servislerinin Soğuk Savaş döneminde bu taktikleri yoğun biçimde uyguladığı belirtilmektedir. Batılı diplomatlar, insanlar Doğu Bloku başkentlerinde “bal tuzakları”na karşı sürekli uyanık olmaları konusunda uyarılmıştır; zira KGB ajanları güzel kadınları kullanarak diplomatları baştan çıkarmayı ve bilgi elde etmeyi hedeflemiştir​. Bu nedenle birçok Batılı diplomat, Sovyet misyonlarında geçirdikleri süre boyunca KGB’nin cinsel tuzak girişimleriyle ilgili anılarını dile getirmiştir​. 



Eski CIA ajanı Jason Matthews’a göre, Sovyetler Birliği Kazan’da “Devlet Okulu 4” adında bir cinsel casusluk okuluna sahipti. 


Bu gizli okulda kadın ajan adaylarına ‘serçe’ olarak adlandırılan cinsel istihbarat taktikleri öğretiliyordu. Okuldaki eğitimde, ajan adaylarına dış ilişkilerde hedeflerini nasıl baştan çıkaracakları, gizli belgeleri ele geçirmek için nasıl kompramat (mahrem görüntü veya kayıt) toplayacakları gibi yöntemler öğretilmiştir



Matthews bu okulun Sovyet sonrası dönemde kapatıldığını belirtse de, Rus istihbaratının halen benzer taktikleri bağımsız ajanlar veya sözleşmeli kadrolar aracılığıyla kullandığını kaydetmiştir. 


Önemli Bal Tuzağı Örnekleri

Karl ve Hana Koecher (Çek KGB ajanları): 2015’te emekli CIA ajanı Jonna Mendez, Karl ve Hana Koecher çiftinin ABD’deki Casusluk Okulu’na (CIA) sızmak için Washington DC’deki bir swinger kulübünü kullanarak en az 10 CIA personelini ağına çektiğini anlatmıştır​


. Bu yöntemle, Koecher’lar kulüpte bulunan üyelerin güvenini kazanıp üst düzey gizli bilgileri elde etmişlerdir.

Amerikalı Denizci Asker (1970’ler): Aynı yıl Mendez, The New York Times’a verdiği demeçte Moskova’da görevli genç bir ABD denizcisinin bir KGB ‘serçesi’ tarafından baştan çıkarıldığını ve bu nedenle elçiliğe yasadışı Rus ajanlarının girmesine izin verildiğini belirtmiştir​


. Bu vakada, casusların cinsel tuzakla askerî güvenliği ihlal ettirdiği iddia edilmiştir.

Yuri Krotkov (Sovyet yazarı): 1963’te Batı’ya iltica eden Sovyet oyun yazarı Yuri Krotkov, KGB’nin genç ve çekici kadınları film projeleri vaadiyle ajanlığa kazandırdığını ifşa etmiştir​


. Krotkov, bu kadın ajanların ünlü oyuncu olabilecekleri vaadiyle kandırıldığını, topladıkları stratejik bilgilerin cinsel tuzaklarla elde edildiğini anlatmıştır.


Diğer Üst Düzey Hedefler: Belgelenmemiş ama çeşitli kaynaklarda yer alan iddialara göre, bal tuzakları pek çok üst düzey lideri hedef almıştır. Örneğin 1950’lerde Endonezya Devlet Başkanı Sukarno ve Fransa’nın Moskova Büyükelçisi Maurice Dejean gibi figürlerin, Sovyet hizmetlerine bilgi akışı sağlamak amacıyla cinsel tuzaklara maruz kaldığı ileri sürülmüştür


Bal Tuzağının Kullanım Amaçları

Bilgi Toplama ve İstihbarat Sağlama: Bal tuzaklarının birincil amacı gizli bilgileri ele geçirmek veya düşman devletlerin sırlarına nüfuz etmektir. KGB ajanları, hedef kişiyi baştan çıkarıp onun üzerinden gizli belgeler, raporlar veya askeri sırlar alabilir​


Şantaj ve Kompramat Toplama: Bal tuzakları genellikle kurbanın mahrem görüntülerini veya özel hayatına dair kayıtları elde etmek için kullanılır. Bu mahrem veriler daha sonra hedef üzerinde şantaj (kompramat) unsuru olarak kullanılabilir


Rekabetçi İstihbarata Sızma: Cinsel tuzaklar aynı zamanda rakip veya düşman istihbarat örgütlerine ajan yerleştirmek, mevcut ajanları kontrol etmek veya güvenliği zayıflatmak için de kullanılır. Hedef ülkede ‘bal tuzağı’ kuran ajanlar, kendilerini hedefe yakın konumlandırarak uzun vadeli stratejik avantaj elde edebilir (örneğin, ajan gruplarına katılmak veya yabancı misyonlarda çalışmak). Bu sayede karşı istihbarata nüfuz sağlanır ve siyasi-militer kararlar etkileşime açık hale getirilir​


Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra “Devlet Okulu 4” gibi kurumların kapandığı düşünülse de, taktik tamamen ortadan kalkmamıştır. Eski CIA’lı Jason Matthews’a göre, Rus istihbaratı bal tuzakları için artık resmi okullar yerine bağımsız ajanlar ve sözleşmeli casuslar kullanmaktadır.

