16 Eylül 2024 Pazartesi

 SAMANDAĞ'DA KADINLAR KAHVESİ 


Kadınlar Kahvesi, sadece İstanbul'un hareketli semtlerinden birinde değil, aynı zamanda depremle harap olmuş Hatay Samandağ’da da kadınlar için yeni bir umut ışığı olarak açıldı. Bu kafenin Samandağ’da açılması, yalnızca kahve içmek veya sohbet etmek için bir yer değil, aynı zamanda derin yaraların sarıldığı, acıların paylaşıldığı ve umutların yeniden filizlendiği bir mekân olarak dikkat çekiyor. Depremin ardında bıraktığı yıkımın ortasında açılan bu kahve, kadınlar için bir sığınak, bir nefes ve yeni başlangıçların simgesi.


Hayal edin: Hatay’ın tarih kokan topraklarında, yıkık binaların gölgesinde, yeniden ayağa kalkmaya çalışan bir yer Kadınlar Kahvesi. İçeri girdiğinizde nostaljik sandalyeler, antika çay fincanları ve duvarlarda yankılanan kadınların sesleri sizi karşılıyor. Ancak burada sadece kahve içilmiyor; burada hayat yeniden yazılıyor. Her bir fincanda bir umut, her bir sohbette bir güç var. Samandağ’ın güçlü kadınları, birbirlerine sarılarak, acılarını paylaşıp dayanışma içinde yeniden bir gelecek kurmaya çalışıyorlar.



Depremin en zorlu günlerinde, Kadınlar Kahvesi bir umut yuvasına dönüşüyor. Gözyaşları kahve telvesinde saklı kalırken, kadınlar birlikte geleceğe dair yeni ipuçları arıyorlar. Kadim Anadolu'nun kahin geleneği burada da yaşatılıyor; ancak bu kez bakılan sadece fal değil, aynı zamanda bir toplumun geleceği.

Fotoğraflar sevgili gazeteci-şair-yazar Yuşa Arış'tan. 


15 Eylül 2024 Pazar

                   CEZAYİR'DE İSLAMİ HAREKETLER

         AHMET YİĞİTALP TULGA'NIN KALEMİNDEN



NEVİN BİLGİN

Araştırmacı-Yazar Ahmet Yiğitalp Tulga tarafından kaleme alınan Cezayir'de Geçmişten Günümüze İslamcı Hareketler kitabı, Cezayir'in tarihsel, toplumsal ve siyasi süreçlerini merkeze alarak, İslamcı hareketlerin bu dinamikler üzerindeki etkilerini kapsamlı bir şekilde ele alıyor. 

Kitap, özellikle Cezayir’in Fransa tarafından işgal edilmesinden bağımsızlık sonrası döneme kadar süregelen İslamcı hareketlerin gelişimini, ideolojik temellerini ve siyasal yükselişlerini analiz ederken, Cezayir ordusunun ve devletin bu hareketlerle olan mücadelesine de ışık tutuyor.

İslamcı Hareketlerin Kökleri ve Dönüşümleri

Kitap, Cezayir'deki İslamcı hareketlerin tarihsel kökenlerini 681 yılına, yani İslam’ın Cezayir topraklarına girişine kadar geri götürerek başlıyor. Yazar, İslam’ın Cezayir halkı için birleştirici bir unsur olduğunu vurguluyor. Bu bağlamda, özellikle Fransız sömürgeciliğine karşı direnişin İslam temelinde nasıl örgütlendiğini anlatıyor. Fransa'nın asimilasyon ve sekülerleştirme çabalarının Cezayir halkını İslam etrafında nasıl bir araya getirdiği ve bağımsızlık mücadelesine zemin hazırladığı kitabın önemli bir bölümünü oluşturuyor.

Fransa'nın 1830'da başlayan işgali ve sonrasında kurduğu sömürge düzeni üzerinde durulan kitapta, sömürge sonrası dönemde İslamcı hareketlerin Cezayir'deki toplumsal değişim ve siyaset üzerindeki etkilerini ayrıntılı bir şekilde ele alınıyor. Bağımsızlık sonrasında da İslam’ın halk arasında güçlü bir siyasi ve sosyal yapı oluşturduğuve 1980’lerden itibaren İslami hareketlerin toplumsal ve siyasal arenada önemli roller oynamaya başladığını anlatılıyor.

