20 Kasım 2024 Çarşamba


MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ'IN KARDEŞİ TURAN İTİL'İN YAPTIĞI BİLİMSEL ÇALIŞMALAR NEYDİ VE CIA'NIN MK-ULTRA PROJESİ İLE İLGİSİ VAR MIYDI? 

MK-ULTRA PROJESİ NEYDİ?

CIA'NIN YILLAR SONRA YAYINLADIĞI BELGEDE NE VARDI? 

CIA FALİYETLERİ KOMİSYONUNDA NE OLDU? 



NEVİN BİLGİN 

Türkiye'nin ve dünyanın önemli sümerologlarından Muazzez İlmiye Çığ'ın psikiyatrist kardeşi Turan İtil'in 1980 darbesi sırasında bir grup psikiyatristle birlikte yürüttüğü çalışmaların CIA'nın yaptığı psikiyatrik deneylerle bağlantılı olduğuna ilişkin iddialar yeniden gündeme taşındı. 

Peki yürütülen psikiyatrik çalışma neydi? CIA ile bağlantısı var mıydı? Yürütülen MK-ULTRA'nın içeriği neydi? CIA'nın yıllar sonra bu konuda yayınladığı döküman neydi? 

Türkiye'de de Turan İtil'in darbe döneminde yaptığı çalışmalar yıllardır tartışmalı halini koruyor. İtil, 1950'lerde Almanya'da eğitim gördükten sonra, 1963 yılında ABD'ye giderek Missouri Psikiyatri Enstitüsü'nde çalışmaya başlamıştı. Özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, Türkiye'de akıl hastalıklarının tedavisi ve ilaç geliştirme adı altında yapılan tartışmalı deneylerin içinde yer aldığı iddiaları bulunmaktadır. Bu iddialar, darbe sonrası dönemde insan hakları ihlallerinin yaygın olduğu bir atmosferde büyük yankı uyandırmıştır.

Ancak tartışmalar zaman zaman gündeme gelse de İtil'in yaptığı bilimsel çalışmaların, CIA'nin MK-ULTRA projesiyle ilgisinin olup olmadığı kesinlik kazanmadı. 

1950'de başladı, 1973'e kadar sürdü

MK-ULTRA, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) tarafından 1950'lerin başında başlatılan ve 1973'e kadar süren bir zihin kontrolü ve kimyasal sorgulama programıydı. Proje, özellikle Soğuk Savaş döneminde, düşman ajanları üzerinde kontrol sağlama ve sorgulamaları kolaylaştıracak yöntemler geliştirmeyi amaçladı. Bu süreçle ilgili etik tartışmalar yapıldı. 

CIA'nın yaptığı proje, zihin kontrolü ve bilinçaltı manipülasyonu gibi konuları araştıran gizli bir programdı ve LSD gibi psikoaktif maddeler kullanarak evsizler ve akıl hastaları üzerinde izinsiz deneyler yapıldığı iddia edildi.  

Projenin Amacı ve Yöntemleri

MK-ULTRA, insanların zihinsel durumlarını ve davranışlarını manipüle etmek için çeşitli deneyler gerçekleştirdi. Bu deneylerle ilgili şu iddialar gündeme geldi: 

Psikoaktif maddeler: Özellikle LSD gibi halüsinojenler, zihin kontrolünü sağlama aracı olarak test edildi.

Hipnoz ve duyusal yoksunluk: Deneklerin iradelerini kırmak ve beyin fonksiyonlarını değiştirmek amacıyla uygulandı.

Elektroşok terapileri ve izolasyon: Denekler üzerinde yoğun stres yaratarak bilinçaltına erişme teknikleri denendi.

Manipülatif sorgulama teknikleri: Bilinçli rızaları olmadan bireyler üzerinde kimyasal ve psikolojik etkiler denendi.

Bu çalışmalar, habersiz deneklerin, çoğu zaman sıradan vatandaşların, hatta üniversite öğrencilerinin, bilgi ve rızası olmadan üzerinde yapıldığı iddia edildi. 

Projenin İfşası ve Tepkiler

MK-ULTRA, ilk kez 1975 yılında ABD Kongresi tarafından düzenlenen Kilise Komitesi ve Rockefeller Komisyonu oturumlarıyla geniş kamuoyunun bilgisine sunuldu. Araştırmalar, projenin hem ABD'de hem de Kanada'da çeşitli kurumlar ve üniversiteler aracılığıyla gerçekleştirildiğini ortaya koydu. Bu süreçte:

Deneylerde etik dışı yaklaşımlar: LSD gibi maddelerin farkında olmayan bireylere verilmesi en çok tepki çeken uygulamalardan biriydi.

Belgelerin yok edilmesi: Projeyle ilgili birçok belgenin imha edildiği iddia edildi. Bu durum, projeye dair birçok bilginin günümüze ulaşamamasına neden oldu.

MK-ULTRA'nın Mirası

Proje, zihin kontrolü ve etik dışı deneyler konusundaki tartışmaların odak noktası haline geldi. MK-ULTRA'nın temel hedeflerinden biri olan "kontrol edilebilir birey" yaratma çabası, bilim ve insan hakları alanlarında büyük tepki topladı.

Günümüzde MK-ULTRA, hükümetlerin gizli projelerde etik sınırları nasıl ihlal edebileceğini gösteren bir örnek olarak anılmaktadır. İnsan haklarına yönelik bu tür ihlallerin yeniden yaşanmaması için daha şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim anlayışı talep edilmektedir.

Rockefeller Komisyonu

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'nın Amerika Birleşik Devletleri'ndeki CIA Faaliyetleri Komisyonu, daha çok Rockefeller Komisyonu olarak bilinir. 1975 yılında Başkan Gerald Ford tarafından kurulmuştur ve Başkan Yardımcısı Nelson Rockefeller tarafından yönetilmiştir. Komisyonun amacı, CIA'nin ve diğer ABD istihbarat teşkilatlarının yurtiçindeki faaliyetlerini araştırmaktır.

Rockefeller Komisyonu, özellikle CIA'nin yasadışı yerel faaliyetleri hakkında bilgi vermiştir. Bu faaliyetler arasında, CIA'nin ABD vatandaşları üzerinde izinsiz deneyler yapması ve yerel muhalif grupları gözetlemesi yer alır. Komisyon, CIA'nin zihin kontrol programı olan MK-ULTRA'yı da açıklamıştır.

Komisyonun çalışmaları, kamuoyu ve medya tarafından yakından izlenmiş ve raporları "aklama" olarak eleştirilmiştir. Ancak, Komisyon'un bulguları daha sonra Meclis ve Senato tarafından yapılan daha kapsamlı soruşturmalara da dahil edilmiştir. Bu soruşturmalar, CIA'nin ve diğer istihbarat teşkilatlarının faaliyetlerinin daha geniş kapsamlı bir şekilde incelenmesine yol açmıştır.


Kaynakça: 

https://serbestiyet.com/yazarlar/peki-turan-itil-abdden-neden-turkiyeye-donmustu-188105/?form=MG0AV3

https://www.cia.gov/readingroom/document/06760269?form=MG0AV3 (CIA döküman linki) 

https://evrimagaci.org/mkultra-projesi-nedir-cia-tarafindan-yurutulmus-sira-disi-deneyler-950?form=MG0AV3

https://en.wikipedia.org/wiki/MKUltra?form=MG0AV3


https://spyscape.com/article/frank-olson-the-cias-secret-quest-for-mind-control

 "AMBALAJ KÜLTÜRÜ"NÜN GÖLGESİNDE

CENAZENİN ÖLÜMDEN, DÜĞÜNÜN AŞKTAN, AYİNİN TANRIDAN ÖNEMLİ HALE GELİŞİ

EDUARDO GALEANO'NUN "AMBALAJ KÜLTÜRÜ"



 NEVİN BİLGİN 

Eduardo Galeano'nun "Cenazenin ölümden, düğünün aşktan,  fiziksel olanın akıldan, ayinin Tanrı'dan daha önemli olduğu bir dünyada yaşıyoruz" sözü, günümüz toplumunun yüzeyselliğini ve tüketim odaklı değerlerini özetliyor. Artık duygular ve içerik yerine şekilselliğe, törensel sembollere bırakmış durumda. 

Günümüzde düğünler, aşk ve sevgi yerine görkemli gösteriler ve tüketim odaklı etkinlikler haline geldi. Gelinliklerin hangi marka olduğundan, düğünün nerede yapıldığına, bekarlığa veda, tüylü, şapkalı, kara gözlüklü kına gecelerine abartılı organizasyonlarıa, kimin ne getirdiğine odaklı takı törenlerinin gösterişli sunumlarına odaklanılmış durumda. 

Özün yerine dış görünüş almış durumda. Anlamlı bir birliktelik kutlaması yerin topluma, sosyal medyaya sergilenen birer performansa bırakmış. 

İnsan hayatının değeri yerine, ölüm sonrası düzenlenen cenaze törenleri ön plana çıkmış durumda. Görkemli cenaze törenleri, merhumun yaşam boyu yaptığı katkılardan daha fazla ilgi görebiliyor. Bu durum, yaşayan insanların değerini göz ardı ederken, ölüm sonrası törenlerin aşırı önem kazanmasını sağlıyor.