                           Mata Hari

Örneğin 2024’te İngiltere’de görülen bir davada, Rus istihbarat ajanları olarak tanımlanan kişilerin Birleşik Krallık’taki hedeflerine karşı bal tuzakları kurma planları yaptığı iddia edilmiştir


Kaynakça: 

https://en.wikipedia.org/wiki/Sexpionage#:~:text=The%20Washington%20Post%20reported%20in,16

https://www.telegraph.co.uk/news/2024/11/28/russian-spy-ring-plotted-high-level-espionage/#:~:text=A%20Russian%20spy%20ring%20plotted,the%20Old%20Bailey%20has%20heard

https://en.wikipedia.org/wiki/Sexpionage#:~:text=Matthews%20believes%20the%20Kazan%20school,11

https://listverse.com/2024/10/24/10-intriguing-things-about-former-soviet-sexpionage-schools/#:~:text=In%20his%20spy%20novel%20Red,confidential%20information%20from%20powerful%20foreigners

https://www.thedailybeast.com/the-epic-honey-trap-a-classic-case-shows-just-how-far-moscow-will-go/?utm_source=chatgpt.com

https://discover.hubpages.com/education/State-School-4-The-Secret-Soviet-School-for-Sex-Spies


https://www.military.com/undertheradar/2018/03/02/ex-cia-agent-and-red-sparrow-author-jason-matthews-talks-about-russian-threat.html

https://www.npr.org/2019/06/10/724099134/moscow-rules-how-the-cia-operated-under-the-watchful-eye-of-the-kgb

 "BEDENİNİZ ARTIK DEVLETE AİTTİR"

KIRLANGIÇLAR, KUZGUNLAR, CİNSEL CASUSLUK OKULU VE "KIZIL SERÇE" FİLMİ ÜZERİNE




NEVİN BİLGİN 


Cinsel casusluk ve bu casusluğa hazırlananların özel okullarda eğitildiğini biliyor muydunuz? SSCB'de bu tür taktikleri kullanmak üzere görevlendirilen kadın ajanlara kırlangıçlar, erkek ajanlara ise kuzgunlar denirdi. 


"Kızıl Serçe" İsmi ve Sovyet "Sparrow" Programı

"Kızıl Serçe" (Red Sparrow) filmi de, Sovyetler Birliği döneminde var olduğu bilinen ve "Sparrow" olarak adlandırılan gizli bir programdan esinlenen bir film. Bu programda, genç kadınlar ve erkekler cinsel cazibe ve baştan çıkarma teknikleri konusunda eğitilerek, hedef kişileri manipüle etmek ve istihbarat toplamak amacıyla kullanılmıştır. Bu tür ajanlar, özellikle yabancı diplomatları ve önemli kişileri tuzağa düşürmek için görevlendirilmiştir. 




CIA eski görevlisi Jason Matthews, bu programın gerçekliğini doğrulamış ve Sovyetler Birliği'nde Kazan şehrinde "Sparrow" okullarının bulunduğunu belirtmiştir.


Filmde Kadın Ajanların Eğitimi ve İnsanlık Dışı Uygulamalar

"Kızıl Serçe" (Red Sparrow), yönetmenliğini Francis Lawrence'ın üstlendiği ve başrolünde Jennifer Lawrence'ın yer aldığı 2018 yapımı bir casusluk gerilim filmi. Film, eski bir CIA ajanı olan Jason Matthews'un aynı adlı romanından uyarlanmış. Matthews'un 33 yıllık istihbarat tecrübesi, filmin gerçekçi atmosferine katkı sağlamış. 


Filmde, baş karakter Dominika Egorova'nın (Jennifer Lawrence) bir balerin olarak kariyerinin sona ermesinin ardından, devlet tarafından "Sparrow" programına zorla dahil edilmesi anlatılır. Bu programda, ajan adayları cinsel baştan çıkarma, psikolojik manipülasyon ve fiziksel dayanıklılık konularında yoğun bir eğitime tabi tutulurlar. Eğitim süreci, bireylerin kişiliklerini ve insani duygularını bastırarak, onları devletin hizmetinde birer araç haline getirmeyi amaçlıyor.