İslamcı Hareketlerin Yükselişi ve İç Savaş

Cezayir'de Geçmişten Günümüze İslamcı Hareketler kitabının önemli bir bölümünü, Cezayir’deki iç savaş ve bu süreçte ortaya çıkan İslamcı örgütlerin rolü oluşturuyor. Yazar, 1992’de yapılan askeri darbenin ardından patlak veren iç savaşta, İslamcı Kurtuluş Cephesi (FİS) ve Silahlı İslami Grup (GİA) gibi radikal İslamcı grupların nasıl büyüyüp güçlendiğini ve bu hareketlerin ülkede oluşturduğu kaos ortamını derinlemesine inceliyor. Özellikle GİA’nın Afganistan’da savaşan mücahitlerden oluşan militanlarıyla Cezayir’de nasıl etkin bir güç haline geldiğini, bu grubun iç savaş dönemindeki terör eylemlerini ve toplum üzerinde yarattığı korku ortamını detaylandırıyor.

Ordu ve Rejimle İslamcı Hareketlerin Mücadelesi

Ahmet Yiğitalp Tulga, Cezayir’de İslamcı hareketlerle ordu ve rejim arasındaki çekişmeyi detaylı bir şekilde analiz ediyor. Kitapta, özellikle ordunun Cezayir’deki İslamcı hareketlere karşı yürüttüğü mücadele üzerinde duruluyor. Tulga, ordu-rejim ittifakının İslamcı hareketleri bastırma çabalarının, kısa vadede etkili olmasına rağmen, uzun vadede rejime yönelik yeni sorunlar yarattığını ifade ediyor. Kitapta, İslamcı hareketlerin Cezayir’de sadece bir siyasi yapı değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşüm amacı güttüğü ve bu hareketlerin toplumsal reformlarla mevcut düzeni İslam'a dayalı bir yapıya dönüştürme hedefini güttüğü anlatılıyor.

Cezayir’in Günümüz Siyasal Yapısı ve İslamcı Hareketler

Kitapta Cezayir’in günümüzdeki siyasal yapısı ve İslamcı hareketlerin mevcut rolü de ele alınıyor. Yazar, Cezayir’de İslamcı hareketlerin toplumsal ve siyasal arenadaki etkisinin hâlâ sürdüğünü ve Cezayir’deki rejim-İslamcı çekişmesinin devam ettiğini ifade ediyor. Tulga’ya göre, bu mücadele Cezayir’in geleceğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olmayı sürdürüyor.


 

"ERBAKAN HOCA BALKONDA ŞAMPANYA PATLATIYOR"

TEHLİKELİ BİR MUHABİRİN ANILARI, 

ALİ EKBER ERTÜRK'ÜN KİTABINDAN BİR ANI

GAZETECİLERİN SÖMÜRÜLDÜĞÜ, NEREDEYSE GÜNDE 24 SAAT ÇALIŞTIRILIP MESAİ VERİLMEDİĞİ GÜNLER




NEVİN BİLGİN 

Ali Ekber Ertürk, gazeteci-yazar arkadaşımız. Manşet haberler onun bir Mayıs günü gidişiyle soldu, yok olup gitti. Ama O'nu unutmadık. Anıları da, sevgisi de ince bir sızıyla hep bizimle. 

Birlikte geçirdiğimiz günler, zorluklara rağmen kahkahalarla doluydu. Stresli iş saatlerinin arasında bile hayattan kopmadığımız, her daim umudu diri tuttuğumuz zamanlardı. 



Ali Ekber'in "Tehlikeli Muhabirin Anıları" kitabından bir bölüm paylaşmak istiyorum: 

"Hoca Balkonda Şampanya Patlatıyor"

Sabah GAzetesi'nde, 4 yıl çalıştım ve yönetilerimin stresli tavrı nedeniyle kendi isteğimle ve de seve seve ayrılldığım tek gazetedir. 

