2 Ekim 2025 Perşembe

 VENEZUELA: “NARKO-DEVLET” İTHAMLARI, PETROL VE NADİR ELEMENT REZERVLERİ VE ABD NİN KARAYİPLER STRATEJİSİ



NEVİN BİLGİN

Venezuela üzerine yürütülen tartışmalar, yalnızca ikili ilişkiler ya da güncel siyasi krizlerle sınırlı değil; aynı zamanda uluslararası sistemin güç dengelerini, doğal kaynakların jeopolitik değerini ve güvenlik söylemlerinin nasıl kullanıldığını da gözler önüne seriyor. Bir yanda ABD’nin uyuşturucu ile mücadele ve bölgesel güvenlik gerekçeleri öne çıkarken, diğer yanda Venezuela yönetimi bu politikaların egemenlik ihlali ve kaynakların kontrolüyle ilgili olduğunu savunuyor. “Narko-devlet” ithamları, ekonomik yaptırımlar, askeri operasyonlar ve diplomatik gerilimler bu çerçevenin parçaları haline geliyor. Dolayısıyla yaşananlar, hem Latin Amerika’daki bağımsızlık arayışlarının hem de küresel güç mücadelelerinin kesişim noktasında okunması gereken bir tablo sunuyor.

Venezuela’nın Ankara Büyükelçisi Freddy Eduardo Molina Gutiérrez, Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) konferansında ülkesinin son yirmi beş yılını, dış müdahale iddialarını ve “yeraltı kaynakları” üzerinden şekillenen jeopolitik gerilimi bir çerçeve içinde anlattı. Konferansı, Hugo Chávez’in yıllar önceki uyarılarından kısa video görüntüleriyle açan Büyükelçi, konuşmasında “egemenlik mi, güvenlik mi?” sorusunu Karayipler bağlamında tartışmaya açtı ve ABD’nin bölgedeki varlığını eleştirel bir mercekten değerlendirdi.

Büyükelçi’nin vurguları şöyle oldu; 

·Neden tartışıyoruz? Yaşanan askeri ve istihbari hareketlilik, bölgedeki “uyuşturucuyla mücadele” söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışılan; asıl hedef ise Venezuela’nın yeraltı kaynaklarına (petrol, altın, nadir toprak elementleri, tatlı su rezervleri vb.) erişimdir.



·“Narko-devlet” söylemi: “Söylem olarak üretilen ‘narko-devlet’ miti” eleştirildi.  Büyükelçi, bu söylentinin Venezuela’ya baskıyı meşrulaştırma gerekçesi yapmak için uydurulduğunu, esas uyuşturucu gelirleri ve kara paranın ABD ve Avrupa’da aklandığını, asıl uyuşturucu ağlarını ve patronlarını göstermeyen bir çifte standardın uygulandığını savundu.

· Büyükelçi tarihsel kırılma noktalarını da şöyle anlattı. 

o2001: Chávez’in “petrol halkın” dediği yıllar olarak hatırlatıldı.

o2002: Chávez devrimine/iktidara yönelik darbe girişimi hatırlatıldı.

o2006–2012: Kaynakların millîleştirilmesi ve OPEC’te etkinliğin artışı dönemi olarak sunuldu.

o2013–2014: Maduro döneminin başı; medya eleştirilerinin ve iç politik baskıların yükselişi.

o2015: Obama döneminde çıkarılan bazı kararname ve tehditlerin devreye girmesi.

o2017–2018: Tek taraflı yaptırımların başladığı, ülke ekonomisini zorladığı yıllar.

o2019: Yalnızlaştırma ve dış politik baskı döneminin tırmanması.

o2021 & 2023: Yaptırım kapsamının genişletilmesi; “narko-devlet” söylentilerinin daha fazla gündeme gelmesi.

o2024–2025: Büyükelçinin tanımlamasıyla “saldırılar/operasyonlar”ın daha askeri bir niteliğe bürünmesi; deniz ve denizaltı seferberlikleriyle ilgili endişeler.

·“Tek suçumuz bağımsızlık ilan etmek” vurgusu: Büyükelçi, uluslararası baskının ve yaptırımların esas amacının ülkeyi diz çöktürmek, kaynakları ele geçirmek ve başka bir düzen kurmak olduğunu belirtti. 

Ayrıca Maduro’ya konan ödül kararını örnek göstererek, lider hedefli bir kişiselleştirme politikasının da politik hedefler taşıdığını savundu.

Rota, rakamlar ve uyuşturucu iddiaları

·Konferansta Büyükelçi rakamların BM Uyuşturucu Ofisi gibi uluslararası veriler olduğunu  hatırlatılarak, küresel kokain arzının büyük kısmının (yüzde 90) Kolombiya’dan karşılandığını, dünyanın en büyük tüketicisinin ABD olduğunu belirtti. 

Büyükelçi, Kuzey rotalarının ve Pasifik rotasının önemine değindi; Venezuela’nın küresel kokain arzındaki payının sınırlı olduğunu, Karayip rotasının çok parçalı ve kontrolün güç olduğunu ifade etti. Venezüelladan geçen uyuşturucunun Avrupa'ya gittiğini aktardı. 

Jeoekonomik vurgular: rezervler ve stratejik değer

·Petrol: Büyükelçi, Venezuela’nın hâlâ yüzlerce yıllık (konferans ifadesiyle “300 yıl yetecek”) petrol rezervlerine sahip olduğunu iddia etti; petrol gelirlerinin önemine ve geçmişte halk yararına kullanma politikalarına gönderme yaptı. Ayrıca Venezuela'dan 4-5 günde petrolün ABD'ye ulaştığını, Körfez'den ise 45 günde geldiğine dikkat çekerek, Venezuela'daki petrolün çıkarılma maliyetinin daha düşük olduğunu anlattı. 

·Altın ve nadir toprak elementleri: Venezuela’nın altın rezervleri ve nadir toprak elementleri bakımından dünya çapında önemli bir potansiyel taşıdığı; nadir elementlerin özellikle yenilenebilir teknolojiler ve savunma sanayi için stratejik olduğunu  vurguladı.

·Tatlı su ve biyoçeşitlilik: Ülkenin tatlı su kaynakları ve zengin biyoçeşitliliği ile ekosistem açısından kritik bir konumda olduğunu,  bu kaynakların jeopolitik değerinin giderek arttığına dikkat çekti. 

ABD’nin askeri varlığı ve amaç tartışması

Büyükelçi, Karayipler’deki ABD varlığını “egemenlik temelli mi yoksa güvenlik temelli mi?” sorusuyla sorguladı; “eğer amaç gerçekten uyuşturucu yakalamaksa, neden küçük sürat tekneleri için nükleer denizaltılar veya ağır askeri donanım konuşlandırılsın?” örneğini vererek konuşmanın güvenlik söyleminin ötesine geçtiğini ima etti. 

Ona göre amaç, bölge üzerinde stratejik hakimiyet kurmak ve yeraltı zenginliklerine erişimi garanti etmek.


Büyükelçi, medyada ve uluslararası söylemde tek taraflı bakış ve suçun toplumsal kökenlerini görmezden gelme eleştirisi yaptı: “Uyuşturucudan elde edilen gelirlerin nasıl aklandığı, asıl patronlar ve finans ağları neden gösterilmiyor?” sorusunu yöneltti.

Ayrıca, dış müdahale iddiaları bağlamında “egemen bir ülkenin liderine ödül koymak” gibi uygulamaların uluslararası hukukun sınırları ve etik tartışmaları doğurduğunu vurguladı.