Eğitim sırasında, adaylara "Bedeniniz artık devlete aittir" gibi ifadelerle, bedenlerinin ve zihinlerinin kontrolünün ellerinden alındığı sürekli olarak hatırlatıyor.

Dominika'nın Direnişi ve Zihinsel Gücü

Filmde Dominika, eğitim sürecinde ve sonrasında karşılaştığı zorluklara rağmen, zihinsel gücünü ve stratejik düşünme yeteneğini kullanarak sistemin dayattığı rollere karşı koyar. Devletin onu sadece bir cinsel cazibe unsuru olarak kullanma çabalarına rağmen, Dominika kendi iradesini korur ve manipülasyon yeteneklerini kendi amaçları doğrultusunda kullanır. 

Bu yönüyle, film, kadınların cinselliğinin sadece bir araç olarak değil, aynı zamanda bir güç unsuru olarak da kullanılabileceğini gösteriyor.


Filmdeki Soğuk Savaş Temaları ve Gerçekçilik

"Kızıl Serçe", Soğuk Savaş döneminin paranoyasını ve istihbarat savaşlarını yansıtan bir atmosfer sunuyor. Filmdeki karakterler arasındaki güven eksikliği, çift taraflı ajanlık ve sürekli değişen sadakatler, dönemin karmaşık siyasi ilişkilerini yansıtıyor. Jason Matthews'un CIA'deki deneyimleri, filmin bu yönünün gerçekçi bir şekilde işlenmesine katkı sağlıyor. 


Kaynakça: 


https://vaguevisages.com/2018/08/20/gazing-at-red-sparrow/?utm_source=chatgpt.com


https://writingstudio.co.za/red-sparrow-a-spy-film-about-survival-and-seduction/?utm_source=chatgpt.com


https://www.visualhollywood.com/red-sparrow-2018-production-notes?utm_source=chatgpt.com


https://www.mirror.co.uk/news/real-life-stories/secret-spy-school-used-train-12151469?utm_source=chatgpt.com


https://en.wikipedia.org/wiki/Red_Sparrow


https://en.wikipedia.org/wiki/Sexpionage

24 Nisan 2025 Perşembe

BETONUN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ


FAYANS, LAVABO, KAMERA SİSTEMİNİ SÜREKLİ DEĞİŞTİRENLER DEPREM İÇİN SAĞLAMLAŞTIRMAYI NEDEN YAPMAZ? 



Güneş yüzünü gösterdi mi, şehir bir anda bir şantiye alanına dönüşür. Neredeyse her binadan matkap sesleri yükselmeye başlar. Balkonlara, bina girişlerine çuvallar dolusu hafriyat yığılır. Fayansı beğenmeyen, lavaboyu beğenmeyen, pencere çerçevesini değiştirmek isteyenler... Herkes bir şeylerden memnuniyetsiz. Ve bu memnuniyetsizlik, sürekli bir yenileme arzusuyla birleşir. On yılda üç kez fayans değiştirenler, her beş yılda bir mutfak dolaplarını söküp yeniden yaptıranlar, komşusunda gördüğü mermeri kendi banyosuna taşıyanlar...

APARTMAN YÖNETİMLERİ

Apartman yönetimleri de bundan geri kalmaz. Sürekli değişen çatılar, borular, güvenlik kameraları, bahçe düzenlemeleri... Binaların önünde ne ağaç kalır ne kuş. İki kelaynak gibi dikilen birkaç ağaç, doğaya dair son izler olur. Gerisi taş, beton, seramik.


Bir inşaat çılgınlığı içindeyiz. Fayans, lavabo, kamera sistemi... Dönüp bakmaz olduk göğe, rüzgârın sesine, toprağın kokusuna. Oysa “deprem” dendi mi herkes susar. “Binalar sağlam mı?” sorusu havada kalır. 

Ne bir güçlendirme, ne bir sağlamlık raporu. Ama lavabonun şekli sorun olur, fayansın rengi tartışılır. Gerçek sorunlar ötelenirken, vitrin parlatılmaya devam eder.

FAYANS DÖŞEME HOBİSİ

Bu halimiz biraz da şunu düşündürüyor: Belki de sesleri bastırmak için yapıyoruz tüm bu tadilatları. Kendi iç sesimizi, kaygılarımızı, çaresizliğimizi... 

Fayans döşeyerek örtmeye çalışıyoruz içimizdeki boşluğu. Matkap sesi, konuşulması gereken her şeyin yerine geçiyor. O yüzden her güne bir inşaat sesiyle uyanıyoruz. Çünkü gerçek uğraş göstermemiz gerekenler yerine evcilik oynamaya devam ediyoruz. 