Elbiseler ve Bedenin Gölgesinde Kalan Kimlikler

Markalar ve pahalı kıyafetler, günümüzde bireylerin kimliklerini ve değerlerini yansıtmaktan çok, bilinçaltındaki boşlukları doldurmak için kullanılıyor. Elbiseler, insanların bedenlerinden ve kimliklerinden daha önemli hale gelmiş durumda. Modanın ve markaların dayattığı standartlar, bireylerin özgün kimliklerinin ve bedenlerinin önüne geçiyor.

Dinin Gösterişe Dönüşen Ayinleri

Din, bireysel bir inanç sistemi olmaktan çıkıp, toplumsal bir gösteriye dönüşmüş durumda. Ayinler ve dini törenler, kişisel inançlardan ziyade topluma sergilenen performanslar haline geliyor. Dinin özündeki manevi değerler, gösterişe ve ritüellere dönüşüyor. Ayinler, Tanrı'dan daha önemli hale gelirken, dini inancın bireyselliği kayboluyor.

Eduardo Galeano'nun eleştirdiği "ambalaj kültürü", günümüzde aşkın, sevginin, insan değerinin ve inancın yerini çoktan almış durumda. 

Eduardo Germán Hughes Galeano kimdir? 

Doğum: 3 Eylül 1940, Montevideo, Uruguay Ölüm: 13 Nisan 2015, Montevideo, Uruguay

Eduardo Galeano, Uruguaylı gazeteci ve yazar olarak Latin Amerika'nın sorunlarını ve tarihini etkileyici bir dille anlatan bir figürdü. Montevideo'da orta sınıf Katolik bir ailede doğdu. Çocukluğunda futbolcu olmayı hayal ederken, gençliğinde birçok farklı işte çalışarak hayatını kazandı. 14 yaşında, Sosyalist Parti'nin haftalık yayını El Sol için ilk politik çizgi romanını sattı.

Gazetecilik Kariyeri ve Sürgün Yılları

1960'larda gazetecilik kariyerine Marcha dergisinde editör olarak başladı. Ancak, 1973'te Uruguay'da gerçekleşen askeri darbenin ardından hapse atıldı ve sonrasında sürgüne gönderildi. Arjantin'e yerleşerek Crisis adlı kültürel dergiyi yayımlamaya başladı. 1976'da Arjantin'de iktidara gelen askeri cunta nedeniyle bu kez İspanya'ya kaçtı. Burada, ünlü üçlemesi "Ateş Anıları"nı (Memoria del fuego) yazdı.

Eserleri ve Temaları

Galeano, Latin Amerika'nın tarihini, sosyal sorunlarını ve adaletsizliklerini derinlemesine ele aldı. Eserlerinde sık sık gazete haberlerini ve tarihi olayları kullanarak, toplumun sorunlarına dikkat çekti. En bilinen eserlerinden bazıları:

Las Venas Abiertas de América Latina (Latin Amerika'nın Kesik Damarları) - Latin Amerika'nın sömürgeci geçmişini ve ekonomik zorluklarını anlatır.

Memoria del fuego (Ateş Anıları) serisi - Latin Amerika'nın tarihini mitler, efsaneler ve gerçeklerle harmanlayarak yeniden anlatır.

El libro de los abrazos (Kucaklaşmanın Kitabı) - İnsanlık halleri ve günlük yaşam üzerine kısa hikayelerden oluşurJ

Dönüş ve Ölümü

1985'in başlarında Montevideo'ya dönen Galeano, burada yaşamaya devam etti ve yazmaya devam etti. 13 Nisan 2015'te, akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetti

Kaynakça: 

Eduardo Galeano'dan alıntı: "Cenazenin çok önemli olduğu bir dünyada yaşıyoruz..."

Eduardo Galeano - Vikipedi


19 Kasım 2024 Salı


MİLLİYETÇİLİK VE OTORİTE ARASINDAKİ İLİŞKİ




NEVİN BİLGİN 

Milliyetçilik ve otorite kavramları, toplumsal ve siyasal yapının temel taşlarını oluşturan iki önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramlar, bireylerin ve toplumların davranışlarını, değerlerini ve tutumlarını derinden etkiler. Tarihsel süreç içerisinde milliyetçilik, otorite ile iç içe geçerek farklı toplumsal ve siyasal dinamikler ortaya çıkarmıştır.

Otoriteryen Kişilik

Otoriteryen kişilik, özellikle Erich Fromm, Max Horkheimer ve Theodor W. Adorno'nun çalışmalarıyla incelenmiş bir kavramdır. Otoriteryen kişilik örüntüsü, hoşgörmezlik, otoriteye boyun eğme, milliyetçilik, kurallara körü körüne bağlanma, dogmatiklik, sevgi yerine kuvvet ilişkilerine değer verme, tutuculuk, ayrımcı önyargı ve etnosentrizm gibi özelliklerle karakterize edilir.

Milliyetçilik ve Otoriter Kişilik arasındaki ilişki, bu tür bir kişilik yapısına sahip bireylerin, kendilerini ait hissettikleri ulusal kimlikleri ön plana çıkarma eğiliminde olmalarıyla anlaşılabilir. 

Milliyetçilik, grup aidiyeti ve "biz" ile "onlar" arasındaki ayrımlar üzerinden şekillenir. Otoriter kişilik, bu ayrımları pekiştiren ve grup üstünlüğü fikrini kabul eden bir yapıdadır. Birey, grup normlarını, değerlerini ve tarihsel mirasını savunma konusunda daha az esneklik gösterir ve farklılıklara karşı hoşgörüsüz olabilir. Bu durum, aynı zamanda otoriter rejimlerin güç kazanmasına zemin hazırlar. Milliyetçi duygular, otoriter liderlerin toplumu bir arada tutma ve yönetme stratejilerini besler, çünkü bu tür liderler genellikle toplumu tek bir ulusal kimlik etrafında birleştirmeye çalışırlar.

Milliyetçilik, toplumsal düzeni ve hiyerarşiyi savunurken, otoriter kişilik yapısına sahip bireyler de bu hiyerarşiyi doğal ve değişmez bir gerçek olarak kabul ederler. Bu, kurallara ve otoriteye körü körüne bağlılık ve genellikle bireysel özgürlüklerin sınırlanması gerektiği düşüncesiyle pekişir. Milliyetçilikle birleşen bu tür tutumlar, etnik ya da kültürel dışlayıcılığı artırabilir ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirebilir. Otoriter kişilik ve milliyetçilik arasındaki bu sıkı bağ, bireylerin yalnızca kendi kültürlerini ve ulusal kimliklerini savunmalarına değil, aynı zamanda bu kimliklerin tehdit altında olduğunu hissettiklerinde agresif bir şekilde savunmalarına yol açar.

Milliyetçilik ve Otoriteryen Kişilik

Milliyetçilik, otoriteryen kişilik yapısının temel unsurlarından biridir. Milliyetçi tutumlar, otoriteye boyun eğme eğilimini pekiştirir ve bireyleri otoriter rejimlere daha duyarlı hale getirir. Milliyetçilik, genellikle bir grup aidiyeti ve üstünlük hissi yaratır ve bu da otoriter liderlerin güçlenmesine yol açabilir.

Tarihsel Örnekler

Nazi Almanyası: Nazi Almanyası, milliyetçiliğin otoriter bir rejimle nasıl birleştiğinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Adolf Hitler'in liderliğinde, milliyetçilik ve ırkçılık, otoriter bir devlet yapısının temelini oluşturmuştur. Bu dönemde milliyetçilik, devletin tüm bireylerden mutlak itaat beklemesiyle sonuçlanmıştır.

Modern Popülist Hareketler: Günümüzde de milliyetçi ve otoriter hareketlerin yükselişi, benzer bir dinamiği gözler önüne sermektedir. Popülist liderler, milliyetçi söylemler kullanarak kitleleri mobilize etmekte ve otoriter politikaları meşrulaştırmaktadır.



Milliyetçiliğin Otorite Üzerindeki Etkileri

Toplumsal Uyum: Milliyetçilik, toplum içinde bir uyum ve birlik hissi yaratabilir, ancak aynı zamanda otoriter rejimlerin baskıcı politikalarını haklı çıkarabilir.

Ayrımcılık ve Ötekileştirme: Milliyetçi söylemler, etnik ve dini azınlıklara yönelik ayrımcılığı ve ötekileştirmeyi körükleyebilir, bu da otoriter rejimlerin desteklenmesine yol açabilir.

Savaş ve Çatışma: Milliyetçilik, ulusal kimliği koruma adına diğer uluslara karşı saldırgan tutumları teşvik edebilir ve bu da uluslararası çatışmaları artırabilir.

Kaynakça: 

https://www.cambridge.org/core/journals/nationalities-papers/article/everyday-nationalism-and-authoritarian-rule-a-case-study-of-north-korea/861FBD98F17C36F50770291CFBD15348?form=MG0AV3 (Gündelik Milliyetçilik ve Kuzey Kore Örneği) 

https://stateofnationalism.eu/article/nationalism-and-international-conflict/?form=MG0AV3 (Milliyetçilik ve Uluslararası Çatışma) 

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/149831?form=MG0AV3

https://dergipark.org.tr/tr/pub/insanveinsan/article/540654?form=MG0AV3

https://dergipark.org.tr/tr/pub/insanvetoplum/issue/71117/1136763?form=MG0AV3

https://dergipark.org.tr/tr/pub/diclesosbed/issue/76043/1212872?form=MG0AV3


 İNSAN OTORİTEYE NASIL İTAAT EDER? 