ABD’nin Perspektifinden Venezuela

Washington yönetimi, uzun süredir Venezuela’yı bölgesel güvenlik ve uluslararası düzen açısından “risk unsuru” olarak tanımlıyor. ABD’ye göre Nicolas Maduro hükümeti, demokratik kurumları zayıflatmakta, muhalefeti baskılamakta ve ülkeyi derin bir ekonomik krize sürüklemektedir. Bu çerçevede yapılan açıklamalarda Venezuela yönetimi sık sık “otoriter” ve “gayrimeşru” olarak nitelendirilmiştir.
ABD’nin en güçlü iddialarından biri, Venezuela’nın üst düzey yetkililerinin uyuşturucu ticaretine karıştığı ve ülkenin “narko-devlet” haline geldiği yönündedir. Washington, bu suçlamaları gerekçe göstererek Maduro ve çevresindeki bazı isimlere yönelik yaptırımlar uygulamış, 2020’de Maduro’nun yakalanmasına yardımcı olacaklara 15 milyon dolar, üst düzey yetkililere ise toplamda 50 milyon dolara varan ödüller koymuştur.
Ekonomik cephede, 2015’ten itibaren devreye alınan yaptırımlar, 2017’den sonra petrol ve finans sektörünü de kapsayacak şekilde genişletilmiştir. ABD, bu adımların amacını “Maduro hükümetini baskı altına almak ve demokratik geçişi teşvik etmek” olarak açıklamaktadır. 
Enerji alanında ise ABD, Venezuela’dan gelen petrol ticaretine sınırlamalar getirerek, Maduro yönetiminin gelir kaynaklarını daraltmayı hedeflemiştir.

Askeri alanda Washington, Karayipler’deki varlığını “uyuşturucu ile mücadele operasyonları” üzerinden meşrulaştırmaktadır. ABD’ye göre bölgede konuşlandırılan savaş gemileri ve hava araçları, kokain kaçakçılığını engellemeye yöneliktir. 

Bu çerçevede, Venezuela’dan gelen küçük teknelere yönelik operasyonlar da “uluslararası güvenlik” başlığı altında sunulmaktadır.

ABD’nin genel yaklaşımı, Venezuela’yı Latin Amerika’da demokratik normlardan uzaklaşan, bölgesel güvenliği tehdit eden ve küresel uyuşturucu ticaretine katkıda bulunan bir aktör olarak tanımlamaya dayanıyor. Bu perspektiften bakıldığında, uygulanan yaptırımlar ve alınan önlemler, “uluslararası düzeni koruma” ve “Venezuelalı halkın demokrasi talebine destek verme” iddiasıyla gerekçelendirilmektedir.

1 Ekim 2025 Çarşamba

 Şehirler ve Bir Avuç Gökyüzü



Şehir binalardan, hızla geçen arabalardan ve hızla koşuşturan insanlardan ibarettir.

Gökyüzüne baksanız da payınıza düşen bir avuç dolusudur sadece. 

Ayı görmek sadece binaların izin verdiği kadardır. 



Sıkışırsınız bir avuç gökyüzüne. Ay kaybolur. Güneş kaybolur.

Dükkanlar dizilir yan yana, tabelalar birbiri üstüne. Vitrinler..

İnsanlar geçer hızla, arabalar geçer hızla, her biri kendi telaşında kaybolur.

Duvar yazıları çığlık çalar sessizliğe, unutulmuş duygular taşlarda yankılanır.



Çöp toplayanlar şehrin yükünü taşır omuzlarında.

Ve siz…

bu kalabalığın, bu gürültünün içinde

bir anlığına bile olsa

kaybolan gökyüzünü ararsınız.

Bir avuç mavi.

Bir parça sessizlik.

 GÜZEL ŞEHİR (Shahr-e Ziba, 2004) 



Asghar Farhadi’nin ikinci uzun metraj filmi olan Güzel Şehir, İran sinemasının toplumsal dram damarının güçlü bir örneğidir. Film, genç yaşta cinayet işleyen A’la’nın idama mahkûm edilmesiyle başlar. 18 yaşına girince cezası uygulanacaktır. Cezaevinden yeni çıkan arkadaşı Akbar, onu kurtarmak için uğraşır. Ancak İran yasalarına göre, ölüm cezasının affedilmesi için maktulün ailesinin rızası gerekir. Bu noktada, A’la’nın hayatı, kurbanın babasının affedip affetmeyeceğine bağlıdır.

Film, cezalandırma ile affetme arasındaki ince çizgiyi sorgular. Adalet yalnızca yasaların soğuk metinlerinde mi vardır, yoksa insanların vicdanında mı?

İran toplumundaki aile, töre, dinî değerler ve hukuk arasındaki gerilim işlenir. Ölüm cezası bir yandan devletin yasasıdır, ama son söz maktulün ailesindedir.

Akbar’ın çabaları, bireyin toplum karşısında ne kadar çaresiz olduğunu gösterir. Farhadi, karakterlerini büyük bir ahlaki sorumlulukla baş başa bırakır.

Akbar’ın çabaları, bireyin toplum karşısında ne kadar çaresiz olduğunu gösterir. Farhadi, karakterlerini büyük bir ahlaki sorumlulukla baş başa bırakır.


 HALİDE EDİB ADIVAR VE YUSUF AKÇURA...

VE...




NEVİN BİLGİN

20. yüzyılın başları, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde Türkiye entelijansiyası için hem siyasi hem de duygusal bir mücadele dönemiydi.

Bu dönemde, Halide Edib Adıvar ve Yusuf Akçura gibi isimler, hem fikir dünyaları hem de kişisel hayatlarıyla öne çıkmışlardır. Ancak bazı kaynaklarda  bu iki şahsiyet arasında yalnızca entelektüel bir yakınlık değil, aynı zamanda olası bir aşk ilişkisi olduğu iddiası yer almaktadır.



Tuna Serim’in Aşktan da Üstün adlı kitabı, Halide Edib’in özel yaşamına dair detaylı bir inceleme sunuyor. Serim, Halide Edib’in Yusuf Akçura’ya duyduğu yakınlığı ve bu ilişkinin onun edebi ve sosyal yaşamındaki etkilerini ele almakta.

Halide Edib’in siyasi ve edebi uğraşıları, onun hayatındaki ilişkileri şekillendirmiş, özellikle ikinci evliliği öncesinde Yusuf Akçura ile olan bağı, dönemin entelektüel ve duygusal atmosferiyle iç içe geçmiştir.

Ancak bu ilişkinin doğası, kesin kanıtlarla doğrulanmamış, daha çok tarihsel yorum ve edebi spekülasyonlarla şekillenmiştir. 

Halide Edib, yaşamı boyunca kadın hakları, eğitim reformları ve millî mücadele konularında öncü bir figür olarak öne çıkmış; özel yaşamı ise onun entelektüel kimliğinin gölgesinde kalmıştır. Yusuf Akçura ise Türk milliyetçiliği düşüncesinin öncülerinden biri olarak, Halide Edib’in entelektüel çevresinde önemli bir figür olarak var olmuştur.

Bu bağlamda, Halide Edib ve Yusuf Akçura arasındaki olası  ilişkisi, yalnızca iki bireyin duygusal yakınlığı olarak değil, aynı zamanda dönemin entelektüel ve siyasi dinamiklerini yansıtan bir kesit olarak değerlendirilebilir. Bu ilişki, Cumhuriyet öncesi dönemin karmaşık sosyal, siyasi ve edebî yapısını anlamak açısından da önemli ipuçları sunmaktadır.