KOKUYORSA SEBEBİ VAR: ŞEHİRLERDE TUVALET HAKKI NEDEN LÜKS OLMAMALI?



Şehirlerin göbeğinde çiş kokusuyla burun buruna kalmak artık sıradanlaştı. Meydandan geçerken burnunu tıkayan da var, başını çevirip hızla yürüyen de. Ama kimse sormuyor: Neden? Sorunun cevabı çok açık ve rahatsız edici: Şehirlerde ücretsiz, erişilebilir tuvalet yok. AVM’ye giriyorsan sorun yok, ama ya giremiyorsan? Ya metro çıkışında bir aciliyetin varsa ve cebinde 15 lira bile yoksa?

Bugün Ankara’da metronun altındaki tuvaletler 15 lira. Kredi kartı bile geçiyor. “Hizmette dijitalleşme” deyip geçiyoruz ama bu dijitalleşme, temel bir ihtiyacı ücretli hale getirmenin bahanesi olmamalı. İnsanlar bu yüzden AVM’ye tuvalet ihtiyacı için giriyor. AVM yoksa paralı tuvalete, o da yoksa... duvar kenarına.



Sonra da şikayet ediyoruz: “Şehir kokuyor!” Evet, kokuyor çünkü görmezden geliyoruz. Belediyeler, şehir planlamasında ‘insan’ı ve onun en temel ihtiyaçlarını hesaba katmıyor. Oysa sosyal belediyecilik tam da burada başlar: Temel ihtiyacın kamusal çözümleriyle. Tuvalet, bir lüks değil; insanca yaşamanın parçası.

Oysa bu mesele yeni değil. Roma döneminde bile kamusal tuvaletler vardı. Parası olmayanlar için inşa edilmiş, ortak kullanım alanlarıydı. Hitit saraylarında oturaklı taşlar, Urartu saraylarında kanalizasyon sistemleri vardı. MÖ 1.000'li yıllarda bile bu mesele ciddiye alınmıştı. Biz ise 2025’te hâlâ tuvaleti AVM’ye mahkûm ediyoruz.



Soru şu: Bir şehirde, meydanda, parkta, istasyonda “insanca bir tuvalet” bulamamak neyin göstergesi? Medeniyetin mi, yokluğun mu? Belediyeciliğin sosyal yönü, yalnızca kültürel etkinliklerle değil, bireyin günlük yaşamını kolaylaştıran küçük ama hayati dokunuşlarla başlar.




Ve evet, şehir kokuyor. Çünkü bir şehir, temel ihtiyaçları yok saydığında, sadece beton değil, utanç da birikir duvarlarında.

23 Nisan 2025 Çarşamba

 

TAŞLAR SALLANDI, SÖZLER YERİNDE KALDI: 

EVLİYA ÇELEBİ’NİN SEYAHATNAMESİNDE İSTANBUL DEPREMLERİNE DAİR GÖZLEMLER

9 ŞİDDETİNDE DEPREM VE TUSUNAMİDEN SÖZ EDİLİYOR


                                                                                                    fotoğraf. https://turkulak.com.tr/

NEVİN BİLGİN

Evliya Çelebi'nin seyahatnamesi, İstanbul depremleri için önemli kaynaklardan birisini oluşturmaktadır. 

Yapılan araştırmalarda özellikle 1509 yılında meydana gelen ve "Küçük Kıyamet" olarak bilinen büyük depremin tarihî belgelerdeki izi, modern bilimsel araştırmalarla birlikte değerlendirilmiş, Evliya Çelebi’nin betimlemeleri ile tarihsel olaylar arasında paralellik kurulmuştur.

Tarih boyunca birçok medeniyete başkentlik yapmış olan İstanbul, sadece politik ve kültürel bir merkez değil, aynı zamanda jeolojik olarak da dinamik ve tehlikeli bir coğrafyada yer almaktadır. Depremler, bu şehrin dokusuna kazınmış, mimariden siyasete, halk anlatılarından padişah fermanlarına kadar pek çok alanda kendini göstermiştir. Osmanlı coğrafyasının en özgün anlatıcılarından biri olan Evliya Çelebi, bu sarsıntıların yalnızca fiziksel etkilerini değil, aynı zamanda zihinsel ve toplumsal etkilerini de Seyahatname’sinde detaylı bir biçimde aktarmıştır.