"STANLEY MİLGRAM DENEYİ"


 (Katılımcılara bir "öğretmen" rolü verilerek gerçekleştirildi. Öğretmen, elektrik şoku uygulaması gerektiği söylenen bir "öğrenciye" (aslında bir aktöre) kelime eşleştirme soruları sordu.

Öğrenci her yanlış cevap verdiğinde, öğretmen, şok seviyesini artırarak ceza uygulamakla görevlendirildi. Şok makinesi, 15 volttan 450 volta kadar artan seviyelerde tasarlanmıştı. Şoklar gerçekte uygulanmıyordu, ancak öğrenci rolündeki aktör, acı çekiyormuş gibi tepkiler veriyordu.

Deneyi yöneten otorite figürü, katılımcıya "devam etmelisiniz" diyerek şok uygulamayı sürdürmesi talimatını veriyordu. Bu süreç, katılımcının itaat sınırlarını ve otoritenin gücünü test etti.)


NEVİN BİLGİN 

İnsanların otoriteye hiç sorgulamadan nasıl itaat ettirilecekleri konusu bilimsel deneylerle de araştırılarak, bunun nasıl sağlanacağı ortaya konulmuştur. Nasıl oluyor da, insanlar Nazi Almanya'sında olduğu gibi korkunç suçlara  dahil olabiliyorlardı? İşte psikolojide bunu araştıran ve sonuçlarını ortaya koyan  kişi psikolojik Standley Milgram olmuştur. 

1950’lerin sonunda başlayan ve 1960’ların başında psikolog Stanley Milgram tarafından Yale Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Milgram Deneyi, otoriteye itaatin sınırlarını ve insanların vicdanlarına rağmen otoriteye nasıl boyun eğebildiklerini çarpıcı şekilde ortaya koymuştur. Bu deney, özellikle Nazi Almanyası'nda sıradan insanların korkunç suçlara nasıl dahil olabildiği sorusuna yanıt arayan bir bağlamda geliştirilmiştir. Milgram, insanların emirleri sorgulamadan yerine getirip getiremeyeceklerini anlamak istemiş ve ulaştığı sonuçlar, hem psikoloji hem de insanlık için büyük bir şok olmuştur.

Deneyin Tasarımı

Deney, basit ancak etkileyici bir kurguya sahiptir. Katılımcılar (öğretmen rolünde), bir “öğrenciye” (aslında bir aktör) elektrik şoku verdiklerini düşünerek bir öğrenme testini yürütür. Katılımcılara, şok seviyelerini deneyin ilerleyişine göre artırmaları talimatı verilir. Şokların gerçekte uygulanmadığı, yalnızca şok uygulama simülasyonu yapıldığı katılımcılardan gizlenmiştir. Deney yöneticisi (otorite figürü), beyaz önlük giyen ve ciddi bir tavır sergileyen bir bilim insanıdır. Bu figür, katılımcılara “Deneye devam etmelisiniz” gibi emirler vererek şok uygulamalarını teşvik eder.

Deneyde kullanılan şok makinesi, katılımcılara profesyonel bir cihaz izlenimi verecek şekilde tasarlanmıştır. Panel üzerinde 15 volttan başlayıp 450 volta kadar yükselen ve “hafif şok”tan “tehlikeli: ölümcül şok”a kadar giden seviyeler yer alır. Katılımcılar, her yanlış cevapta şok seviyesini artırmaya zorlanır ve öğrenci rolündeki aktör, belirli voltajlarda acı çektiğini göstermek için çığlık atar, ağlar veya deneyi bırakmak istediğini belirtir.

Deneyin İlerleyişi ve Çarpıcı Sonuçlar

Deneyde katılımcıların yaklaşık %65’i (40 katılımcıdan 26’sı), öğrenci bağırarak durmalarını talep etmesine ve görünürde büyük acılar içinde olmasına rağmen, en yüksek şok seviyesi olan 450 volta kadar gitmiştir. Bu bulgu, insanların elinde herhangi bir fiziksel zorlama gücü olmayan bir otorite figürüne bile yüksek oranda itaat ettiğini ortaya koymuştur.

Milgram’ın deneyinde dikkat çeken diğer bir unsur, katılımcıların duygusal durumlarıdır. Birçoğu şok vermeye devam ederken yoğun bir stres, suçluluk duygusu ve ahlaki çatışma yaşadığını ifade etmiştir. Bu durum, emirlerin ahlaki değerlere karşı üstün gelme kapasitesini gözler önüne sermiştir.

Deneyin Sosyal ve Psikolojik Bağlamı

Milgram Deneyi, otoriteye itaatin nedenleri ve sonuçlarını anlamada önemli bir kilometre taşıdır. Deneyin bulguları, insan davranışında otorite figürünün etkisinin ne kadar derin olduğunu göstermiştir. Milgram, itaatin üç temel bileşenini şu şekilde özetlemiştir:

Otorite Figürünün Gücü: Beyaz önlük giymek gibi sembolik unsurlar, otoritenin meşruiyetini artırmıştır.

Sorumluluk Aktarımı: Katılımcılar, yaptıkları eylemlerden kendilerinin değil, otoritenin sorumlu olduğunu düşünmüştür.

Kademeli Artış: Şok seviyelerinin yavaş yavaş artırılması, eylemin ahlaki sınırlarını aşmayı kolaylaştırmıştır.

Muzaffer Şerif'in Grup Normu Deneyi

Milgram Deneyi, sosyal psikolojideki diğer önemli deneylerle birlikte otorite ve uyumun doğasını anlamada kritik bir rol oynamaktadır. 

Muzaffer Şerif’in Grup Normu Deneyi (1936), insanların grup içi baskılar nedeniyle nasıl bir norm oluşturduğunu ve bu normlara uyduğunu araştırmıştır.

Solomon Asch’in Uyma Deneyi (1951): İnsanların, açıkça yanlış olduğunu bildikleri bir grup kararına nasıl uyum sağladıklarını göstermiştir.

Milgram Deneyi ve Etik Tartışmalar

Deney, psikolojik araştırmaların etik sınırlarını da yeniden tanımlamıştır. Katılımcıların yoğun stres yaşadığı ve deneyin sonucunda travma yaşayabilecekleri eleştiriler arasında yer almıştır. Bu durum, deneysel çalışmalarda katılımcıların korunmasının önemini vurgulamış ve etik standartların geliştirilmesine katkı sağlamıştır.

Milgram Deneyi, bireylerin otorite karşısındaki davranışlarının toplumsal düzeyde ne kadar etkili olabileceğini göstermiştir. Özellikle totaliter rejimlerde, otoriteye sorgusuz itaatin nasıl korkunç sonuçlara yol açabileceği bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Günümüzde, deneyin sonuçları eğitimden hukuka, psikolojiden politikaya kadar birçok alanda referans alınmaktadır.

Milgram’ın bulguları, insan doğasının karmaşıklığını ve ahlaki değerlerin, sosyal baskılar ve otorite karşısında nasıl şekillendiğini anlamamıza ışık tutmaya devam etmektedir.

Kaynakça: 

https://dergipark.org.tr/en/pub/iuhfm/issue/30512/330060?form=MG0AV3

https://tr.wikipedia.org/wiki/Milgram_deneyi?form=MG0AV3

https://www.turkyurdu.com.tr/arsiv/yazar-yazi.php?id=2579


 MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ'IN ÖLÜMÜYLE BİRLİKTE ORTAYA ÇIKAN TARTIŞMA

12 EYLÜL DÖNEMİNDE ÇIĞ'IN KARDEŞİ TURAN İTİL VE AYHAN SONGAR'IN YAPTIĞI DENEYLER VE ETİK TARTIŞMALAR YENİDEN GÜNDEME GELDİ

TESTE TABİ TUTULAN ÜLKÜCÜLERDEN KÜÇÜKİSSİZ: 

"300 SORU SORDULAR, HERHANGİ BİR İLAÇ ALMADIM"

"YILLAR SONRA BANA CEZAEVİNDE SORULARI SORAN KİŞİNİN İTİL OLDUĞUNU GÖRÜNCE  SUÇ DUYURUSUNDA BULUNDUM"

"OLAYIN MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ İLE İLGİSİ SADECE ÇALIŞMALARI YAPAN VAKIFTA OLMASIYDI" 

Testte sorulan sorulardan bazıları: 

“Annenizi hiç çıplak gördünüz mü?”

“Hayvanlarla cinsel ilişkiye girdiniz mi?”

“Ailenizde katil olan var mı?”

“Allah’a inanıyor musunuz?” 


NEVİN BİLGİN 

1980’li yılların siyasi ve toplumsal atmosferinde, bilim ve etik arasındaki sınırların bulanıklaştığı pek çok olay yaşandı. Bu olaylardan biri de Turan İtil’in de dahil olduğu bir ekibin Mamak Cezaevi'nde gerçekleştirdiği psikiyatrik testlerdi. Bu testler CIA'nın ABD'de uyguladığı bir takım bilinçaltı üzerinden insanların kullanımı, güdülenmesi gibi çalışmalarla ilişkilendirildi. Esin Çığ'ın (Muazzez İlmiye Çığ'ın kızı) "Unutulan Beyin" adıyla çıkardığı ve Prof. Dr. Turan İtil'le yapılan söyleşisini içeren kitap de bu tartışmalarla birlikte yeniden gündeme taşındı. 