Sabah o zamanlar Hürriyet'le rakipti. Piyasada gündemi bu iki gazete belirliyordu büyük oranda. 

Hep bunun verdiği "hava hem de "acımasız ve rekabet ortamı" Hürriyet'ten çok bizim gazetede kendisi hissettiriyordu. 

Üzerimizde o kadar yoğun baskı varda ki saçumun ağırmasının da bu gazete yüzünden olduğunu söylesem abartmış olmam. 

Sabah, çok geriğin ve çalışanını "insandan ziyade robot gibi gören" bir anlayıştaydı. Hürriyet asla böyle değildi. 

"Ben odönemde hem iktidar partisi RP'yi hem de Başbakanlık'a bakıyordum. Bu nendenle benim çektiğim stres diğerlelrini kat kat aşıyordu. 3 kuruş maaşla o kadar ağız kokusu çekmek de biz muhabirlerin zaafı olsa gerek. 

Neyse, bir yılbaşı günü Semra Hanım bana öyle bir talimat verdi ki "Bu kadarına pes" dedim. "Git" dedi. "Bakalım Erbakan (Başbakan) gece yarısı ne yapacak? Kapıda bekle" diye devam etti. 

Benim yılbaşı planım da bu talimatla birlikte altüst olmuştu, tabi moralimle birlikte. 

"Ne yapacak ki Sem Hanım? Onlar kutlamazlar. Uyurlar" dedim, ama dinletemedim. Gittim, moralim bozuk biçime, foto muhabirimle bibrlikte nöbete başlaık. Sabahın köründen gece yarısına kadar "emek sömümürüsü"ne göz yumacak kadar, üstelik mantık dışı bir beklenti adına ancak kendine güven duymayan benim gibi muhabirlere has birşey olsa gerek diye düşündüm. 

Saat 24.00'ü geçti, beh hala oradaydım. Hoca'nın konutunda tüm ışıklar kapanmıştı. Derken Semra Hanım aradı, "Ne var ne yok orda" diye sordu. Ben de çok sinirliydim., ilk kez "eziklikten" kurtulup karşılık verme gereği hissettim. "Hoca balkonda çıktı şampanya patlatıyor" dedim kızgınlıkla. "Anladım" dedi şaşırmış vaziyette. Ardından, "Hiçbir şey yok Semra Hanım. Hepti yattı" deyince "İyi o halde. Siz de ayrılabilirsiniz" deyip lütfetti de evlerimize gittik. 

Yılbaşı programımız da saçma sapan bir nöbetle güme gitmişti. 








 ARABA ARKASI YAZILARI VE PSİKOLOJİSİ

YENİ PROTESTO YÖNTEMİ





NEVİN BİLGİN 

Araba arkasına yazılan sözler, Türkiye’de halkın kendini ifade etme yollarından biri olarak önemli bir kültürel gösterge haline gelmiştir. Arabalar sadece bir ulaşım aracı değil, aynı zamanda bireylerin düşüncelerini, duygularını ve topluma verdikleri mesajları paylaşabileceği birer platform olarak kullanılmaktadır. Bu yazılar, hem aracın sahibinin kimliğini yansıtır hem de toplumun ortak değerleri ve inançları hakkında ipuçları sunar. Peki, bu yazıların ardında yatan psikolojik ve sosyolojik sebepler nelerdir?

Araba Arkası Yazılarının Fonksiyonları

Birçok araba arkası yazısı, toplumsal normları, gelenekleri ve dini inançları yüceltir. Örneğin, "Allah korusun" ya da "Bismillah" gibi dini ifadeler, bireylerin manevi inançlarını yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda bu inançların toplumda yaygınlaşmasına katkı sağlar.

Bazı yazılar, topluma veya genç kuşaklara mesajlar ileterek, değerlerin aktarılmasına yardımcı olur. Bu yazılar, halkın ortak bilgi birikimini geleceğe taşır.

Araba arkası yazıları, bireyin baskılardan sıyrılıp özgürce kendini ifade etme yoludur. "Hayat kısa, kuşlar uçuyor" gibi yazılar, bireyin hayatın geçiciliği üzerine düşüncelerini yansıtarak baskılardan bir kaçış sağlar.