Depremin Mimariye Yansıması

Evliya Çelebi’nin anlatılarında yer alan Fatih Sultan Mehmed ile mimarbaşı arasında geçen diyaloğa göre, caminin Ayasofya kadar yüksek olmaması bir mimari tercih değil, bir zorunluluktu. Mimarbaşı, bu kararı İstanbul’daki sık depremleri göz önünde bulundurarak aldığını belirtir:

“Padişahım İstanbul’da deprem çok olup metanet üzere dünyanın sonuna kadar dursun diye iki sütunu üçer arşın kesip Ayasofya Camii’nden biraz alçak ettim.” 


Bu diyalog, Osmanlı mimarlığında estetik kaygılarla doğal afet riski arasında nasıl bir denge kurulduğunu gözler önüne serer.


Küçük Kıyamet

Evliya Çelebi’nin bir başka bölümünde anlattığı üzere, II. Bayezid döneminde İstanbul ve Galata büyük bir depremle sarsılmıştır:


“Tanrı’nın hikmeti gök kazası olup İstanbul içinde yedi gün altı gece deprem olup Galata Kalesi’nin nice yerleri yıkıldı.” 

Tarihsel kaynaklar bu olayın 10 Eylül 1509 tarihinde meydana geldiğini ve halk arasında "Küçük Kıyamet" olarak anıldığını belirtmektedir. Bu depremde Ayasofya, Fatih Camii, Topkapı Sarayı gibi birçok önemli yapı hasar görmüş; yaklaşık 13.000 kişi yaşamını yitirmiştir.


Modern araştırmalar, depremin büyüklüğünü 7.65, şiddetini ise 9 olarak kayda geçirmiştir. 


10 Eylül 1509 Depreminin Episantr Alanı  Aralarında Fatih Cami, Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın da bulunduğu pek çok tarihi yapı hasar görmüştür. Artçı sarsıntıları 45 gün süren bu depremde Marmara Kıyılarında tsunami olayı da gerçekleşmiştir

Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü  tarafından hazırlanan katalogda, 1462 yılına tarihlenen ve 9 şiddetinde olduğu belirtilen bir İstanbul depreminden bahsedilmektedir. Ancak bu olay, “en az güvenilirlikli” ve “kaynak sayısı yetersiz” notuyla belirtilmiştir. Bu durum, tarihsel depremlerin belgelenmesinde kaynak çeşitliliğinin ve doğrulama imkanlarının ne denli önemli olduğunu göstermektedir.


Kaynakça


Evliya Çelebi. (2024). Seyahatname.  İstanbul

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/4364243

KADERİN ADI UNUTMAK MIYDI?




Nevin BİLGİN 

Her krizde, her kazada, her acı olayda… Yine aynı döngü.

Bir anda sarsılıyoruz, yer yerinden oynuyor, gözler doluyor.

Kısa bir sessizlik. Ardından mikrofonlar, ekranlar, büyük sözler, büyük vaatler.

Ama sonra... yine aynı sessizlik. Ama bu kez unutmanın sessizliği.


Bir deprem oluyor mesela.

İnsanlar enkaz altından çıkarılıyor, bir çocuğun elindeki oyuncak hepimize vicdanı hatırlatıyor.

O an hepimiz insan oluyoruz.

Birbirimize sarılıyoruz, yardım ediyoruz, ağlıyoruz.

Ama sonra…

O enkaz kaldırıldıkça hafızamız da temizleniyor.

Sanki olanlar hiç yaşanmamış gibi.

Sanki bir daha olmayacakmış gibi.

Sanki biz hiç yaşamamışız gibi.


Ve sonra biri çıkıyor, diyor ki:

“Kader.”

Başımızı öne eğiyoruz.

Kabul ediyoruz.

Boyun eğiyoruz.

Ama belki de en kötüsü şu:

Kaderi yanlış anlıyoruz.


Nietzsche “amor fati” der, kaderini sev.

Ama bu, başına geleni sorgusuz kabul et demek değildir.

Bu, yaşanan her şeyin anlamını bul, onu dönüştür, ondan bir hayat yap demektir.

Kaderini sevmek, acının üzerine düşünmekle başlar.

O acıyı estetikle, düşünceyle, ahlakla dönüştürmekle devam eder.

Ve aynı hatayı tekrar etmemekle tamamlanır.


Oysa biz ne yapıyoruz?

Yaşananları konuşa konuşa aşındırıyoruz.

Her seferinde büyük bir söz söyleyip ertesi gün sessizliğe bürünüyoruz.

Sanki unutmak bir tür korunma biçimi.

Ama aslında unutmak bir tür ihanettir.

Hem kendimize, hem kaybettiklerimize.


Kader bir yazgıysa, biz o yazgının nasıl yaşanacağını seçebiliriz.

Depremin olmasını engelleyemeyiz belki, ama bina sağlam olur.