O dönemde yapılan çalışmalarda, EEG ve nöro-psikiyatri alanında uluslararası başarılarıyla tanınan İtil, Amerika’da özel bir EEG başlığı geliştirmiş (Patent No: 4,683,892) ve bilim dünyasında öne çıkmış bir isimdi. Ancak, 12 Eylül döneminde gerçekleştirdiği çalışmalar, etik açıdan ciddi tartışmalara yol açtı.

1980'de Mamak Cezaevi'nde bulunanlardan ve teste tabi tutulanlardan Recep Küçükizsiz, konuya ilişkin soruları yanıtladı: 

"Soru: İlmiye Çığ ile ilgili iddialar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Recep Küçükizsiz: Sayın İlmiye Çığ ile adlandırılması benim dahil olmadığım bir kısımla ilgili. Aile vakfı kurmuşlar. Aile vakfı da bazı denemeler yapmış, bununla ilgili spekülasyonlar oldu. O vakfın kurucusu Muazzez İlmiye Çığ. Abi kardeş vakıf kuruluşları. Şahsen kendileriyle bir alıp veremediğim yok.

Soru: Cezaevinde yapılan testlerle ilgili süreçten bahseder misiniz?

Recep Küçükizsiz: Anladığım kadarıyla olay 1983-84 yıllarında, Turan İtil yönetiminde psikiyatrik ve psikanalitik bir test yapıldı. Cezaevinde belli sayıda kişi seçildi. Mamak’ta 5 bin kişi vardı. Terörist ve anarşist kişileri seçtiler, teste tabi tuttular. Rızamızı almadılar. Bizi itirafçı mısınız diye götürdüler zannettik. Turan İtil’i orada gördüm. Odaya geldi ve dedi ki, “İsim yazmak zorunda değilsiniz.” Elimizdeki sorularla baş başa kaldık. Çok fazla soru vardı; 300-400 tane soru.

Soru: Soruların içeriği nasıldı?

Recep Küçükizsiz: Test sorularında “Annenizi çıplak gördünüz mü?”, “Hayvanla cinsel ilişkiye girdiniz mi?”, “Akrabalarınızdan katil olan var mı?” gibi sorular vardı. O zaman çok kızıyordum. Siyasi soru yoktu, inançla ilgili sorular vardı. Mesela “Allah’a inanıyor musunuz?” diye sorular vardı.

Soru: Test sonuçları hakkında bilginiz var mı?

Recep Küçükizsiz: Cezaevinden çıkınca yurtdışına gittim. 2011’de Ulusal Kanal’da Turan İtil’i gördüm, dilekçe yazdım. Kenan Evren’in yargılanma süreciydi. Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdim. Mevzu benim için bu kadardır. Vakfın İstanbul’daki tutuklanan kişilere ilaç verdiği iddialarını bilmiyorum. Benim söylediklerimin ispatı ve delili de gerek yok. Zaman zaman açıklamalar yaptılar. Test sonuçlarını ilmi konferanslarda bildiri olarak sundular.

Soru: Test sırasında ilaç verildi mi?

Recep Küçükizsiz: Bana ilaç verilmedi, sadece test yapıldı. Çalışmanın başında Ayhan Songar ve Turan İtil vardı. Ayhan Songar ölmüştü o zaman.

Bilim ve Etik Çatışması-Zihin Kontrolü Çalışmaları

Turan İtil’in ABD’de geliştirdiği EEG başlığı ve ilaçlı EEG yöntemleri, bilimsel açıdan önemli bir yenilikti. Ancak, bu çalışmaları Türkiye’de mahkûmlara rızaları olmadan uygulaması, etik değerlerle çelişiyordu. Özellikle, mahkûmların bu testlerin bilimsel boyutu hakkında bilgilendirilmemesi ve süreçte kendilerini denek olarak hissetmeleri, tartışmaları derinleştirdi.

Turan İtil, Ord. Prof. Dr. Philipp Schwartz'ın öğrencisi olarak başlayan akademik yolculuğunda, Almanya’da Erlangen-Nürnberg Üniversitesi’nde doçentlik ve başhekimlik yaptıktan sonra St. Louis Missouri Üniversitesi ve New York Tıp Koleji gibi prestijli kurumlarda görev aldı. Amerikan Hava Kuvvetleri, Missouri Üniversitesi Psikiyatri Enstitüsü ve NATO ile LSD ve zihin kontrolü üzerine araştırmalarda iş birliği yaptı.

1971’de Türkiye’de HZİ Nöropsikiyatri Vakfı’nı kurdu. 

12 Eylül Darbesi sonrası cezaevlerindeki “Mamak Modeli” uygulamalarına fikirsel katkıda bulunduğu iddia edildi. Disiplin artırımı ve rehabilitasyon süreçlerine ilham veren bulgular elde edildiği belirtildi. 

Uluslararası Terörün Çağdaş Yönleri

1983’te ABD destekli “Uluslararası Terörün Çağdaş Yönleri” seminerinde, Turan İtil’in çalışmaları da gündeme geldi. 

Seminerin katılımcıları arasında CIA İstasyon Şefi Paul Henze, Orgeneral Necdet Öztorun ve Vali Nevzat Ayaz gibi isimler de yeraldı. Bu süreç, İtil’in bilimsel çalışmalarının etik ve siyasi boyutlarını daha da tartışmalı hale getirmiştir.

Muazzez İlmiye Çığ'a Yöneltilen Haksız Eleştiriler

Turan İtil’in çalışmaları, kız kardeşi Muazzez İlmiye Çığ’ın isminin de haksız yere tartışmalara dahil edilmesine neden oldu. Ancak Çığ, Sümerolog kimliğiyle bilim dünyasına önemli katkılar sağlamış bir isim olup, kardeşinin etik açıdan sorgulanan çalışmalarından dolayı eleştirilmesinin ne kadar doğru olduğu da tartışmalardır.


                            Turan İtil

Kimdir?

Turan İtil, Türk nöroloji ve psikiyatri uzmanı olarak tanınan bir bilim insanıdır. Beyin araştırmaları ve psikiyatrik hastalıklar konusundaki çalışmaları ile tanınır. Özellikle nöropsikiyatri alanında yaptığı çalışmalar ve beyin fonksiyonlarını anlamaya yönelik araştırmaları ile önemli katkılarda bulunmuştur.

Dr. İtil, beyin fonksiyonlarını inceleyen ve beyin sağlığını koruma yöntemleri üzerine araştırmalar yapmıştır.

Özellikle depresyon, anksiyete ve şizofreni gibi psikiyatrik hastalıkların tedavi yöntemleri üzerine çalışmıştır.

Nöroloji ve psikiyatri alanında teknolojik yeniliklerin tıpta nasıl kullanılabileceği üzerine çalışmalar yapmıştır.

Dr. Turan İtil'in çalışmaları, beyin sağlığı ve nörolojik hastalıklar konusunda bilim dünyasına önemli katkılar sağlamıştır.

                    Ayhan Songar

Kimdir? 

Ayhan Songar (1926, Gönen – 2 Temmuz 1997, İstanbul), Türk psikiyatri doktoru ve çağdaş psikiyatrinin Türkiye'deki öncülerindendir. 1950 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olmuş, aynı yıl aynı fakültede asistanlık görevine başlamıştır. 1956 yılında doçent, 1961 yılında profesör unvanını almıştır. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nın kurucusu olan Songar, bu kürsünün başkanlığını 34 yıl boyunca yürütmüştür.

Ayrıca Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanlığı, Adalet Bakanlığı'na bağlı Adli Tıp Kurumu Müşahedehane Şubesi Müdürlüğü gibi önemli görevlerde bulunmuştur. New York Bilimler Akademisi üyeliği yapmış, Aydınlar Ocağı ve Türkiye Millî Kültür Vakfı gibi sivil toplum kuruluşlarının kurucuları arasında yer almıştır.

Edebiyat ve musiki alanında da eserler veren Songar, 26 kitabın yanı sıra psikiyatri ve insan psikolojisi üzerine önemli makaleler kaleme almıştır. Almanca olarak yayımlanan “Die Menschen und die Psychologie” adlı bildirisi, uluslararası alanda kaynak olarak gösterilmiştir. Millî Gazete ve Türkiye gazetelerinde köşe yazıları yazmıştır.

Esprili kişiliği, Türk Sanat Müziği'ne olan tutkusu ve geniş fotoğraf makinesi koleksiyonu ile de tanınan Songar, 1997 yılında İstanbul’da hayatını kaybetmiş ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilmiştir. Arkasında önemli bir akademik miras ve psikiyatriye yaptığı katkılar bırakmıştır.


                       Recep Küçükissiz

Kimdir? 

Recep Küçükizsiz, Adana doğumlu olup ilk ve orta öğrenimini memleketinde tamamladı. Lise eğitimini Adana Erkek Lisesi'nde başlayıp, Kadirli ve Antakya'da tamamladı. Ülkücü kimliği nedeniyle üç kez hapse girdi. 12 Eylül darbesi sonrası tutuklanarak, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası'nda yargılandı. Alparslan Türkeş ile birlikte idamı istenen 220 ülkücüden biriydi. Mamak Mahkemeleri tarafından “iki idam, bir müebbet hapis” cezasına çarptırıldı. Adana, Mamak, Gaziantep, Bursa, Bayrampaşa gibi cezaevlerinde toplamda 11 yılı aşkın süre hapis yattı. Cezaevinde İktisat Fakültesi’ni tamamladı.