Ayrıca protesto işlevi de görür. Özellikle ekonomik ve sosyal baskılar karşısında halkın tepkisini dile getirdiği yazılarda kendini gösterir. "Vergilerle ezildik" veya "Adalet istiyoruz" gibi yazılar, bireylerin yaşadığı haksızlıkları dile getirir.

Sosyolojik ve Psikolojik Boyutu

Bu yazılar, yalnızca bireysel ifadeler değil, aynı zamanda Türk toplumunun kollektif psikolojisine dair önemli ipuçları taşır. Arabaların arkasındaki mesajlar, halkın duygularını, inançlarını ve tepkilerini kısa, çarpıcı ifadelerle aktarır. Toplumun geniş kesimleri tarafından okunan bu yazılar, aynı zamanda halkın birbirini anlama ve ortak bir dil geliştirme çabalarının bir yansımasıdır.


Kaynakça

Bascom, W. R. (1954). Four Functions of Folklore. Journal of American Folklore.

Başgöz, İ. (1998). Folklorun Beşinci İşlevi: Protesto. Ankara Üniversitesi Türk Folklor Araştırmaları.

https://dergipark.org.tr/tr/pub/kulturder/issue/66059/1024161

https://dergipark.org.tr/tr/pub/mevzu/issue/49072/613283

https://turuncu.blog/araba-arkasina-yazilan-sozler/

https://www.acarindex.com/milli-folklor-dergisi/araba-arkasi-yazilar-ve-folklorun-bes-islevi-109834

 DANS VE HAREKET TERAPİSİ

BEDEN VE ZİHNİN BİRLEŞMESİYLE İYİLEŞİLİR Mİ? 



NEVİN BİLGİN 

Dansın büyüsünün zihinle birleşerek terapi yöntemi olarak uygulandığını biliyor muydunuz? 

İnsanlık tarihi boyunca, dans sadece bir ifade aracı değil, aynı zamanda şifa ve manevi bir yolculuğun da önemli bir parçası. Dansın psikolojik, fiziksel ve ruhsal iyileşme potansiyeli, modern terapötik uygulamalarla da birleşerek günümüz Dans ve Hareket Terapisi (DHT) yöntemlerine dönüşmüş durumda.  

DHT, bireyin kendisini ifade etmesi, bilinçaltına ulaşması ve beden-zihin bütünleşmesini sağlaması açısından etkili bir terapi. 

Carl Gustav Jung ve Bedenin Yaratıcı Potansiyeli

Carl Gustav Jung, bilinçaltına ulaşmak için bedenin bir araç olarak kullanılabileceğini savunan ilk psikoterapistlerdendir. Jung’a göre, bilinçaltında yatan imgeler ve duygular, bedenin hareketleri aracılığıyla ifade edilebilir. Bu süreç, Jung'un geliştirdiği aktif imgeleme tekniği ile desteklenir. Aktif imgeleme, bireyin bilinçaltındaki imgelerin ve duyguların sanatsal yollarla dışa vurulmasını sağlar. Özellikle dans gibi hareket temelli sanat formları, bu içsel imgelerin görünür hale gelmesine ve bireyin kendi psikolojik süreçlerini keşfetmesine olanak tanır.

Jung, aynı zamanda psikotik hastaların görünürde anlamsız olan davranışlarıyla travmatik yaşantıları arasında bağlantılar kurarak, hareketin bilinçdışı süreçlere nasıl açıldığını göstermiştir. Bu yaklaşım, dans ve hareketin sadece bir ifade biçimi olmadığını, aynı zamanda bireyin derin psikolojik yaralarını keşfetmesine de yardımcı olabileceğini ortaya koyar. Hareket ve dans, bilinçaltı ile beden arasında köprü kurarak, iyileşme sürecinde önemli bir araç haline gelir.