Yangın çıkar, ama ihmal edilmez ve kurallar uygulanırsa belki insanlar, ormanlar kurtarılır.

Hayat hep zorluk çıkarır, ama biz neyle ve nasıl karşılık verdiğimizi seçebiliriz.


Kaderini sevmek, her şeyin aynı kalmasına razı olmak değildir.

Tam aksine, her şeyin değişebileceğini bilip buna rağmen o yolu yürümektir.

Çünkü sevgi, sadece kabul değil, sorumluluktur da.


O hâlde soralım kendimize:

Biz kaderimizi seviyor muyuz gerçekten?

Yoksa sadece unutmayı mı seviyoruz?


22 Nisan 2025 Salı

Meclis'in Açılışı ve Mustafa Kemal’in Milletvekilliğini Engellemeye Dönük Girişimler, Meclis'teki Gerilim

3 İsim, Mustafa Kemal'in vatandaşlık hukukundan düşürülmesini istedi


Erzurum Kongresi'nde hastalanınca Meclis'teki milletvekili seçilmesine ilişkin oturuma katılmadı ve bu nedenle dilekçe gönderdi



              Fotoğraf: işteAtatürk


Nevin BİLGİN 

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş yıllarında, Mustafa Kemal Atatürk’ün milletvekilliğini engelleme girişimleri, tarih sahnesinde önemli bir yer tutmaktadır. Erzurum Milletvekili Süleyman Necati, Mersin Milletvekili Selahattin ve Samsun Milletvekili Emin Bey tarafından önerilen bir kanun tasarısı, Atatürk’ün vatandaşlık hukukundan düşürülmesini amaçlıyordu. Ancak Atatürk, mecliste yaptığı tarihi konuşmada, bu girişime karşı sert bir savunma yaptı.



Kanun Tasarısının Amacı ve Atatürk’ün Tepkisi

Bu tasarıya göre, milletvekili adaylarının yalnızca Türkiye’nin bugünkü sınırları içinde doğmuş veya en az beş yıl süreyle bir seçim çevresinde yaşamış olması gerekiyordu. Bu şartlar, Atatürk’ün milletvekilliği yolunu doğrudan kapatıyordu. Çünkü doğum yeri olan Selanik, Cumhuriyet’in sınırları dışında kalmıştı ve Atatürk, savaşlar nedeniyle hiçbir yerde beş yıl boyunca yaşamamıştı.


Mecliste yaptığı konuşmada Atatürk, bu duruma şu sözlerle tepki gösterdi:

"Doğum yerim bugünkü ulusal sınırların dışında kalmıştır. Fakat bu böyle ise bunda benim katiyen bir kasıt ve kabahatim yoktur."

Salondan yükselen “Haşa Paşa Hazretleri” seslerine aldırmadan konuşmasını sürdüren Atatürk, bu tasarının yalnızca kendisini değil, tüm ulusal mücadeleyi hedef aldığını vurguladı.


Ulusal Mücadele ve Hizmetlerin Hatırlatılması


Atatürk, konuşmasında ulusal mücadele sırasında yaptığı hizmetleri bir bir sıralayarak, bu tasarının ne kadar haksız olduğunu gözler önüne serdi. Çanakkale’de Arıburnu ve Anafartalar’daki savunmadan, Bitlis ve Muş’un kurtarılmasına, Suriye’de düşmana karşı direniş örgütlemeye kadar birçok kritik başarısını hatırlattı.

"Eğer bu maddenin talep ettiği koşulu kazanmaya çalışsaydım, bu hizmetleri yapamazdım." diyerek, kendisine yöneltilen engelleme girişiminin aslında ulusal bağımsızlık mücadelesini baltalamaya çalıştığını savundu.



Meclisteki Gerilim ve Destek Sesleri

Atatürk’ün konuşması sırasında salondaki gerginlik giderek yükselirken, Osmaniye Milletvekili İhsan Bey’in müdahalesi dikkat çekti. İhsan Bey,

"İki üç kişinin ifade yanlışlığı bütün meclise ait olabilir mi, Paşa Hazretleri?" diyerek, Atatürk’e destek verdi ve tartışmanın daha fazla büyümesini engelledi.


Hemşerilik Teklifinin Kabulü ve Sonuç

Bu girişim, Atatürk’ü derinden yaralamıştı. Ancak tam da bu günlerde, Ankara halkı ve Ankara Belediyesi öncülüğünde Atatürk’e hemşerilik teklif edildi. Bu teklif, yalnızca bir formalite değil, halkın liderine duyduğu güvenin ve bağlılığın güçlü bir ifadesiydi. Mustafa Kemal Paşa, bu anlamlı teklifi kabul ederek Ankara ile olan bağını daha da güçlendirdi ve daha sonra üst üste beş dönem Ankara milletvekili olarak görev yaptı.