1991’de "Şartlı Salıverme Kanunu" ile serbest bırakıldı, ancak Yargıtay’ın "her idam cezası için 10 yıl yatılacak" kararı üzerine Almanya’ya iltica etti. Avrupa Türk Federasyonu'nda uzun yıllar yönetici olarak görev yaptı. Evli ve dört çocuk babasıdır. 2000 yılında çıkarılan ve halk arasında "Rahşan Affı" olarak bilinen yasaya, Ülkücülerin faydalanmasını engelleyen Devlet Bahçeli’ye karşı tepki göstererek Yusufiyeliler Hareketi’ni başlattı. 


Kaynakça: 

Çığ, Esin, Unutulan Beyin

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/bizim-sevgili-hastaligimiz-266019

https://psikiyatri.org.tr/uploadFiles/publicationsFile/file/1079_TPDB2_web.pdf

https://biryenicumhuriyet.com.tr/2024/11/17/muazzez-ilmiye-cigin-ardindan-tamamina-erdirilememis-aydinlanmanin-drami/?form=MG0AV3

https://medyascope.tv/2024/11/18/muazzez-ilmiye-cigin-12-eylul-karnesi/?form=MG0AV3

https://www.evrensel.net/haber/534299/muazzez-ilmiye-cig-oldu?form=MG0AV3

https://medikritik.com/haberler/super-eegnin-mucidi-turk-profesor-turan-itil

17 Kasım 2024 Pazar

 YÖRESEL GÜNLER: 

  Yeme-İçme Kültürüne Sıkışan Memleket Özlemi









Büyükşehirlerde yaşayanların memleket hasreti, yöresel günler adı altında düzenlenen etkinliklerle giderilmeye çalışılıyor. Ancak bu günlerin neredeyse tamamen yemek ve içmek üzerine kurulu olması dikkat çekici. Hatay'ın künefesi, Trabzon'un kuymak tezgâhı ya da Gaziantep'in baklavası gibi tatlar, insanlara memleketlerini hatırlatıyor. Fakat folklorik danslar, halk oyunları ya da yerel hikâye anlatımları gibi kültürel zenginliklerin eksikliği, bu etkinlikleri tek boyutlu hâle getiriyor.


Yöresel günlerin daha hijyenik ortamlarda, sadece alışveriş değil, kültürel etkinliklerle de desteklenmesi gerekiyor. El sanatları atölyeleri, halk oyunları gösterileri, yerel sanatçıların sahne alması gibi faaliyetlerle bu etkinlikler daha anlamlı olabilir. Yöresel günler, yalnızca mideyi değil, ruhu da doyurmalı. Memleket hasreti, sadece tatlarla değil, o kültürün her yönüyle giderilir.

16 Kasım 2024 Cumartesi

                        SEN ANLAT KÖŞESİ

 

           KONUKLAR: 

   PROF.DR. BİNNUR YEŞİLYAPRAK 

                       VE DR. ŞULE ÇAĞLAR

     KONU: DANS VE HAREKET TERAPİSİ



RUH VE BEDENİN DANSI

DANSLA PSİKOTERAPİNİN ENTEGRASYONUNA YOLCULUK

"RUH VE BEDEN ARASINDAKİ DANS

PROF. YEŞİLYAPRAK VE DR. ÇAĞLAR İLE DANS TERAPİSİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ

"HAREKET BİLİNÇALTININ DIŞA VURUMUDUR"

"HAREKETLE KURULAN EMPATİ" 

" TRAVMA SONRASINDA İYİLEŞME VE GELİŞMEYİ DESTEKLER"

"DUR.. HİSSET.. FARK ET.. KABUL ET"

"ARAŞTIRMALARA GÖRE KRONİK AĞRIDAN PARKİNSONA, OTİZMDEN FİBROMİYAJA KADAR BİRÇOK ALANDA OLUMLU SONUÇ VERMEKTEDİR" 

"İNSANLAR YAŞAMLARINDA HER BİRİ FARKLI HAREKET MODELLERİYLE KARAKTERİZE EDİLEN BİR DİZİ FARKLI FİZİKSEL AŞAMADAN GEÇER"


                              Prof.Dr. Binnur Yeşilyaprak ve Dr.Şule Çağlar

NEVİN BİLGİN

Günümüzde dans ve hareketin bir terapi yöntemi olarak kullanıldığını biliyor muydunuz? 

Dans ve Hareket Terapisi (DHT), bireylerin duygusal, zihinsel ve fiziksel iyilik halini desteklemek amacıyla kullanılan yenilikçi bir terapi yöntemi. 

Bu alandaki en önemli kaynaklardan biri, Türkiye'de bu konuda yazılmış tek kaynak olan ve Prof. Binnur Yeşilyaprak ile Dr. Şule Çağlar tarafından kaleme alınmış olan "Dans ve Hareket Terapisi Grup Uygulamaları" kitabıdır.

Bu kitap, DHT'nin (Dans ve Hareket Terapisi) teorik temellerini ve pratik uygulamalarını detaylı bir şekilde ele almakta ve okuyuculara bu alanda kapsamlı bir rehber sunmaktadır.

Bu röportajda, değerli yazarlarımız Prof. Binnur Yeşilyaprak ve Dr. Şule Çağlar ile DHT'nin teorik temelleri ve uygulama süreçleri hakkında derinlemesine bir sohbet gerçekleştirdik. 

Dans ve hareketin insan yaşamındaki yeri ve önemi çok eski zamanlara dayanmaktadır. 

Hareket, bizim beden dilimizdir, kendimizi ifade biçimimizdir ve iletişim yolumuzdur. 

İhtiyaçlarımızı ve duygularımızı ifade etmek için önce ses, ondan önce de hareket vardı. 

Şimdi ise insana terapi sağlayan bir yöntem olarak karşımızda. Depresyon, travma sonrası stres bozukluğu, bireysel gelişim, sosyalleşme yanında araştırmalar gösteriyor ki, kronik ağrı, fibromiyaj, Parkinson, otizm, kalp ve akciğerlerin iyileşmesi, kas kuvveti, dayanıklılık ve motor kondisyonunun artması, kas tonu ve gücü, vücut duruşu, koordinasyon vb. alanlarda olumlu sonuçlar elde edilmektedir.

Hareketin belli biçim ve ritimlerle duygu ifadesi olarak dans formuna dönüşmesi ise, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur.

Prof. Binnur Yeşilyaprak ve Dr. Şule Çağlar, Dans ve Hareket Terapisi’nin (DHT) teorik temellerinde hangi psikolojik yaklaşımların bulunduğunu, bu terapinin nasıl bir iyileştirici etkisi olduğunu ve grup uygulamalarının nasıl gerçekleştirildiğini anlatıyorlar: 

                                             Atölyelerden çalışmalar

TEMELİNDEKİ PSİKOLOJİK YAKLAŞIM NEDİR? 

Soru : Dans ve Hareket Terapisi (DHT)’nin teorik temellerinde hangi psikolojik yaklaşımlar bulunmaktadır? 

Kuşkusuz ki dans ve hareketin yaşamımızdaki yeri ve önemi çok eskidir. 

Hareket; bizim beden dilimizdir. Kendimizi ifade biçimimizdir. İletişim yoludur. Öyle ki; kendi ihtiyaç ve duygularımızı ifade etmek için ‘söz’den önce ‘ses’ vardı, sesten önce de ‘hareket’!.

Hareketin belli biçim ve ritimlerde duygu ifadesi olarak ortaya konmasıyla ‘dans’ formuna dönüşmesi ise insan tarihi kadar eskidir. Şamanlarda belli ritüellerde dansı görüyoruz örneğin.  

Dansın bir terapi yöntemi olarak kullanımı ise, 1940'lerde, dans ve psikoterapinin entegrasyonu sonucu gelişmiştir.

DHT; eğitimli bir psikoterapist tarafından dans ve hareketin psikoterapi amaçlı kullanımıdır. DHT, hareketi temel alan ve vücudun deneyimini terapi sürecine katan bir disiplin alanıdır. Yalnızca sözel olarak anlatılanı değil, bedenin söylediklerini de dikkate alır. Tıpkı diğer terapilerde olduğu gibi kişinin anlattıklarına bedeni de katar.

Dans ve Hareket terapistleri, psikoterapi alanında ilk ve temel yaklaşım olan psikanalizi esas aldılar çıkış kaynağı olarak. Daha sonra Gestalt (şekil, form) ve insancıl yaklaşımı içlerine kattılar. 

Freud, Jung, Reich’in çalışmaları giderek sonraki yıllarda bilişsel/ davranışsal ve ilişkisel yaklaşımları da kullanarak DHT’nin kapsam alanını genişlettiler.

DHT’nin terapi ortamında kullanımının kuramsal temellerinde öne çıkan varsayımlar şöyle vurgulanabilir:  

1. Freud, kişinin “kendilik/benlik” kavramının ilk farkındalığının vücuttan geçtiğini belirtir.. Ayrıca ona göre; "Hareket gerçeği iletir" ve "bilinçaltının dışa vurumu”dur. 

2. Carl Gustav Jung’a göre hareket; bilinçdışına ulaşmak için önemli bir araç olarak kullanılabilir.

3. Wilhelm Reich, bedene dikkat çekmiş ve bireylerin duygularını bastırmak ve gizlemek için bedensel bir zırha büründüklerini söylemiştir. Bu bağlamda Reich, çatışmaların ve travmanın kişinin bedeninde duruş ve davranışında ortaya çıktığına; bireyin beden zırhı üzerinde çalışarak, eski çatışmaları ve gerginliği serbest bırakarak psikolojik değişimi teşvik edebileceğine inanmıştır.