Halide Edib, 1910–1911 yıllarında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Hamdullah Suphi gibi Türkçülük akımının önde gelen isimleriyle tanışmış ve Türk Ocağı'nın faaliyetlerine katılmıştır. 

Kitaba göre, bu dönemde, Yusuf Akçura'nın entelektüel birikimi ve karizması, Halide Edib üzerinde derin bir etki bırakmıştır. Halide Edib'in anılarında, Yusuf Akçura'ya karşı duyduğu hayranlık ve ona olan ilgisi açıkça ifade edilmektedir. Ancak, Yusuf Akçura'nın Halide Edib'in babasının Yahudi kökenli olması olması nedeniyle ona karşı duyduğu mesafeli tutum, aralarındaki ilişkinin romantik bir boyut kazanmasını engellemiştir. 

Halide Edib'in 1912 yılında kaleme aldığı Yeni Turan adlı romanında, Yusuf Akçura'nın düşünsel etkileri belirgin bir şekilde hissedilmektedir. Romandaki Oğuz karakteri, Yusuf Akçura'nın ideolojik görüşlerini ve kişisel özelliklerini yansıtan bir figür olarak karşımıza çıkar. Oğuz'un dinî coşkunluğu, halkı etkileme çabaları ve Turan idealine olan bağlılığı, Yusuf Akçura'nın düşünsel mirasını romanın karakterine aktaran unsurlardır.

Kitapta Oğuz, şöyle tarif edilmektedir: " Ortadan uzunca, güçlü omuzlu, fakat kemikli, otuz eş ile kırk yaş arasında bir erkek. Kuvvetli çizgileriyle irice bir başı var. Çekik ve derin yeşil gözlerinden inat, yumuşaklık ve direniş dikkat çekiyor" 

Yeni Turan romanında, Oğuz ve Kaya arasındaki aşk, bireysel duyguların ötesinde, ideolojik bir bağlamda şekillenir. Kaya, Oğuz'u yalnızca bir sevgili olarak değil, aynı zamanda Turan idealinin bir temsilcisi olarak görür. Bu durum, aşkın ideolojiyle harmanlandığı ve bireysel duyguların ulusal bir amaç uğruna feda edildiği bir anlatıyı ortaya koyar. 

Kaynakça: 

Serim, Tuna. Aşktan da Üstün Halide Edip Adıvar ve Mustafa Kemal Atatürk

Genç, Nalan. Yaşamlarına Sığmayan İki Kadın Halide Edip ve George Sand

https://www.ajindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423934713.pdf

https://acikerisim.aku.edu.tr/xmlui/bitstream/handle


30 Eylül 2025 Salı

İKİNCİL CAHİLLİK: BİLGİYLE DOLUP, ANLAMAYAN TOPLUM




Bir zamanlar cehalet, yalnızca okuma-yazma bilmemekle sınırlıydı. Birincil cahillik, somut, ölçülebilir bir yoksunluktu: Alfabenin kapılarını açamamış, kitapların sayfalarına dokunamamış insan… Ama bugün durum değişti. Okuryazarız, diploma sahibiyiz, hatta dijital dünyada sayısız bilgiye erişebiliyoruz. Yine de bir eksiklik var: Bilgiyi kullanamamak, sorgulamamak, analiz etmeyi reddetmek… İşte buna “ikincil cahillik” denir.

İkincil cahillik, modern toplumun sinsi hastalığıdır. Kitap okumayı bırakmış, televizyonun ve sosyal medyanın önyargılı akışına kendini kaptırmış bir birey, bilgiyle dolu ama düşüncesizdir. Üstelik bu, yalnızca bireysel bir sorun değildir; toplumsal bir sorun hâline gelir. Çünkü bilgiye ulaşmak artık yeterli değildir; onu anlamak, değerlendirmek ve uygulamak gerekir.

Eğitim sistemimiz de bu duruma katkıda bulunur. Ezber kültürü, sınav odaklı müfredatlar ve gerçek dünya ile bağını koparmış okullar, gençleri pasif bilgi tüketicisi hâline getirir. Bilgisini tartışmak, sorgulamak veya üretmek yerine hazır cevapları tüketen bir nesil yetişir. Üniversitelerden mezun olan bir genç, teoride bilgili, pratikte ise düşüncesiz olabilir.

Dijital çağın bu tuhaf ironisi, bilgiyi sonsuzca tüketip, hiçbir zaman derinlemesine anlamayan insanları üretir. Sosyal medya akışında kaybolan, haberleri hızlıca tarayıp fikir sahibi olduğunu sanan milyonlarca kişi… İşte ikincil cahillik, bu dijital yığınların içinde sessizce büyür.

Sonuç olarak, ikincil cahillik, yalnızca bireyin değil toplumun geleceğini de tehdit eder. Çünkü bilgiye erişim özgürlüğü, anlayış ve eleştiri yeteneği ile birleşmediği sürece, okuryazarlık sadece bir görünüşten ibaret kalır. Modern dünyada cehalet artık, bilmemek değil; bilip anlamamaktır.

"SAYIN VEKİL" KUYRUĞU

Gazeteciden doktora, sanatçıdan bürokrata herkesin hayali "Sayın Vekil" olmak



NEVİN BİLGİN 

Türkiye'de milletvekilliği bu kadar cazipse, bunun nedeni biraz da toplumun rol model eksikliğinde yatıyor. 

Bilim insanı, sanatçı, öğretmen ya da doktor başarılarının toplumsal gözdeki değeri, bir anda “sayın vekil” olmanın cazibesiyle yarışamıyor.

Başarı, bilimsel makale ya da sanatsal üretimle değil; görünürlükle, güce yakınlıkla ve siyasete adım atmakla ölçülüyor. İşte bu yüzden gazeteciden doktora, sanatçıdan bürokrata kadar herkes aynı kuyruğa giriyor: milletvekilliği kuyruğuna.

Gazetecilerin En Büyük Hayali

Yıllarca siyasetçileri eleştiren, kulis bilgilerini aktaran, ekranlarda topluma yön veren gazeteciler, bir noktadan sonra o “oyunun” içinde olmayı arzuluyor. Mikrofonu bırakıp kürsüye geçmek, haberi yapmak yerine habere konu olmak… Medya, böylece denetim işlevinden sıyrılıp siyaset için bir hazırlık kampına dönüşüyor.

Bürokratların Tek Tercihi

Vali, kaymakam, genel müdür… Bürokrasi merdiveninde yükselmiş isimlerin aklında hep aynı hedef: “Artık kararları uygulayan değil, karar veren olmak.” Milletvekilliği, devlet içindeki bu hiyerarşinin zirvesi gibi görülüyor.

Avukatlar, hâkimler, savcılar… Hukuku bilen, kuralı uygulayan bu kişiler, “kuralı yazan” olmak için meclise koşuyor. Yargı kürsüsünden yasama kürsüsüne geçiş, Türkiye’de her seçim döneminin değişmez manzarası.

Hastaları iyileştirmekten ülkeyi iyileştirmeye uzanan bir hayal… Doktorlar, özellikle de sendikal veya mesleki örgütlerde öne çıkanlar, siyasete yöneliyor. Beyaz önlüğü bırakıp siyaset arenasına atlamak, “halkın sağlığı” söylemiyle meşrulaştırılıyor.

Akademisyenler: Tezden Kanun Maddesine

Üniversite kürsüsünden siyaset kürsüsüne geçen akademisyenler, bilgiyi “pratiğe dökmenin” en etkili yolunun meclis olduğunu düşünüyor. Ama çoğu zaman, bilimsel özgürlükten politik disipline geçince kaybolan da bilginin kendisi oluyor.