Winnicott ve Beden Egonun Gelişimi

Psikanalitik teorinin önemli isimlerinden biri olan Donald Winnicott, bireyin beden deneyimlerinin, psikolojik gelişimde temel bir rol oynadığını savunmuştur. Ona göre, bireyin “beden egosu”, bebeklik döneminde deneyimlediği fiziksel temaslarla gelişir. Bebek, kucaklanma ve tutulma yoluyla derisinin ne olduğunu, yani fiziksel sınırlarını öğrenir. Deri, bu anlamda bireyin “ben” ile “ben olmayan” arasındaki farkı tanımladığı bir alan haline gelir. Winnicott'ın bu görüşü, modern terapistler üzerinde derin bir etki bırakmış ve bedenin terapötik süreçteki rolünü yeniden düşünmelerine yol açmıştır.

Winnicott'ın bu teorisi, dans terapisi bağlamında da oldukça önemli. Çünkü dans ve hareket terapisi, bedenin sınırlarını fark etmeyi, bu sınırlar içinde duygusal ifade ve kişisel keşif yapmayı teşvik ederken, kişinin bedeniyle barışık olması, hem kendisiyle hem de dış dünyayla daha sağlıklı bir ilişki kurmasını sağlar.

Beden, Zihin ve Ritmin Bütünleşmesi

Dans ve Hareket Terapisi, bireyin kendi ritmini keşfetmesine ve bu ritim üzerinden hem kendisiyle hem de çevresiyle sağlıklı bir bağ kurmasına yardımcı olurken, birey önce kendi bedeninin ve zihninin ritmini yakalamaktadır. Bedenin hareketleri, düşüncelerin ve duyguların bir yansımasıdır. Eğer kişi kendisiyle uyumlu bir ritme sahip değilse, bu durum sosyal ilişkilerine ve toplulukla olan bağlarına da yansır.

“Kendimize ait bir ritmimiz yoksa başkalarıyla da bozuk bir ritim tutturuyoruz” sözü, bu bütünleşmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamakta. Kişi, kendi içsel ritmiyle uyum sağladığında, başkalarıyla ve toplulukla da daha uyumlu ve dengeli bir ilişki geliştirebilmekte. Bağ kurma süreci, önce bireyin kendisiyle, ardından çevresiyle ve nihayetinde toplumla uyum içinde olmasını sağlamakta. Dans terapisi, bu süreci destekleyerek kişinin duygusal ve fiziksel farkındalığını artırmakta.



Dans ve Hareket Terapisinin Pratik Uygulamaları

Dans ve Hareket Terapisi, çeşitli teknikler ve uygulamalarla kişinin beden-zihin bütünleşmesini hedeflerken, trapistler, bireylerin bedensel ifadelerini analiz ederek, duygusal blokajları ve bilinçaltındaki duygusal yaraları keşfetmelerine yardımcı olmaktadır. Bu süreç, aynı zamanda bireyin sosyal becerilerini geliştirmesini ve başkalarıyla daha sağlıklı ilişkiler kurmayı da sağlamaktadır. Dans terapisi seanslarında uygulanan bazı yöntemler şunlardır:

Aktif İmgeleme: Carl Jung'un teorisine dayanan bu teknik, bireyin bilinçaltındaki imgelerin ve duyguların hareket yoluyla ortaya çıkmasını sağlar. Birey, bedeniyle bu imgeleri ve duyguları ifade ederek, içsel dünyasını dışa vurur.

Resim Çalışmaları: Birey, seans esnasında hareket ve dans sırasında hissettiği duyguları resim yaparak ifade eder. Bu çalışma, kişinin duygularını somut bir şekilde görselleştirerek, içsel dünyasına dair farkındalık kazanmasını sağlar.

Grup Çalışmaları ve Kolektif Ritm: Dans terapisi genellikle bireysel olduğu kadar grup çalışmalarıyla da yürütülür. Bireyler, grup içinde hareket ederken kolektif bir ritim yakalamayı öğrenir. Bu ritim, bireyin topluluk içinde kendini nasıl ifade ettiğini ve başkalarıyla nasıl etkileşime girdiğini anlamasına yardımcı olur.