4. Terapötik sürece dans ve hareketi dahil etmenin diğer bir gerekçesi gelişimsel psikoloji kuramlarına dayanmaktadır. İnsan davranışına başlangıçta fiziksel yönelimli deneyimler hakimdir. Bebeklik döneminde hareket, iletişim kurmanın birincil yoludur. “Anne ve bebek arasındaki bedensel etkileşim", bir anlamda ilk diyalogdur. 

İnsanlar yaşamlarında her biri farklı hareket modelleriyle karakterize edilen bir dizi farklı fiziksel aşamadan geçer. 

Fritz Perls "Beden her şeyi bilir” der.  İnsan olarak; bedenimiz,  zihnimiz ve çevre ile etkileşimimiz arasındaki birliğin sonucuyuz. Ancak hayatımızın çoğunu bu bağı kuramadan, “bağlantısız” olarak, bu “bütünleşme”yi sağlayamadan geçiriyoruz.

5. DHT, Sullivan'ın ilişkisel psikoloji kuramındaki bazı varsayımları da esas alır. Buna göre; “Kişilik, ilişkiler içinde oluşur.” Hareket yoluyla, bireyin ‘kendisiyle ve başkalarıyla bir ilişki duygusu oluşturmak veya yeniden yapılanmasını sağlamak’ mümkün olabilir.


                              Dr. Şule Çağlar

UYGULAMA ALANLARI NELERDİR? 

DHT uygulamaları; ‘koruyucu, önleyici, geliştirici ve iyileştirici ruh sağlığı’ çalışmaları kapsamında çok farklı gruplarda etkili bir şekilde kullanılabilir. Çocuk, ergen, bireyler, çiftler, aileler ve farklı gruplarla her yaştan bireylerle yapılan çalışmalarda işe yarar. 

Yetişkin ve yaşlı kişilerle yapılan psikolojik ve psikiyatrik uygulamalarda, 

Alkol ve madde bağımlılığı kliniklerinde,

Psikoterapi birimlerinde, 

Travma ünitelerinde, 

Psikolojik hizmetlerin sunulduğu farklı ortamlarda, 

Ruh Sağlığı merkezlerinde,  

Hastanelerde, 

Rehabilitasyon merkezlerinde, 

Eğitim, okul, huzurevleri, kreşler, çocuk gençlik merkezleri ve toplum merkezlerinde uygulanabilir. 


                                Türkiye'de bu alandaki tek kitap


BİREYSEL GELİŞİM VE DANS TERAPİSİ

Soru : Bireysel gelişimde dans terapisinin rolü nedir? 

BİREYSEL GELİŞİM VE DHT

Bu alandaki uygulamalar farklı gelişim dönemlerinde beklenen ‘gelişim görevleri’ni destekleyici olarak kullanılmaktadır. Örneğin sosyal ve psikolojik beceriler dediğimiz ‘ilişki kurma’ ve ‘duyguları fark etme ve ifade etme’ becerileri gibi. Anlaşılacağı gibi çok geniş bir kapsamdan söz ediyoruz.

Dans/Hareket Terapisi uygulamaları psikiyatride, psikolojide, tıpta, hemşirelikte, fizyoterapide ve dans terapisinin kendi özgün disiplin alanında yapılmaktadır. 

DHT’nin; kaygı, depresyon, beden imajı, benlik saygısı, dikkat ve iletişim becerileri, stres, vücut gerginliği, yeme bozuklukları ve depresyon gibi alanlarda başarı ile kullanıldığını ortaya koyan çok sayıda araştırma rapor edilmektedir. 

DHT ile ilgili araştırmalar, kişinin yaşadığı korku verici olayların üstesinden gelmesine, fiziksel benliğini hissetmesine, sorunlarını analiz edip günlük sorunlar için yapıcı çözümler üretmesine, kişinin beden imajı ve benlik saygısının artmasına, iyilik hâlinin artmasına, ruh hâlinin iyileşmesine, beden imajının olumlu olmasına katkıda bulunduğunu göstermektedir. 

                                             Binnur Yeşilyaprak

AĞRI, PARKİNSON, OTİZM, KAS KUVVETİ...

Soru :  Sağlık alanında DHT uygulamalarında hangi bulgulara ulaşılmıştır?

DHT konusundaki kitabımızda bu konudaki araştırma bulgularına yer verilmiştir. Ancak biz uygulamalarımızı klinik ortamlarda sürdürmüyoruz. Daha çok yukarıda değindiğimiz gibi gelişimsel alanda ‘beden ile temas kurma, duyguları fark etme ve ifade etme, kendini kabul vb. amaçla atölye çalışmaları yapıyoruz.

Literatürü incelediğimizde klinik ortamlardaki uygulama ve araştırma bulguları bize açıkça gösteriyor; DHT ile; kronik ağrı, fibromiyaj, Parkinson, otizm, kalp ve akciğerlerin iyileşmesi, kas kuvveti, dayanıklılık ve motor kondisyonunun artması, kas tonu ve gücü, vücut duruşu, koordinasyon vb. alanlarda olumlu sonuçlar elde edilmektedir.


                                              Kitaptan bir fotoğraf


KİNESTETİK EMPATİ VE DANS

 Soru : Sosyal becerinin geliştirilmesi için DHT nasıl kullanılabilir?

Dans terapisinin bireylere sağladığı önemli faydalardan biri de sosyal gelişime olumlu etkisidir. Dans terapisi, her yaştaki bireylere, ortak hareket deneyimlerine katılabilecekleri, sosyal etkileşimi ve bağlantıyı teşvik edebilecekleri bir alan sunar. 

Otantik Dans ve hareketin sözsüz doğası, bireylerin başkalarıyla geleneksel sözlü yollarla zorlayıcı olabilecek iletişimi özgürce ve doğallıkla kurmasına olanak tanır. 

Araştırma sonuçları ile dans terapisinin; kişilerarası becerileri ve bilişsel yetenekleri arttırdığı bulunmuştur. Bireyler dans terapisine katılarak paylaşma ve işbirliği gibi sosyal becerileri geliştirme ve uygulama fırsatına sahip olurlar. 

Dans terapisi seanslarının yapılandırılmış doğası, bu becerilerin destekleyici ve kapsayıcı bir ortamda öğrenilmesi ve uygulanması için bir çerçeve sağlar.

DHT terapisinin en önemli aracı “Kinestetik empati”dir:  “Bir diğerinin beden hareketlerine tanıklık etmek,  gözlemlemek ve onun bedenindeki hareketlerden ne hissettiğini, duygusunu anlamak ve bunu ona yansıtmak.” Bir nevi hareket aracılığı ile kurulan empati olarak ifade edilebilir.

Kinestetik empati,   bedensel bir süreçtir. Terapist, danışanın hareketi ve vücutsal ifadesi ile uyumlanır. Terapistin vücut dilinin şekil ve nitelik olarak karşısındaki kişiyle duygusal uyum içerisindedir.   Terapist kendi kinestetik duyumsamalarını fark ederek danışanın içsel duygu durumunu vücuduyla hisseder ve ona yansıtır.  

Bireyler, DHT uygulamalarında kinestetik empati becerilerini geliştirir. Bu da kişinin duygusal ifadelerini, beden dilini ve jestlerini dikkatlice gözlemleyerek onun duygusal durumunu anlamaya çalışmayı içerir. 

İletişim ve empati becerilerini geliştirmek; birbirlerinin bakış açılarını, düşünme biçimlerini ve duygularını anlamasını sağlar. DHT, sadece sosyal becerileri geliştirmekle kalmıyor,  aynı zamanda bir birliktelik durumuna girme ve bu durumu sürdürme becerilerini destekliyor. Bu beceri de her türlü etkileşimin sorunsuz şekilde akmasına yardımcı olur. Böylece insanlar arasındaki iletişim daha samimi olarak derinleşebilir, çatışmaların çözümü kolaylaşabilir ve duygusal bir bağ oluşturmak mümkün hale gelebilir.  

Sonuç olarak dans terapisi, karşılaştığımız sosyalleşme zorluklarına çözüm bulmak için benzersiz bir yaklaşım sunmaktadır. 

Sözsüz iletişime odaklanan ve kendini ifade etmek için özgür ve güvenli bir platform sağlayan dans terapisi, sosyal gelişimi destekler.


                              Kitaptan bir sayfa

TRAVMA  SONRASI STRES BOZUKLUĞUNDAKİ ETKİLERİ

Soru : DHT’nin  travma sonrası stres bozukluğu üzerindeki etkileri nasıl? 

 Travma deneyimlerimiz vücudun içindedirler ve bazen oraya hapsolurlar. Çünkü travma deneyimini sözel olarak ifade etmek çok kolay olmaz. Hareket ve dans bunların kilidini açar. 

Fiziksel ve bedensel anlatımlar, değişim, dönüşüm ve iç görü kazanma süreçlerinin anahtarı olarak terapist tarafından kullanılır. Travma ile ilgili duyguların beden hareketi yoluyla ifadesi önemlidir.  Travmayı tanımlamak, ele almak ve desteklemek için hareketin kullanımı, araştırma literatüründe uzun zamandan beri kabul görmüştür. 

DHT travma sonrası stres bozukluklarının iyileştirilmesinde başarı ile kullanılır. DHT bireylere; travma tepkilerinin farkına varmasına yardımcı olur, vücutta travma belirtilerinin nasıl düzenleneceğini öğretir, travmatik olaya yanıt olarak vücutları aracılığıyla yeni hareketler öğrenir. Zihin-beden bağlantısını güçlendirir. 