Sanatçılar ve Sporcular

Sahnede alkış, sahada tezahürat yetmiyor; şöhretin siyasi karşılığı da aranıyor. Partiler de bu isimleri özellikle tercih ediyor: Hem vitrin süsü, hem oy çekici figür.

İş İnsanları: Sermayenin Siyasi Zırhı

Patronlar için milletvekilliği, sadece prestij değil; aynı zamanda çıkarlarını koruyacak güçlü bir zırh. İş dünyasında edindikleri nüfuzu, siyasetle kalıcı hale getirmek istiyorlar.

Kendi alanında temsil yetkisini kazanmış olan sivil toplum ve sendika liderleri, bu temsili parlamentoya taşımayı hedefliyor. Çoğu için bu, doğal bir “ikinci adım” gibi.

Danışmanların En Büyük Çabası

Parti koridorlarında yetişmiş genç danışmanlar ve gençlik kolları kadroları için milletvekilliği, bir kariyer basamağından çok daha fazlası: yıllardır hayalini kurdukları “asıl sahne.”

Milletvekilliği, Türkiye’de artık bir “son durak” olarak görülüyor. Oysa sorgulamamız gereken asıl mesele şu: Neden başka hiçbir meslek ya da toplumsal başarı, milletvekilliği kadar “zirve” gibi görünmüyor? Rol modellerimizi siyasetin dışına taşıyamadıkça, bu kuyruğun hiç bitmeyeceği açık.


29 Eylül 2025 Pazartesi

YURDUM MEMURU

MEMURLARIN BİR KISMI

KİMİSİ MESAİ SAATİNDE TARLASINA GİDER, KİMİSİ PEYNİR SATAR, KİMİSİ AÇTIĞI KAFEYİ İŞLETİR

İŞ YAPMAYI SEVMEZ, DİZİ VE KAHVE İÇMEYİ TERCİH EDER



Nevin BİLGİN 

Türkiye’de birçok genç için “memur olmak” bir hayaldir. Güvence, düzenli maaş, rahat izin, sağlık sigortası ve elbette emeklilik… 

Hangi sınıftan olursa olsun, fakirinden orta direğine, hatta kaymak tabakasına kadar herkesin aklından geçer: “Bir memur olayım, sırtım yere gelmez.” Çünkü memurluk, işsizlik kol gezerken devletin açtığı güvenli bir kapıdır.

Ancak bu güvenli kapıdan girenlerin büyük bir kısmı, kısa sürede başka bir dünyaya adım atar. 

Tabii işe ilk başladığı günkü gibi yasa ve yönetmeliklere uygun çalışan, önceliği hizmet olanları kastetmiyoruz. 

Bu kapsam dışında kalanlar bu sisteme, sevmediği işi yapmaya, rahata o kadar alışır ki zamanla neden orada olduğunu unutur.

Görevi vatandaşa hizmet etmekken, geleni yokuşa sürmek, işi eksik yapmak ya da yanlış yapmak bir tür refleks haline gelir. 

Kamu dairesine yolu düşen herkes bilir: İşinizi bir günde çözemezsiniz. Çoğu kez önemli olan sizin dosyanız değil, öğle paydosunda nerede yemek yeneceği ya da dizinin yeni bölümünün iş yerinde nasıl izlendiğidir. Ya da yeni hükümet senaryoları, kimin bakan olacağıyla daha çok ilgilenir ki, bir tanıdık bulursa kademe ve derece alsın ya da daha da rahat etsin. 

Çay, kahve, sigara molaları… Altın fiyatları, bitcoin yorumları, işyeri çekiştirmeleri… Sürekli yurtdışına giden amirinin aldığı harcırah... Yeni araba modelleri, nerede arsanın ucuz olduğu...Çocuklarını nerede okutacağı...

Memurun gündemi vatandaştan çoğu kez daha canlıdır. 

İş yerinde artık imza yoktur kartlı sistem vardır. 

Kartlı sistemler mi? Çoğunlukla denetimi sağlamaktan uzaktır.

Çoğu yerde kartı arkadaşına verip okutan, iş yeri kapısında kartı okutup evine geri dönenleri görmek mümkündür. 

Kimisi iş yapmazken işin yükü başka birilerinin omzuna biner, kimisineyse hiç iş verilmez; onlar da mesai saatlerinde peynir, ceviz ya da fasulye satarak gününü doldurur. Maaşını az bulur ya da maaşı yetmez...

Hatta danışmanlık kadrosunda olup işe gitmeyen, kafesini işleten örnekler bile vardır.

Üstelik aldığı maaşı da az bulur yurdum memuru. Asgari ücretliye göre iyi, emekliye göre yüksek, işin niteliğine göre çoğu zaman fazla olan ücretler, hiyerarşinin bozulmasıyla adaletsizliğe dönüşmüştür.

Eğitimliyle eğitimsiz arasındaki fark kapanmış, liyakat yerini denge siyasetine bırakmıştır. Bu yüzden özellikle eğitimli kesimde yurtdışı tercihleri artmaktadır. Yan yana masalarda çalışanlar ücret dengesizliği nedeniyle çalışma barışını kaybetmiştir.

Devlet sabah arabayla getirir, öğlen yemeğini verir, akşam yine arabayla evine yollar. 

Yine de beğenilmez o iş. İşini sevmemekte,ayakları geri geri gitmektedir.  Artık iş yerinin rahatlığına da alışmıştır.  Hiçbir şey tat vermez olmuştur.

Elbette devletin memur istihdam etmesi işsizliği azaltma çabasının bir sonucudur. Fakat memurların da şunu unutmaması gerekir: Bu düzen içinde onların işi sadece maaş almak değil, vatandaşa hizmet etmektir. Ama bu hep yıllar içinde unutulur.

Çünkü devlet, vatandaşa hizmet etmek için vardır. Memur, görevini yaptığı sürece memurdur.

Kısacası yurdum memuru, hem hayalini kurar hem de gün gelir işine kızar.

Hayatı iş yerinde geçen yurdum memuru, çoğu kez emeklilik hayali kursa da maaşı düşecek korkusuyla 65 yaşına kadar masasından kalkmaz. Ama sürekli her yıl "emekli olacağım" diyerek bütün yılı geçirir. 

Emekli olunca ne yapacağını da bilemediği gibi maaşı da azalınca geçim derdine düşmüş, bir de torun bakmakla görevlrndirilmiştir. 

Bir ömür devlet dairesinin koridorlarında, aynı koltukta, aynı masada tükenir. Bu durum, sadece bir iş alışkanlığı olmaktan çıkmış yaşam biçimi olmuştur.

Çünkü insan, emeklilikte nefes almak yerine, biraz daha fazla maaş için ömrünün son yıllarını da floresan lambaların altında, dosyaların arasında, kronik yorgunlukla harcar.

Bizim memurumuz, bizim hikâyemiz. 


 YAPAY ZEKA MI, SERMAYE Mİ SUÇLU?

KİME KARŞIYIZ, NE İSTİYORUZ? 

Teknoloji işin kârlılığını artırırken, elde edilen ek gelirlerin nasıl dağıtılacağı siyasi bir tercih. Eğer düzenlemeler yoksa veya zayıfsa, kazançlar sermaye sahiplerinde toplanma eğiliminde oluyor. 