Dans ve Hareket Terapisinin Faydaları

Dans ve Hareket Terapisi, bireyin hem fiziksel hem de psikolojik sağlığını olumlu yönde etkiler. Bu terapi yönteminin faydaları arasında şunlar yer alır:

Duygusal İfade ve Farkındalık: Hareket yoluyla bireyler, sözel olarak ifade edemedikleri duyguları dışa vurabilirler. Bu süreç, kişinin duygusal farkındalığını artırır ve duygusal blokajları çözmesine yardımcı olur.

Beden Farkındalığı: Birey, bedeniyle daha derin bir bağ kurar ve bedensel farkındalığını artırır. Bu, kişinin kendini daha iyi tanımasına ve kabul etmesine olanak sağlar.

Sosyal Becerilerin Gelişimi: Dans terapisi, grup içinde yapılan çalışmalarla bireyin sosyal becerilerini geliştirir. Kişiler arası iletişim, empati ve işbirliği gibi beceriler dans yoluyla güçlenir.

Stres ve Kaygının Azalması: Dansın ritmik yapısı ve bedensel hareketin getirdiği rahatlama, bireylerin stres ve kaygı seviyelerini düşürür. Hareketin kendisi, bireyin zihnini sakinleştirir ve bedeninde biriken gerilimi serbest bırakır.

Kaynakça: 

https://www.sanatpsikoterapileridernegi.org/dans-ve-hareket-terapisi.html

https://momentumsaglik.com/dans-ve-hareket-terapisi/

https://www.psikoaktif.com/dans-ve-hareket-terapisi/

https://www.psikolojiagi.com/dans-ve-hareket-terapisi/


 ACELECİLİK HASTALIĞI 

MODERNİZM VE İNSAN

İNSAN-MAKİNE ÇELİŞKİSİ




NEVİN BİLGİN 

Günümüz dünyasında hayat, adeta bir hız yarışı. İşlerimizi daha çabuk halletmeye, bir günde daha fazla şey yapmaya odaklanmış durumdayız. Bu acelecilik hali, modern zamanların getirdiği bir “hastalık” gibi görünmekte. 

Teknoloji çağında yaşıyoruz ve her şey hızla ilerlerken, bizler de bu tempoya ayak uydurmaya çalışıyoruz. Ancak bu hızlı tempo, beraberinde önemli soruları da getiriyor: İnsan gerçekten bir makine mi? Yoksa acelecilik insanı daha verimsiz, daha stresli ve daha kopuk hale mi getiriyor?

Acelecilik Hastalığı Nedir?

Acelecilik hastalığı, adından da anlaşılacağı gibi sürekli bir acele içinde olma durumudur. Modern dünyada birçok kişi, her işi aynı anda yapabilme yetenekleriyle gurur duyar. Telefonda konuşurken e-posta yazmak, çocuğunuzla ilgilenirken iş görüşmesi yapmak gibi çabalar aslında bir yanılsamadır. İnsan beyni çoklu görev yapma konusunda makine gibi işleyemez. Bu durum, işleri eksik yapmamıza ve sonuç olarak daha fazla hata yapmamıza yol açar.

Acelecilik, anksiyeteye eşlik edebilen bir durumdur. İşleri hızla bitirmek isteme düşüncesi, ani öfke patlamaları ve yüksek stres düzeylerine yol açabilir. Aynı zamanda ilişkileri zayıflatabilir ve sevdiklerinizle iletişimi olumsuz etkileyebilir.



Acelecilik hastalığının başlıca belirtileri şunlardır:

Her şeye bir yarış gibi yaklaşmak: Her işin bir an önce bitmesi gerektiği inancı, insanı sürekli stres altında tutar.

Gecikmeler karşısında tahammülsüzlük: Trafik, internet bağlantısının yavaşlığı veya küçük bir gecikme bile aşırı sinirlenmeye neden olabilir.

Başkalarının sözünü kesmek: Sabırsızlık, başkalarını dinleme konusunda zorluk yaratır ve konuşmaları yarıda kesme alışkanlığı doğurur.

Birden fazla işi aynı anda yapamama: Aynı anda birden fazla görevi yerine getirme arzusu, tek bir işe odaklanmayı zorlaştırır ve iş verimini düşürür.