Zihninde ve vücutta aynı anda neler olup bittiğine dair bir farkındalık geliştirir. Böylece iyileşme ve gelişmeyi destekler DHT.

ZORLUKLARI VAR MI? 

Soru: DHT uygulamaları konusunda karşılaştığınız en önemli zorluk nedir ve nasıl başa çıkıyorsunuz?

 Biz DHT konusunda gençlerle ve yetişkinlerle grup uygulamaları yapıyoruz. Bunlar bir-kaç saatlik veya birkaç günlük programlar şeklinde. 

Bu atölyelerde amacımız, katılımcılar eğer profesyonel olarak psikoterapi ile çalışıyorlarsa; bu teknikleri öğrenip kendi repertuarlarına katmalarına yöneliktir. Diğeri ise kendi bedenlerini keşfetmek ve otantik dans ve hareket yoluyla beden arşivlerine ulaşarak bastırdıkları duyguları ortaya çıkarmak.. 

Bu konuda yaşadığımız güçlük şu: Bizlere hep ‘düşünmek’ öğretilmiş yani zihne odaklanmayı öğrenmişiz. Sosyal yazılım içinde duyguları da bastırmayı ve ‘kabul edilir şekilde’ ifade etmeyi öğrenmişiz. Bize hep “Ne düşünüyorsun?” diye sorulmuş ama “Ne hissediyorsun?” diye sorulmamış! Bu yüzden kendimizi hep alışılmış sosyal kalıplar içine sıkıştırmışız. 

Atölyelerde katılımcılar bu gerçeği fark edince çok şaşırıyor.. Bunu fark ediyorlar ama bedenlerinde sıkıştırdıkları duyguları nasıl ifade edeceklerini bilemiyorlar. 

                          kitaptan bir sayfa

İÇİNE ODAKLAN VE SPONTANE DANS ET

Otantik hareket yani “içine odaklan ve spontane olarak dans et” dediğimizde hep kalıp hareketler içinde kaldıklarını gözlemliyorlar. İşte sosyal yazılımın, özellikle cinsiyete göre bize giydirdiği ‘zırh’ ları çıkarmak çok zor.. Bu zorluk zamanla yavaş yavaş aşılıyor. Özgür ve güvenli atölye ortamında kabul edici-sessiz tanıkların eşliğinde zaman içinde ilerleyen uygulamalarla aşılıyor.

DUR, HİSSET, FARK ET, KABUL ET

Soru:  Yoganın, fiziksel hareketler ve meditasyon da dahil olmak üzere insan psikolojisi üzerine etkileri konusunda neler söylersiniz?

Doğu kültüründe çok uzun çağlardan beri benimsenen yoga ve meditasyon bize, dış sesleri susturup iç sesimize odaklanmayı sağlamaya yardımcı oluyor. Otomatik pilota bağlı hayatlarımızda kendimize; “DUR.. HİSSET.. FARK ET.. KABUL ET..” demek için özellikle meditasyon ve yoganın etkili olduğu kabul edilir. 

Bir diğer ifade ile bedene odaklanmada kendimizi disipline etmek açısından önemli. Zihni susturmak ve bedeni dinlemek için yoga ve meditasyondan yararlanılabilir. Hareketten söz ettik zaten. Biz atölye çalışmalarımızda özellikle nefes meditasyonu yapıyoruz. 

Teşekkür ederiz.


Ek: Laban Hareket Analizi Nedir? 

Laban Hareket Analizi (Laban Movement Analysis, LMA), Rudolf Laban'ın geliştirdiği ve Irmgard Bartenieff gibi diğer uzmanlar tarafından genişletilmiş bir yöntemdir. Bu analiz, insan hareketlerini tanımlamak, görselleştirmek, yorumlamak ve belgelemek için kullanılan bir dille ve yöntemle ilgilidir. 

Vücut (Body): Vücut hareketlerinin fiziksel ve yapısal özelliklerini tanımlar. Vücut kategorisi, hangi vücut parçalarının hareket ettiğini, hangi parçaların bağlantılı olduğunu ve genel vücut düzenlerini açıklar.

Çaba (Effort): Hareketin niteliklerini tanımlar. Çaba, hareketin ne kadar güçlü, hızlı, ağır veya yumuşak olduğunu ifade eder. 

Şekil (Shape): Vücutın şekillenmesi ve bu şekillenmenin nedenlerini tanımlar. Şekil, vücutın nerede hareket ettiği ve bu hareketin nasıl bir şekil oluşturduğunu açıklar.

Mekan (Space): Vücut hareketlerinin mekânda nasıl düzenlendiğini ve bu mekânda nasıl ilişkiler kurulduğunu tanımlar.

Laban Hareket Analizi, dansçılar, aktörler, müzisyenler ve sporcular gibi çeşitli alanlarda kullanılır. Aynı zamanda fizyoterapistler, işlevsel terapistler ve psikoterapistler tarafından da kullanılmaktadır1. Bu analiz, insanların hareketlerini daha iyi anlamalarına ve daha etkili bir şekilde kullanmalarına yardımcı olur


KENT ESTETİĞİ BU MU?

KALDIRIMDA YÜRÜMEK NEDEN SİHİRBAZLIK YETENEĞİ İSTİYOR? 

ŞEHİRLERİN PARKLARINA İNSANLAR NEDEN GİREMİYOR? 



NEVİN BİLGİN 

Şehirler estetik hale mi getiriliyor,  yoksa betonla kuşatılıp insanlığını mı kaybediyor? Belediyelerin kent estetiği birimleri, parklar, kaldırımlar ve binalar arasında bir düzen kurarken, bu düzen ne kadar insan odaklı? 

Kuşlarını kaybeden, gökyüzünü görmenin lüks haline geldiği şehirlerde, estetik bir maske mi? 

Esnaf dükkanlarının neredeyse cadde kenarlarındaki tüm binaların altında olduğu kentlerde, insanlar kargo şirketleri, benzin istasyonları, araba yıkama yerleri, marketler ve daha nice esnaf dükkanının yürüme alanı olan kaldırımları nasıl işgal ettiğini her gün, her an yaşıyor? 



Parklar Güvenli mi, Tır Parkı mı?

Parklar, kentin nefes alanları olarak bilinir. Ancak kadınlar ve çocuklar artık parklara giremiyor. 

Örneğin  Çankaya’daki Atatürk Parkı'nın önünde hergün onlarca tır park etmiş duruyor. Bu hiç trafik polislerinin dikkatini çekmiyor mu acaba? 

Dinlenmek ve nefes almak için tasarlanmış parklar, halkın değil, araçların durağına dönüşüyor. İçeride ise başıboş hayvanlar ve güvensiz ortamlar, parkların bir sığınak olmaktan çok, risk taşıyan alanlar haline gelmesine neden oluyor.



Betonun Gölgesinde Sıkışan İnsanlar

Devasa yüksek binaların gölgesinde kaldırımda yürümek bile bir mücadeleye dönüşmüş durumda. Kaldırım taşları her an düşmeyi göze alarak adım atmayı gerektiriyor.  Sizi düşürebilecek kaldırım taşlarına bakmaktan gökyüzüne bakmayı bırakın karşınıza bile bakmanız neredeyse imkânsız; binaların ve devasa duvarların arasında sıkışmış şehirlerde, insanlar da tıpkı ağaçlar gibi betona hapsedilmiş.

Duvarların Ardında Saklanan Estetik

Estetik adı altında yükseltilen devasa duvarlar, şehri korumak yerine insanı dışlayan bir bariyer haline gelmiş durumda. Parkların, yolların, meydanların önüne çekilen bu görünmez sınırlar, kenti insandan ve doğadan koparıyor. Şehirler, duvarların ardında güvenlik ve estetik bahanesiyle ruhsuz hale getiriliyor.



Estetik Adı Altında İnsanlıktan Uzaklaşmak

Kent estetiği birimlerinin hedefi insanları mı, yoksa betonu ve araçları öncelikli hale getirmek mi? Güzel görünen bir şehir, eğer insana ve doğaya yer bırakmıyorsa, gerçekten estetik olabilir mi?



Bu estetik anlayışıyla insanın şehri sahiplenmesi değil, şehrin insana yabancılaşması sağlanıyor. Kent estetiği bu mu?

 DEZENFORMASYON ÇAĞI  VE 

GÖZETİM KAPİTALİZMİ


"SOSYAL İKİLEM" BELGESELİ ÜZERİNE


DOĞRU BİLGİ İLE YANLIŞ BİLGİ ARASINDAKİ ÇİZGİ NASIL BULANIKLAŞTI? 

TOPLUMDAKİ BÖLÜNME NASIL KÖRÜKLENİYOR? 

SOSYAL MEDYA PLATFORMLARI VE "DİKKAT EKONOMİSİ"

DEZENFORMASYON VE DEMOKRASİYE TEHDİT

TEKNOLOJİNİN KONTROLSÜZ GÜCÜ NEREYE VARACAK? 

GOOGLE SADECE BİR ARAMA MOTORU MU? 


NEVİN BİLGİN 

Jeff Orlowski imzalı 2020 yapımı belgeseli The Social Dilemma (Sosyal İkilem), yalnızca sosyal medya bağımlılığını değil, aynı zamanda içinde bulunduğumuz dezenformasyon çağını derinlemesine inceleyen bir yapım. Google sadece bir arama motoru mu? Facebook sadece fotoğraflara baktığınız yer mi?  Dikkat ekonomisi nedir? Ücretsiz hizmet neden veriliyor? Hiç merak ettiniz mi? 