Nevin Bilgin

Herkes “yapay zekâ bizi işsizleştirecek” diye korku yayarken, asıl hedefin teknoloji değil; teknolojiyi işçi çıkarma ve sermaye getirisini artırma aracı olarak kullanan sermayedarlar olduğunu görmek gerekiyor

Teknoloji, yapay zeka, robotlar, otomasyon  teoride hem işleri ortadan kaldırabilir hem de yeni işler yaratabilir. Ancak hangi yönde gideceği yalnızca teknolojiye bağlı değil: firmaların yatırım tercihleri, devlet politikaları ve piyasadaki rekabet dinamikleri belirleyici. 

Daron Acemoglu ve Pascual Restrepo’nun çalışmada da belirtildiği gibi  endüstriyel robotların yayılımı ABD’de istihdam ve ücretler üzerinde aşağı yönlü baskı yaparken,  yani teknolojik değişme otomatik olarak iş yaratmıyor, çoğu zaman işçi yerine ikame ediliyor. 

Acemoglu’nun çalışmalarında vurgulandığı gibi otomasyon sıklıkla “üretim maliyetini düşürme” ve “işçiyi ikame etme” amacıyla bir strateji olarak benimseniyor. 

Yani işsizleşme genellikle teknolojinin doğal sonucu değil, kârlılığı maksimize etmeyi tercih eden sermaye sahiplerinin stratejik bir sonucu. Bu bakış, teknolojinin kimin yararına tasarlandığını ve hangi işlevleri yerine getirmesi için teşvik edildiğini sorgulamamızı zorunlu kılıyor. 

Sermaye Getirisi Yükseliyor, Emek Payı Düşüyor

Sermaye birikimi, getiri büyüme çerçevesi, teknoloji ile birlikte sermayenin gelir içindeki payının artabileceğini, bunun da uzun vadede eşitsizliği derinleştirebileceğini gösteriyor.

Teknoloji işin kârlılığını artırırken, elde edilen ek gelirlerin nasıl dağıtılacağı siyasi bir tercih. Eğer düzenlemeler yoksa veya zayıfsa, kazançlar sermaye sahiplerinde toplanma eğiliminde oluyor. 

Uluslararası kuruluşların uyarıları

ILO ve OECD gibi kurumlar, otomasyonun ve yapay zekânın iş dünyasını dönüştüreceği konusunda uyarıyor; aynı zamanda bu dönüşümün etkilerini hafifletmek için eğitim, yeniden beceri kazandırma, sosyal koruma ve adil vergi politikaları gerektiğini belirtiyorlar. Bu da bir kez daha gösteriyor: problem teknoloji değil  teknolojinin toplum içinde nasıl dağıtıldığı ve kimin lehine düzenlendiği. 

Yapay Zeka Kötü Mü? 

Kamu tartışması “yapay zekâ mı kötü?” basitliğine indirgenmemeli. Bu, sorunun kitlesel olarak yanlış hedeflenmesi demek:

Gerçek muhatap, işçi azaltmayı ve sermaye gelirini maksimize etmeyi amaçlayan kurumsal karar ve politika çerçeveleridir.

Bu nedenle talep edilmesi gerekenler: güçlendirilmiş sendikalar, otomasyonun vergi ve düzenlemeye tabi tutulması (ör. otomasyon vergileri veya robot vergileri tartışmaları), kârlılığın paylaşılması için kurallar, evrensel temel gelir ya da iş paylaşımı, ve güçlü eğitim/yeniden beceri programları. Bu yaklaşımlar, teknolojiyi toplum faydasına dönüştürebilir.

Otomasyonun sosyal maliyetini fiyatlandırmak: Otomasyon yatırımlarından elde edilen kazançların bir kısmının iş güvencesine, yeniden eğitim fonlarına veya yerel istihdam projelerine aktarılması. 

Güçlü iş gücü politikaları: Devlet destekli yeniden beceri programları, aktif işgücü piyasası politikaları ve sendikal gücün güçlendirilmesi.

Vergi ve dağıtım politikaları: Sermaye gelirlerine yönelik adil vergi düzenlemeleri ve servet vergileriyle artan gelir eşitsizliğinin azaltılması. 

Teknoloji yönlendirmesi: AR-GE teşviklerinin ve kamu alımlarının insan-makine işbirliğini (complementarity) destekleyecek şekilde yeniden tasarlanması. 


Kaynakça: 

https://shapingwork.mit.edu/wp-content/uploads/2023/10/Robots-and-Jobs-Evidence-from-US-Labor-Markets.p.pdf

https://www.imf.org/external/pubs/ft/fandd/2021/03/COVID-inequality-and-automation-acemoglu.htm

https://www.ilo.org/topics-and-sectors/artificial-intelligence

https://www.oecd.org/en/topics/policy-issues/future-of-work.htm


 SON CARİYELER: İMPARATORLUĞUN ÇÖKÜŞÜNDEN CUMHURİYET’E AKTARILAN HAREM KADINLARI


          fotoğraf: ekşişeyler


Nevin BİLGİN 

Osmanlı sarayında harem, herkes için ilgi çekici alanlardan birisiydi. Katı bir hiyerarşinin olduğu haremde e üstte Valide Sultan, onun altında haseki sultanlar, ardından kadın efendiler, gözde ve ikballer, en altta ise cariyeler yer alıyordu. Haremde görevler ve roller, titiz bir hiyerarşiyle belirlenmişti. 

Cariyeler yalnızca “hizmetçi” değil, eğitimden geçen, müzik, edebiyat ve güzel sanatlarda yetkinleşen, gerektiğinde saray protokolünde görev alan kadınlardı. Osmanlı'nın  çöküşüyle birlikte Vahdettin'in İstanbul'dan gemiyle bazı yakınlarıyla birlikte ayrılması sonucu haremdeki 400 kadar cariye de kendi kaderine terk edilmiş oldu. Ankara'da Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki TBMM'nin başarı kazanmasının ardından saltanatın 1922'de kalkmasıyla birlikte bu 400 cariye de cumhuriyet dönemine aktarılmış oldu. Peki bu cariyelere ne olmuştu? 

1922-1924 cariyelerin sessiz yılları

Osmanlı sisteminde cariyeler genellikle dokuz yıl hizmet ettikten sonra “çırak edilerek” yani azat edilerek özgür bırakılırdı. Bu sistem, onları dışarıdaki hayata hazırlamayı da amaçlıyordu. 

TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın yayımladığı “Osmanlı’da Harem ve Cariyelik” kitabında, beyaz cariyelerin dokuz, siyah cariyelerin yedi yılın sonunda azat edilmesi gerektiğine dair belgeler yer alır. Ancak İmparatorluğun yıkılış yılları bu sürecin düzenli işlemesini engelledi.



1918’de Sultan Mehmed Reşad’ın ölümüyle yerine Vahdettin geçti. Aynı yıl Birinci Dünya Savaşı kaybedildi, İstanbul işgal edildi. Ankara’da Milli Mücadele örgütlenirken, sarayın iç dünyasında da belirsizlik hüküm sürüyordu. Haremde kalan yaklaşık 400 kadın –çoğu 16-25 yaş aralığında genç cariyeler– geleceğin ne getireceğini merak ediyorlardı.

1922’de TBMM’nin gücü artarken saltanat kaldırıldı. Vahdettin ise bir İngiliz zırhlısına binerek İstanbul’dan ayrıldı. Oğlu Ertuğrul ve yakınlarıyla birlikte İngiltere’ye iltica etti. Geride kalan saray mensuplarının ise “düzenli şekilde tahliye edileceği” duyuruldu. Ancak Yıldız Sarayı’nda kalan yüzlerce cariye ve kalfa, bir gecede sistemin çöküşüne tanıklık ediyordu.