Yapılacaklar listesine takıntı: Sürekli bir kontrol ihtiyacı, işleri bitirdikçe rahatlamak yerine daha da gerilmiş hissetmeye neden olabilir.

Modernizm ve Acelecilik

Modernizm, insanın teknolojiyle olan etkileşimini, yaşamın hızını ve üretim odaklı düşünme biçimini şekillendiren bir kavram. Ancak bu süreçte insanın kendisi bir makineye dönüşüyor mu? Zaman içinde, işlerimizi hızlandıran teknolojik yenilikler, aslında hayatlarımızı daha da karmaşık hale getirdi. Sürekli dijital bağlantı halinde olmak, insanların iş ve kişisel yaşam arasındaki dengeyi kurmasını zorlaştırıyor.

İnsan mı, Makine mi?

İnsanı bir makineden ayıran en önemli özellik, duygular ve bilinçtir. Ancak acelecilik hastalığı, insanı bu özelliklerden uzaklaştırarak daha mekanik bir yaşam tarzına itiyor. Bir makine gibi sürekli çalışmak, durmak nedir bilmeden üretmek modern yaşamın kaçınılmaz bir parçası haline geldi. Ancak insanın, ruhsal ve bedensel sağlığını koruması için durması, yavaşlaması ve anın tadını çıkarması gerekiyor. Makineleşen bir dünyada insanın özüne dönmesi, modernizmin hızına rağmen, hayati önem taşıyor.



Dengeyi Bulmak

Acelecilik hastalığının panzehiri, dengeyi bulmaktır. Her işi aynı anda yapmak yerine, işleri sıraya koymak ve her birine hak ettiği özeni göstermek gerekiyor. Gecikmelerin doğallığını kabul etmek, insan ilişkilerine daha fazla zaman ayırmak ve yapılacaklar listesinden ziyade anın değerine odaklanmak, insanı yeniden özüne döndürebilir.

Kaynakça: 

https://www.ensonhaber.com/saglik/acele-hastaligiyla-mucadele-ettiginizi-gosteren-6-belirti

https://bagisiklik.com/wellness-onerileri/yavaslayin/

https://www.okanhastanesi.com.tr/aceleci-olmak-panik-bozuklugu-sebebi

https://www.memorial.com.tr/saglik-rehberi/hiperaktivite-dehb



           ORTAÇAĞ BANKACILARI


TAPINAK ŞÖVALYELERİ VE            BANKACILIĞIN DOĞUŞU



NEVİN BİLGİN 

Orta Çağ'da toplumsal ve ekonomik yapıların da değişim gösterdiği görülmektedir. Bu dönüşümlerden en ilgi çekici olanı askeri bir tarikat şeklinde örgütlenen Tapınak Şövalyeleri'nin sadece savaşçı değil, finansal aktör olmalarıydı. 

Kudüs’te 1119 yılında Fransız soylusu Hugo von Payens liderliğinde kurulan Tapınak Şövalyeleri, Hristiyan hacıları koruma görevini üstlenmiş ve zamanla Avrupa'nın önde gelen bankacıları arasına katılmıştır. Şövalyelerin bankacılık faaliyetleri, modern bankacılık sisteminin temelini oluşturan ilk banknot uygulamasıyla bilinir hale gelmiştir.

Tapınak Şövalyeleri: Bankacılığın İlk Adımları

Başlangıçta Kudüs’e giden Hristiyan hacıları koruma amacıyla kurulan Tapınak Şövalyeleri, kısa süre içinde kutsal topraklarda stratejik kaleler inşa ederek askeri ve ekonomik gücünü arttırmaya başlamıştı. Ancak, tarikatın en dikkat çekici faaliyetlerinden biri, Avrupa ve Ortadoğu'da geniş bir finansal ağ kurarak bankacılığın temellerini atmış olmalarıdır.