Teknoloji şirketlerinin kullanıcıların davranışlarını manipüle etmek için kullandığı algoritmaları, bu algoritmaların bireysel ve toplumsal düzeyde yarattığı etkileri gözler önüne seriyor. Ancak belgeselin en sarsıcı yönü, doğru bilgi ile yanlış bilginin arasındaki çizgiyi nasıl bulanıklaştırdığı ve bu durumun toplumsal bölünmeyi nasıl körüklediği üzerine yaptığı vurgu.

Algoritmaların Dezenformasyonu Besleyen Gücü

Belgesel, sosyal medya platformlarının işleyişini, "dikkat ekonomisi" üzerinden açıklıyor. Platformların amacı, kullanıcıların mümkün olduğunca fazla zaman geçirmesini sağlamak ve bu süreçte dikkatlerini reklamverenlere satmak. Ancak bu model, bilgi akışında bir dengesizlik yaratıyor. 

Yanlış Bilgiler Daha Hızlı Yayılıyor: Basit, kışkırtıcı ve duygusal tetikleyici

Algoritmalar, kullanıcıların dikkatini çekmek için daha sansasyonel, duygusal ve çarpıcı içerikleri öne çıkarıyor. Bu durum, yanlış bilgilerin doğru bilgilerden çok daha hızlı yayılmasına neden oluyor. Çünkü doğru bilgi genellikle karmaşık, düşünmeyi gerektiren ve daha az "heyecan verici" iken, yanlış bilgi basit, kışkırtıcı ve duygusal olarak tetikleyici olabiliyor.





Sosyal Medya Toplumsal Bölünmeyi Nasıl Körüklüyor? 

Belgeselin altını çizdiği bir diğer önemli tema, sosyal medyanın toplumsal bölünmeyi artırması. 

Algoritmalar, kullanıcıların yalnızca kendi görüşlerini destekleyen içerikleri görmesini sağlıyor. Bu, bireylerin dünyayı kendi inanç balonlarının içinden görmelerine yol açıyor. Belgeselde, bu durumun bir sonucu olarak toplumların nasıl kutuplaştığı ve bireylerin farklı görüşlere tahammülünün nasıl azaldığı dramatik bir şekilde anlatılıyor. Sosyal medya, bireylerin kendi "hakikatlerini" yaratmalarına olanak tanıyarak, ortak bir gerçeklik algısını ortadan kaldırıyor.

Dezenformasyon ve Demokrasiye Tehdit

Belgesel, dezenformasyonun yalnızca bireysel algıyı değil, aynı zamanda demokratik süreçleri de tehdit ettiğini vurguluyor. Yanlış bilgilerin sosyal medyada hızla yayılması, seçimler, halk oylamaları ve toplumsal protestolar gibi süreçlerde manipülasyona neden oluyor. 

Röportajlarla Destekleniyor

Özellikle dramatik röportajlarla desteklenen bu bölüm, teknoloji şirketlerinin etik sorumluluklarını yerine getirmediğini ve kullanıcıların bu manipülasyona karşı savunmasız bırakıldığını açıkça gösteriyor.

Etik ve Teknoloji: Çözüm Var mı?

Belgesel, teknolojinin bu kontrolsüz gücünü eleştirirken, bir yandan da çözüm yolları arıyor. Eski teknoloji çalışanları, platformların kullanıcıların verilerini nasıl kötüye kullandığını itiraf ederken, bu sorunun etik boyutuna dikkat çekiyor. 

Ancak çözüm, yalnızca bireysel farkındalıkla sınırlı değil; aynı zamanda regülasyonlar ve platformların şeffaflık politikalarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiği de vurgulanıyor. Bu, bireylerin yalnızca tüketici değil, aynı zamanda bilinçli birer vatandaş olmaları gerektiğini hatırlatıyor.

Bu belgesel, yalnızca bir eleştiri değil, aynı zamanda bir uyarı. Teknoloji çağında yaşayan bireyler olarak, hem kendi medya alışkanlıklarımızı hem de bu platformların toplumsal etkilerini sorgulamamız gerektiğini hatırlatıyor. 

Belgeselin linki

https://www.hdfilmizle.to/sosyal-ikilem/

GERÇEK Mİ KURGU MU? 

MEDYANIN GÜCÜNÜ GÖSTEREN İLGİNÇ BİR FİLM

WAG THE DOG, BAŞKANIN ADAMLARI 

SAHTE BİR SAVAŞ YARATILIP STÜDYODA ÇEKİLEN GÖRÜNTÜLERLE HALK NASIL MANÜPİLE EDİLEBİLİR? 



NEVİN BİLGİN 

Barry Levinson'ın 1997 yapımı Wag the Dog filmi, medya manipülasyonunun ve propagandanın gücünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Film, sahte bir savaş yaratmak için Hollywood yapımcıları ve medya danışmanlarının işbirliğini anlatırken, kitlelerin algılarının nasıl yönlendirilebileceğine dair derin bir eleştiri sunuyor. Hem siyasi bir eleştiri hem de toplumsal bir uyarı olarak izleyenlere sunulan bu yapım, günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan önemli dersler barındırıyor.

Medya Manipülasyonu: Gerçeklik ve Algı Arasındaki İnce Çizgi

Wag the Dog, medyanın gücünü ve bu gücün nasıl kötüye kullanılabileceğini çarpıcı bir biçimde sergiliyor. Filmde, başkanın cinsel taciz skandalı gibi önemli bir olayı örtbas etmek için, medya danışmanı Conrad Brean (Robert De Niro) ve Hollywood yapımcısı Stanley Motss (Dustin Hoffman) tarafından sahte bir savaş yaratılır. Burada, medyanın sadece bir haber kaynağı olmaktan öte, bir toplumsal algıyı şekillendirme aracı haline nasıl geldiği gözler önüne serilir. Film, toplumu yönlendiren medya aracılığıyla, izleyicilerin gerçekliği nasıl kabul ettiğini ve kitlelerin kolayca manipüle edilebileceğini gösteriyor. Sahte savaş sahneleri, toplumun medya aracılığıyla ne kadar kolay yönlendirilebileceğini net bir şekilde gözler önüne seriyor.

Propaganda: Kamuoyu Yaratmanın Gücü

Filmde, sahte bir savaşın yaratılması, klasik bir propaganda tekniği olarak karşımıza çıkar. Propaganda, halkı belirli bir konuda yönlendirmek ve dikkati başka bir yöne çekmek için kullanılan eski bir taktiktir. Wag the Dog, sahte bir savaş yaratmanın, liderlerin ve danışmanlarının halkın algısını nasıl manipüle edebileceğini net bir şekilde anlatır. Burada, dikkatler skandaldan uzaklaştırılır ve tüm kamuoyu, medya aracılığıyla yaratılan yapay bir dış tehdit ile meşgul edilir. Bu süreç, manipülasyonun en güçlü ve en tehlikeli halini gözler önüne serer.

Gerçek ve Kurgu Arasındaki Çizgi: Kim Neye İnanıyor?

Wag the Dog, gerçek ve kurgu arasındaki çizginin ne kadar bulanık olabileceğini ve insanların neye inandıklarını sorgulamaları gerektiğini hatırlatır. Stüdyoda çekilen sahneler, gerçek bir savaş gibi sunulur ve izleyiciler, medyanın manipülasyonuyla bu sahnelerin gerçeği yansıttığına inanır. Film, izleyicilerin "gerçek" olana dair algılarının ne kadar kolay yönlendirilebileceğini ve buna nasıl kolayca teslim olabildiklerini çarpıcı bir şekilde sergiler. Bu temalar, izleyiciyi sorgulama ve eleştirel düşünme konusunda teşvik eder.

Etik ve Ahlaki Değerler: Sahte Bir Savaşın Bedeli

Film, sahte bir savaş yaratmanın etik ve ahlaki açıdan ne gibi sonuçlar doğurduğunu derinlemesine sorgular. Bir skandalı örtbas etmek amacıyla halkı kandırmak, sadece siyasi bir strateji değil, aynı zamanda toplumun güvenini zedeleyen bir davranış olarak ortaya çıkar. Bu, toplumsal değerlerin, liderlerin manipülasyonlarıyla nasıl aşındığını ve bireylerin bu manipülasyonlara nasıl göz yumduğunu gösterir. Film, sadece siyasi bir eleştiri olmanın ötesine geçer ve izleyicileri kendi ahlaki değerlerini sorgulamaya davet eder.

Siyasi Eleştiri: Gücün Kötüye Kullanımı

Wag the Dog, siyasi liderlerin ve danışmanlarının, kamuoyunu nasıl yönlendirdiğine dair güçlü bir eleştiridir. Film, siyasetin kirli yüzünü, gücün kötüye kullanımını ve liderlerin, halkı kendi çıkarları doğrultusunda nasıl yönlendirdiğini gözler önüne serer. Toplumun büyük bir kısmı, medya aracılığıyla yaratılan algılara inanır ve bu durum, liderlerin, halkı istedikleri şekilde yönlendirmelerine olanak tanır. Film, siyasi güçlerin ve medyanın bir araya geldiğinde nasıl tehlikeli bir silaha dönüşebileceğini çarpıcı bir şekilde anlatır.