Saltanatın kaldırılması ile hilafetin lağvedildiği 1924 arasındaki iki yıl, harem kadınları açısından en belirsiz dönem oldu. Arşiv kayıtlarının sınırlı olması, bu dönemi tarihçiler için sis perdesiyle kaplamaktadır. Bilinenler şunlardır:

·Yaşlı ve hasta olanlar akrabalarının yanına gönderildi.

·Sarayda uzun süre hizmet etmiş kadınlar “emekli” edilerek serbest bırakıldı.

·Genç cariyeler çırak edilip azat edildi; kimileri zengin ailelere ya da üst düzey devlet adamlarına eş yapıldı. Çerkes kökenliler özellikle rağbet görüyordu.

           fotoğraf: ensonhaber

·Bazıları aileleri bulunana kadar han ve otellere yerleştirildi.

·Dış dünyayı bilmeyen, saray dışında hiç yaşamamış 15–16 yaşındaki cariyeler için bir “koruma sistemi” kurulması tartışıldıysa da uygulanamadı.

           fotoğraf: indigo

Akıbeti Bilinmeyen 250 Cariye

Kayıtlara göre son dönemde haremde 400’e yakın kadın yaşıyordu. Bunların yaklaşık 150’sinin akıbeti biliniyor: evlendirilenler, ailelerine dönenler, hatta tekke ve zaviyelere sığınanlar… Ancak 250 kadın hakkında hiçbir kesin kayıt yok.

Tarihçiler arasında çeşitli teoriler vardır:

·Kimilerinin köylerine geri gönderildiği,

·Avrupa kökenli cariyelerin ülkelerine döndüğü,

·Kimilerinin ise kimlik değiştirerek yeni bir hayata başladığı öne sürülüyor.

Bu belirsizlik, cariye kurumunun tarihten silinişinin aynı zamanda bir sessizlik perdesiyle örtüldüğünü de gösteriyor. 

Saraydan ayrılan birçok cariye, müzik, edebiyat ve güzel sanatlarda aldıkları eğitimle topluma entegre oldular. 

TBMM’nin Harem ve Cariyelik kitabında da belirtildiği gibi, saray cariyeleri “iyi eğitimli, güvenilir eş” olarak görülüyor; bu nedenle dönemin üst düzey devlet adamlarının eş seçiminde tercih ediliyordu.

Ancak dışarıya çıkan her cariye için hayat kolay değildi. Sarayın korunaklı dünyasında büyüyen kadınların bir kısmı, dışarıdaki hayata ayak uydurmakta zorlandı; geçim sıkıntısı çekti, kimi de yalnızlık ve yoksullukla mücadele etti.

Haremden çıkan kadınların bir kısmı 1950’lerde hatıralarını yazdı ya da sözlü anlatılarla yaşadıklarını aktardı. Ancak bu anılar parçalı ve kişisel olduğu için, büyük resmi görmek zordur. Yine de bu anlatılar, haremdeki ihtişamın arkasında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sessizce kaybolan bir kadınlar dünyasının varlığını gözler önüne seriyor.

Kaynakça: 

Osmanlı'da Harem ve Cariyelik, TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı 


https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/


https://www.youtube.com/watch?v=XZM1r5nxgIs


https://www.academia.edu/86781736/Osmanl%C4%B1_da_harem_cariyeler


Şimşir, Nahide, Osmanlı'da Saray ve Harem


https://www.scribd.com/document/851180990/14-17-yy-Osmanl%C4%B1-Devlet-Yonetimini-Etkilemi%C5%9F-Baz%C4%B1-Saray-Kad%C4%B1nlar%C4%B1-Sinan-SEVER


https://cdn.istanbul.edu.tr/file/JTA6CLJ8T5/5A026F644973482A9B0207D453B9A985


https://www.hasascibasiahmetozdemir.com/urun/52/Harem-i-Humayun

https://indigodergisi.com/2015/12/aykiri-asklarin-kadinlari-cariyeler-ask-sevgi-tutku-padisah-harem-agasi/

27 Eylül 2025 Cumartesi

 ATATÜRK VE HALİDE EDİB ADIVAR'IN YOL AYRIMI

MANDADAN CUMHURİYET’E FİKİRSEL YOLCULUK



                 fotoğraf: 24.com.tr

NEVİN BİLGİN

Millî Mücadele dönemi, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi kadar farklı siyasi vizyonların da çatıştığı bir süreçtir. 


Bu dönemde Halide Edib Adıvar, kadın hakları savunuculuğu, eğitim ve siyasi etkinlikleriyle öne çıkmıştır. Ancak Amerikan mandası yanlısı tutumu ve bazı girişimleri, onu Mustafa Kemal Atatürk ile zaman zaman ideolojik olarak karşı karşıya getirmiştir. Hatta sonradan aralarındaki dostluk ve gerginlik ilişkisi roman haline bile getirilmiştir. 



Halide Edib’in Eğitim Hayatı ve Amerika’ya Yakınlığı

Halide Edib’in Amerika’ya yakınlığı, çocukluk ve gençlik döneminde şekillenmiştir. İlkokul seviyesinde bir yıl, lise seviyesinde ise iki yıl devam ettiği Üsküdar Amerikan Kız Koleji, onun düşünsel gelişiminde kritik bir rol oynamıştır. Kolejde yaklaşık 170 öğrenciden yalnızca dört Türk kızından biri olan Halide Edib, öğretmenleriyle kısa sürede yakın ilişkiler kurmuş ve Amerikan kültürüne yönelik ilgisini artırmıştır:

“…en fazla öğretmenlerimle dostluk ediyorum. Bir tanesi ile ata biner, Üsküdar`ın eski mahallerinde dolaşıp dururdum”.

Özellikle kolejin idari müdiresi Miss Primn, Halide Edib’i Amerika’dan gelen misyonerlerle tanıştırmış, zaman geçirmesi için özel çaba göstermiştir. Bu deneyimler, onun ilerleyen yıllarda Amerikan mandası yanlısı politikalarını savunmasında etkili olmuştur.



Halide Edib, İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucularından biri olarak, Türkiye’nin Amerikan mandası altına girmesini savunmuştur. 


Bu görüşünü, 10 Ekim 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektupta da dile getirmiş, Amerikan mandasının Türkiye’ye barış ve kalkınma getireceğini, Filipinler örneğini göstererek savunmuştur.


Millî Mücadele’ye Katılımı

Amerikan mandası fikrinden saparak, 1922’de Atatürk’ün davetiyle Ankara’ya gelmiş ve Millî Mücadele’ye katılmıştır. Cephe gerisinde hastane ve cephane taşımada görev almış, kadınların savaşa katılımını teşvik etmiştir. 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra Cumhuriyet Halk Partisi’ne katılarak siyasette aktif rol oynamıştır.





Mandacılık Tartışması

Halide Edib’in Amerikan mandası yanlısı tutumu, Atatürk’ün bağımsızlık ilkesine bağlılığı ile çatışmıştır. İstanbul’daki mandacılık tartışmalarından duyduğu üzüntüyü Atatürk, 14 Ağustos 1919’da 12. ve 20. kolordu kumandanlarına çektiği telgraflarla ifade etmiştir:

“İstanbul'da çeşitli partilerin Amerikan Kuruluna verilmek üzere kabul ettikleri kararlar burada Heyet-i Temsiliyemizce son derece üzüntü ve esef verici bulundu.”