Bu süreç, Atatürk’ün yalnızca askeri lider olarak değil, aynı zamanda siyasi arenada da nasıl engellere rağmen mücadelesini sürdürdüğünü gösteren önemli bir olay olarak tarihe geçti.

Bu olay, Atatürk’ün ulusal mücadeleye adanmışlığının ve halkın ona duyduğu sevginin en güçlü kanıtlarından biri olarak hafızalarda yer etti.


Mustafa Kemal, Erzurum'da Hastalanır, İlk Vekilliği Erzurum


Meclis-i Mebusan On Üçüncü İnikat Zabıtnamesi

Tarih: 23 Şubat 1336 Pazartesi

Sayfa: 148


— Erzurum Mebusu Mustafa Kemal Paşa'nın mazbata ve evrak-ı müteferria-i intihabiyyesi şubece kıraat edilerek müşarünileyhin mebusiyeti kabul ve tasdik edilmiş.


REİS: — Kabul buyuruluyor mu efendim? Mustafa Kemal Paşa'nın Erzurum Mebusluğu tasdik olunmuştur.


REİS: — Diğerini de okuyunuz:


Meclis-i Mebusan Riyâset-i Celilesine


Hastalığıma binaen bu günlerde hareketime imkân yoktur. Mezun addedilmekliğimi istirham eyleri


Meclis'in açılışı


Her türlü hazırlık tamamlanmıştı. Türk Milletinin tarihinde yeni bir devir açılıyordu; özgürlük, millet iradesiyle, Meclis aracılığıyla kazanılacaktı. 23 Nisan'da Ankara, hem tarihi bir olaya tanıklık ediyor hem de bu olayın sahnesi oluyordu. Bu gelişmeler, harikalarla dolu tarihimizde milletin yaşama verdiği önemin ve özgürlük tutkusunun açık bir göstergesidir.


Millet, yok edilmek istenen varlığını kurtarmak için Meclisini açıyordu. Meclisin, Ulus Meydanı’ndaki İttihat ve Terakki Kulübü binasında açılmasına karar verildi. 23 Nisan 1920'de Meclis açılırken, bu tarihi ana tanıklık eden gazeteci ve tarihçi E. Behnan Şapolyo şöyle anlatıyor:


“Bina henüz tamamlanmamıştı. Kiremitleri bile döşenmemişti, pek çok eksiği vardı. Kiremit yetmediği için Ankaralılar, kendi evlerinin çatılarından kucak kucak kiremit taşıyarak binanın çatısını kapattılar. Bu manzara çok anlamlıdır. Mecliste milletvekillerinin oturacağı sıra bile yoktu. Ankara Muallim Mektebinin tatbikat okuluna ait sıralar getirildi. O dönemde Ankara’da elektrik de yoktu. Kahvelerden birinden alınan petrol lambasıyla salon aydınlatıldı. Koridora, milletvekillerinin su içebilmesi için üç küp konuldu ve üzerlerine maşrapalar bırakıldı. Sokağa bakan ilk oda, Riyaset (Başkanlık) odası olarak düzenlendi.”


Daha sonra, Meclis salonuna meşhur hattat Hulusi Efendi’nin yazdığı "Hâkimiyet Milletindir" yazısı asıldı. Bu söz, sadece o günün değil, Türk milletinin bağımsızlık ve egemenlik anlayışının da simgesi haline geldi.


Kaynakça: 


https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/346212


https://www.youtube.com/watch?v=8JKYlBlxhw0


https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1665054

21 Nisan 2025 Pazartesi

ABD’nin Yumuşak Güç Stratejileri ve Çocukların Rolü




Nevin BİLGİN 

ABD, küresel arenada etkisini artırmak için diplomatik, ekonomik ve kültürel unsurları kapsayan yumuşak güç stratejilerini en iyi kullanan ülkelerden birisi. 

                  fotoğraf: Euronews

Bu stratejilerin önemli bir parçası, kamuoyuna sunulan güçlü görseller ve anlatılar yoluyla ülkeler arası ilişkileri pekiştirmek, liderlerin insani yönlerini öne çıkarmak ve belirli politik mesajları vurgulamaktır. 


Son yıllarda, bazı ABD’li figürlerin çocuklarını kamuya açık etkinliklerde öne çıkarması dikkat çekiyor. Bu durum, yumuşak gücün bir aracı olarak değerlendirilmeye başladı. 