Bu çatışma, Sultanahmet gösterisinde Halide Edib’in ön plana çıkarılması ve Amerikan mandasını savunan konuşmalarında da açıkça görülmüştür. Sovyet elçisi Aralov, Halide Edib’i “tipik bir burjuva toplum kadını” olarak değerlendirirken, Atatürk’ün bağımsızlık ve ulusal egemenlik vurgusu, fikir ayrılıklarını keskinleştirmiştir.



Atatürk ile Gerginlikler

3 Ağustos 1919’da 12. Kolordu Komutanı Selahattin Bey, İstanbul’daki partilerin ABD’nin yardımıyla Doğu Anadolu’daki Ermenilere karşı plan yaptığını Mustafa Kemal Paşa’ya bildirmiştir. 14 Ağustos’ta Ankara’daki 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa, İstanbul’daki aydınların bir büyük devletin yardımına ihtiyaç duyduklarını ve bu devletin ABD olmasına karar verdiklerini aktarmıştır.

Bu belgeler, Halide Edib’in Amerikan mandası yanlısı tutumu ile Atatürk’ün bağımsızlık ilkesinin çatıştığını göstermektedir

Millî Mücadele döneminde Amerikan mandasını savunan en önemli kuruluş, İstanbul’da 14 Ocak 1919’da kurulan Wilson Prensipleri Cemiyeti’dir. Cemiyetin kurucuları arasında Halide Edib Adıvar, Dr. Celalettin Muhtar Özden, Ali Kemal Bey, Hüseyin Avni Bey, Celal Nuri Bey ve Mahmud Sadık Bey gibi isimler bulunmaktadır. Cemiyet, ABD’nin rehberliğiyle Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kalkınmasını sağlamayı amaçlamıştır.




Halide Edib, cemiyetin kuruluşundaki aktif rolünü, “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adlı eserinde geri planda göstererek şöyle anlatır:

“Bütün dünyada kuvvetli bir etki yapan ve yenilmiş milletlere biraz ümit veren Wilson Prensipleri bizde de büyük bir etki yaptı ve İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti, tanınmış yazar ve avukatlar tarafından kuruldu… Gazete temsilcileri Vakit matbaasında toplanarak Paris’te bulunan Wilson’a bir muhtıra göndermeye karar verdiler… Cemiyet 1918 yılı kasım ayında kuruldu. İki ay içinde ortadan kalktı. Çünkü Doğu Anadolu halkı da başından beri bunun aleyhinde idi” 



Bu anlatım, Halide Edib’in kendi rolünü geri planda bırakarak olayları tarafsız göstermeye çalıştığını ortaya koyar.

Uluslararası Perspektif: Sovyet Gözlemcisi Aralov’un Değerlendirmesi

1922-1923 yıllarında Türkiye’de görev yapan Sovyet Rusya’nın Ankara Elçisi Semen Ivanoviç Aralov, Halide Edib’in Amerikan mandası yanlısı tutumunu şu sözlerle aktarmaktadır:

“Halide Edib, Birleşik Amerika’nın, hiçbir art düşünce beslemeden, herhangi bir politik ve ekonomik baskıya başvurmadan Türkiye’ye yardım edebileceğini, bunun için de Türkiye’nin Amerikan mandasını sağlamaya çalışması gerektiğini ileri sürüyordu… Ben, Amerikan emperyalistlerinin Türkiye’yi, en aşağı Avrupalı sömürgeciler kadar esaret altına almaya kabiliyetli olduklarını söyleyerek onunla tartıştım… Halide Edib Hanım, tipik bir burjuva toplum kadını idi. Millî Mücadele hareketi, derebeylikle ve emperyalizmle savaş, onun gücünün dışında idi. Kocasıyla birlikte, İngiliz liberalizminin kanatları altına sığındı” 

Bu değerlendirme, Halide Edib’in görüşlerinin hem iç siyasette hem de uluslararası gözlemciler nezdinde eleştirildiğini ortaya koymaktadır.

Sultanahmet Gösterisi ve Halide Edib’in Ön Plana Çıkışı

İzmir’in işgalinden sonra İstanbul’da düzenlenen ve yaklaşık iki yüz bin kişinin katıldığı Sultanahmet gösterisi, Halide Edib’in halkı etkileme ve Amerikan mandası yanlısı görüşlerini sergilediği önemli bir etkinliktir. Konuşma sırasında kürsünün önüne “Wilson’un Prensipleri” asılmış ve Halide Edib şunları vurgulamıştır:

“Türklerin biri İslam dünyası, diğeri de zalimleri yakasından sürükleyecek hak sahibi büyük millet olmak üzere iki dostu vardır.”

Sadece Halide Edib’in konuşmasının filme çekilmesi, onun öne çıkarıldığını göstermektedir.

Kaynakça: 

https://www.youtube.com/watch?v=1LEnQGGQn0k


https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/55439


https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/600/Halide-Edip-Ad%C4%B1var-(1882-1964)

Serim, Tuna. AŞKTAN DA ÜSTÜN - HALİDE EDİP ADIVAR-MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DEVLER AŞIK OLURSA

Çalışlar, İpek. Halide Edip, Biyografine Sığımayan Kadın

https://www.youtube.com/watch?v=NiovrVcT7Cs

https://bianet.org/yazi/suclanan-halide-edib-272637

AKRABALIK YOK, TOPLULUK VAR: NEOLİTİK DÖNEMDE EV İÇİ MEZARLARDAKİ ŞAŞIRTICI BULGULAR

İLK İNSANLAR AKRABALARIYLA YAŞAMIYORDU

NEOLİTİK DÖNEMDEKİ EV İÇİ MEZARLARDA YAPILAN GENETİK İNCELEMELERDEKİ İLGİNÇ SONUÇLAR



NEVİN BİLGİN

Neolitik döneme ait höyüklerdeki evlerin içine ölüler de gömülüyor. İnsanlar ölüleriyle birlikte yaşıyordu. Yapılan genetik incelemede, ev içine gömülenlerin birbiriyleriyle çoğunlukla akraba olmadıkları ortaya çıktı. Bu da aile kavramının o dönemde oluşmadığına önemli bir işaret olarak ortaya çıkarken, gömülen öülelerin ilk mülkiyete geçiş yanında ritüel anlamı taşıyıp taşımadığı üzerinde duruluyor. 

Özellikle Çatalhöyük, Türkiye’nin orta kesiminde, M.Ö. 7100–5950 yılları arasında kesintisiz olarak iskan edilmiş büyük bir Neolitik yerleşimdir. Yoğun yapılaşmış alanı ve yaklaşık 6.000 kişilik nüfusuyla, evlerin zeminleri altına gömü uygulamaları arkeologların dikkatini çekmiştir.



Ev içi gömüler, bireylerin akrabalık ilişkilerine dayanıp dayanmadığı sorusunu gündeme getirmiştir. Bazı araştırmalar gömülerin biyolojik akrabalık temelli olduğunu varsayarken, kapsamlı genetik analizler karmaşık, sosyal ve ritüel olarak düzenlenmiş bir yapı olduğunu göstermiştir.

Genetik Bulgular ve Akrabalık Analizi

2019 yılında yapılan mitokondriyal genom çalışmaları, Çatalhöyük’te evlerin zeminleri altına gömülen bireyler arasında anne hattı bağlantısının bulunmadığını ortaya koymuştur. Devam eden nükleer DNA analizleri, Aşıklı Höyük ve Çatalhöyük’ten 60’tan fazla örneği incelemiş; ancak çevresel koşullar nedeniyle yalnızca 22 örnekten yeterli kalitede DNA elde edilebilmiştir.