Elon Musk ve Beyaz Saray’daki Görüntüler

Teknoloji dünyasının en önde gelen isimlerinden biri olan Elon Musk, yalnızca iş dünyasında değil, siyasi alanlarda da etkili bir figür haline gelmiştir. Beyaz Saray’da düzenlenen bir toplantıya dört yaşındaki oğlu X Æ A-Xii ile katılması büyük yankı uyandırmıştır. Küçük X, toplantı boyunca Musk’ın omuzlarına oturarak ve şirin tavırlarıyla ilgi çekmiş, medya tarafından geniş çapta haberleştirilmiştir. Bu olay, kamuoyunda Musk’ın güçlü liderlik figürüyle insani yönlerini birleştiren bir mesaj vermesi olarak yorumlanmıştır. Ancak bazı eleştirmenler, çocukların böyle politik ve kurumsal ortamlarda yer almasının etik olup olmadığı konusunda tartışmalar başlatmıştır.


J.D. Vance ve Hindistan Ziyareti

ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance'in son Hindistan ziyaretine de 3 çocuğuyla katılması bu yönden dikkat çekiciydi. 

Vance'nin gerçekleştirdiği Hindistan ziyareti sırasında üç çocuğunu yanında götürda ve değişik görseller paylaşıldı. 


Çocuklarının etkinliklerde yer alması, politikacıların insani yönlerini ortaya koyarak halkla daha güçlü bir bağ kurmasını sağlamaktadır.


Yumuşak Güç Bağlamında Çocukların Kullanımı

ABD’nin küresel stratejileri içinde ailevi ve insani unsurların öne çıkarılması, yumuşak gücün bir parçası olarak değerlendirilebilir. 


Politika dünyasında liderlerin çocuklarını zaman zaman kamusal etkinliklere dahil etmesi, onları daha ulaşılabilir ve sıcak bir figür olarak konumlandırmak için kullanılan bilinçli bir strateji olabilir. Ancak bu durum aynı zamanda bazı etik tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Çocukların kamusal figürlerin bir “stratejik araç” olarak kullanılması, bireysel mahremiyet hakları ve çocukların politikaya dahil edilme sınırları açısından sorgulanmaktadır.


Çocuklarla Pozlar ve Aile Planlaması

Ayrıca politik figürlerin çocuklarıyla sık sık poz vermeleri aile görüntüleriyle toplumda giderek azalan nüfus ve doğurganlığı arttırma çabalarında örnek oluşturma gayretinin de yeraldığı söylenebilir. 


Latte Babaları: Yeni Nesil Babalık Modası




Geleneksel baba rolü, son yıllarda büyük bir dönüşüm geçiriyor. İsveç’te başlayan Latte Babaları akımı, babaların çocuklarıyla daha fazla vakit geçirdiği, ebeveynlik sorumluluklarını paylaştığı ve toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyen bir yaşam tarzını yansıtıyor.



Latte Babaları Nedir?

Latte Babaları, ebeveynlik iznini kullanarak çocuk bakımında aktif rol alan ve bir elinde kahve, diğer elinde bebek arabasıyla sokaklarda dolaşan babalar için kullanılan bir terimdir. İsveç, 1974 yılında ebeveynlik iznini sadece anneler için değil, babalar için de geçerli hale getirerek bu akımın öncüsü oldu.

Yeni Nesil Ebeveynlik Trendi

Eskiden babalar, çocuk bakımında daha pasif bir rol oynarken, günümüzde bu durum değişiyor. Modern toplumlarda, babaların çocuklarıyla vakit geçirmesi sadece bir tercih değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitliği açısından önemli bir gelişme. Latte Babaları, ebeveynliğin sadece annelerin sorumluluğunda olmadığını göstererek bu anlayışa katkıda bulunuyor.


Türkiye’de Yaygınlaşabilir mi?

Türkiye’de hala geleneksel baba figürü baskın olsa da, modern ebeveynlik anlayışı giderek daha fazla ilgi görüyor. Çalışan babalar için daha fazla ebeveyn izni tanınması ve çocuk bakımının eşit paylaşılması, gelecekte Türkiye’de de bu akımın yaygınlaşmasını sağlayabilir.

Latte Babaları, sadece İsveç’te değil, dünyanın farklı yerlerinde yaygınlaşan bir yeni nesil babalık modeli olarak dikkat çekiyor. Çocuklarıyla kaliteli zaman geçiren, sorumlulukları paylaşan babalar artık yeni bir norm oluşturuyor.

Kaynakça: 


https://www.uplifers.com/isveclilerin-dengeli-yasama-sanati-olan-lagomdan-kadin-erkek-esitligi-uzerine-latte-babalari/

https://www.uplifers.com/isveclilerin-dengeli-yasama-sanati-olan-lagomdan-kadin-erkek-esitligi-uzerine-latte-babalari/