Bu veriler, Boncuklu Höyük, Barcın ve Tepecik-Çiftlik gibi Anadolu’daki diğer yerleşimlerle karşılaştırılmış ve bireyler arasındaki akrabalık derecesi tahmin edilmiştir:

·Yaklaşık 10.000 yıl önceki yerleşimler (Boncuklu Höyük ve Aşıklı Höyük) çoğunlukla biyolojik akrabaların yakın gömüldüğünü göstermektedir.



·Ancak Çatalhöyük ve Barcın gibi yaklaşık 8.500 yıllık yerleşimlerde, bir ev içinde birden fazla gömü olan çocuklar arasında biyolojik ilişki nadirdir.

Bu bulgular, Çatalhöyük’teki gömülerin biyolojik aileye dayalı olmadığını net biçimde ortaya koymaktadır.

Toplumsal Organizasyonun Biyolojik Akrabalıktan Bağımsızlığı

Çatalhöyük’te toplumsal düzen, biyolojik bağlardan bağımsız olarak kurulmuştur.

1.Bireylerin Rolleri: Ev halkı, genetik akrabalık yerine topluluk içinde tanımlanmış görevler üstlenmiştir (tarım, üretim, bakım gibi).

2.Ritüel İşlevler: Ölü gömme ve ev içi törenler, evin ve topluluğun korunmasını, bereketini ve sürekliliğini sağlamaya yönelik ritüel uygulamalar olarak işlev görmüştür.

3.Ev ve Topluluk Aidiyeti: Ölüler, biyolojik bağ olmaksızın ev ve topluluk kimliğini temsil etmiş, aidiyet ve toplumsal süreklilik ritüel ve sosyal bağlarla sağlanmıştır.

Prof. Arkadiusz Marciniak, “Toplumsal organizasyon, evlerde yaşayan bireyler ve gruplar arasında sosyal olarak düzenlenmiş bağımlılık ve ilişkiler sistemi üzerine kuruluydu. Biyolojik akrabalık temel alınmamıştı” demiştir.


Kaynakça: 

https://scienceinpoland.pl/en/news/news%2C87472%2Cneolithic-adults-and-children-buried-under-family-homes-were-not-related-says-new


https://books.openedition.org/pup/5043?lang=en&utm_


23 Eylül 2025 Salı

 KİMLİKSİZ MASALAR VE İNSANLAR

AKRABA, EŞ, DOST SOHBETLERİNDEKİ BOŞLUK

TEK GÜNDEM: PARA, EV, ARSA, BOL DEDİKODU, BOL GÜNDELİK SİYASET, SOSYAL MEDYADA GÖRÜLENLER, YAPILAN ALIŞVERİŞ VE GİDİLEN SEYAHATLER

KAPİTALİST MODERNİTENİN ÜRETTİĞİ YENİ İNSAN TÜRÜ



NEVİN BİLGİN

Bir masaya oturuyorsunuz. Çay söylüyorsunuz. Karşınızda biri var. Yüzü canlı, sözleri hızlı… Ama aslında bomboş.

Kapitalist modernitenin ürettiği insan bu: Tek gündemi para, tek ölçüsü kazanç, tek parıltısı sahiplenmekte saklı. 

Konuşmalarına kulak veriyorsunuz: Dedikodular, günlük siyasetin bayat tartışmaları, sosyal medyada gördüğü birkaç cümle, yapılan alışverişler, gidilen seyahatler. Sevgili muhabbetleri, eş çekiştirmeleri. Hepsi bu.

O masada size sunulan bir düşünce yok. Bir kitap, bir bilimsel merak, bir felsefi tartışma, bir ruh derinliği yok. 

Sizin kendinizi ruh halinizi, onun size ruh halini anlatması yok. 

Sadece yüzeysel gündemlerin tekrarı. 

Siz içtikçe çayınızın demi, o insanın boşluğunu daha da belirgin kılıyor.

Karşınızda oturan kişi aslında orada değil. Onun yerinde, modernitenin ürettiği bir gölge var: Sahici olmayan, düşünmeyen, hissiz, tek kimliği tüketim olan bir figür. 

Ve siz, her yudumda şunu fark ediyorsunuz: Masanın karşısında bir insan değil, kapitalist modernitenin bomboş bir kuklası oturuyor.


 DÜĞÜNLER NEOLİTİK ÇAĞDAN KALMA MI?


KYBELE VE HİYEROGAMİK EVLİLİĞİ

NEOLİTİK ÇAĞDA EVLİLİK TÖRENİ

                Fotoğraf. İnformatika

Nevin BİLGİN

Hiyerogamik evlilik (İngilizce: hierogamy ya da sacred marriage), kelime olarak Yunanca hieros (kutsal) ve gamos (evlilik) sözcüklerinden türemiştir. 

Tanrı ile tanrıçanın ya da tanrı ile bir insanın (kral, kraliçe, rahibe) ritüel ya da sembolik evliliğini ifade eder. Bu evlilik, yalnızca bireysel bir birleşme değil, kozmik düzenin, doğurganlığın ve bereketin yeniden üretilmesi anlamına gelir. Çoğu kültürde ritüel, cinsel birleşmenin sembolik ya da gerçek biçimde canlandırılması üzerine kuruludur.



Neolitik Çağ’da Kökenleri

Neolitik çağ, insanlığın tarım devrimini yaşadığı, doğa ile uyumlu bir yerleşik yaşam biçimine geçtiği dönemdir. Bu çağda: Çatalhöyük’teki ana tanrıça heykelcikleri, doğurganlığın ve bereketin merkezde olduğunu gösterir.

Ritüeller, sadece tarımsal üretimi değil, toplumun sürekliliğini ve kozmik dengeyi korumak için de yapılırdı.

Cinsel birleşme, doğanın yaratıcı gücünü simgeleyen bir kutsal eylem olarak görülürdü.

Kybele Kültü ve Hiyerogami

Anadolu’nun “Büyük Ana Tanrıçası” Kybele, Neolitik çağdan itibaren şekillenen bu doğurganlık inancının devamıdır.

Kybele ile sevgilisi Attis’in ölümü ve yeniden doğuşu, tarımın ve doğanın döngüselliğini temsil eder.  Bu mit, Neolitik ana tanrıça inancının hiyerogamik evlilik anlayışıyla birleşerek daha dramatik bir boyut kazanmış halidir. Ritüellerde tanrıça ile tanrının birleşmesi, toprağın verimliliği ve toplumun refahı için yapılırdı.

Cinsel Birleşmenin Ritüel Anlamı

Hiyerogamik evlilik, toplumsal düzeyde şunları ifade ederdi:

Gökyüzü ile yeryüzünün birleşmesi (örneğin tanrı gök, tanrıça toprak olarak düşünülürdü).

Yaşam ile ölümün döngüselliği (Attis’in ölümü ve yeniden doğuşu gibi).

Erkek ve dişi kutupların bütünlüğü, toplumun birliğinin garantisi.

Bu yüzden hiyerogami, yalnızca dini bir ritüel değil, toplumun varlığını sürdürmesinin sembolik garantisi sayılmıştır.

Kaynakça: 

https://www.muzedenal.com/toprak-ve-bereket-tanricasi-kybelenin-ilginc-hikayesi?srsltid=AfmBOoqse0GorgBIqQ-SXK-T8eogTV8FJGHje7VB7eU0Iag86GRKt8Am

https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-13558/kibele/

https://blog.quicksigorta.com/yasam/anadolu-uygarliklarinin-yasayan-evlilik-rituelleri-1800

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2152856?utm

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/3684343?utm_

Ulurasba, Ali, Anne Cumhuriyeti