O dönemde güvenilir saklama yerlerine duyulan ihtiyaç, yerel halkın mücevherler, altınlar ve değerli belgelerini Tapınak Şövalyeleri’ne teslim etmesine yol açtı. Manastırları güvenli liman olarak gören halk, bu değerli eşyaları tarikatın koruması altına bırakıyordu. Tapınakçılar ise bu güven duygusunu daha da güçlendirerek, para karşılığında faiz getirili borçlar vermeye başladı. Böylece, faiz getirili borç verme ve saklama gibi erken dönem bankacılık hizmetleri doğmuş oldu. Hatta bu sistem öyle bir boyuta ulaştı ki, kişiler bir manastıra para yatırıp, gerekli belgeleri göstererek başka bir manastırdan bu parayı çekebiliyorlardı. Bu yöntem, bankacılığın ilk adımlarından biri olarak kabul edilen “çek” sisteminin temelini oluşturuyordu.

Banknot Uygulamasının Doğuşu

Tapınak Şövalyeleri’nin en önemli yeniliklerinden biri de, günümüzde banknot olarak bildiğimiz kağıt para benzeri bir sistem geliştirmiş olmalarıdır. Bu sistemde, insanlar bir manastıra para yatırdıklarında, Tapınakçılar onlara bu yatırımı belgeleyen bir yazılı kağıt, yani bir “not” veriyorlardı. Bu not, kişinin başka bir yerden parasını çekmesini sağlıyordu. Bu sayede, uzun ve tehlikeli yolculuklarda insanlar fiziksel para taşıma riskinden kurtuluyordu. Böylelikle Tapınak Şövalyeleri, Avrupa’nın ilk geniş çaplı bankacılık sistemini kurarak bir anlamda modern bankacılığın habercisi oldular.

Kralların ve Soyluların Bankacıları

yüzyıla gelindiğinde Tapınak Şövalyeleri, sadece sıradan halkın değil, aynı zamanda Avrupa'nın önde gelen krallarının ve soylularının hazinelerini de yönetmeye başlamıştı. Fransa kralı IV. Philip ve diğer soylular, hazinelerini güvenli bir şekilde Tapınakçıların kontrolüne bıraktılar. Hatta Haçlı Seferleri sırasında, Kutsal Topraklara giden krallar ve soylular, ordularının maaşlarını ödemek ve erzak temin etmek amacıyla Tapınak Şövalyelerine büyük meblağlarda para gönderiyor, bu paralar daha sonra Levant’ta çekiliyordu. Böylece, Tapınakçıların bankacılık sistemi, dönemin siyasi ve askeri yapılarına entegre bir finansal çözüm haline geldi.

Borç Verme ve Avrupa’nın Mali Yapısı

Tapınak Şövalyeleri sadece para saklamakla kalmadılar; aynı zamanda dönemin yöneticilerine borç para vermeye başladılar. Bu durum, tarikatın Avrupa'nın mali yapısındaki önemini daha da pekiştirdi. Öyle ki, Tapınakçıların bankacılık faaliyetleri, geç dönem Orta Çağ Avrupa’sının karmaşık finansal sisteminde önemli bir unsur haline geldi. Şövalyeler, hem kredi veren hem de güvenli para saklama hizmeti sunan bir banka gibi çalışıyordu.

Düşüş ve Yıkım

Ancak, bu büyük başarılar kısa sürede Tapınak Şövalyeleri’nin düşüşünü getirdi. 1307 yılında Fransa Kralı IV. Philip, Şövalyeleri sapkınlık, yolsuzluk ve yasaklı uygulamalarla suçlayarak tarikatın liderlerini tutuklattı. 1312 yılında ise Papa V. Clement’in kararıyla Tapınak Şövalyeleri resmen tasfiye edildi. Tapınakçılar, mali gücü ellerinde bulundurmaları nedeniyle, özellikle Fransa kralının hedefi haline gelmişti.

Tapınak Şövalyeleri’nin Mirası

Her ne kadar Tapınak Şövalyeleri tasfiye edilmiş olsa da, bankacılık alanındaki mirasları bugüne kadar ulaşmıştır. Modern bankacılığın birçok temel unsuru, Tapınakçıların geliştirdiği sistemlere dayanmaktadır. Özellikle kağıt paranın ve faiz getirili borçların kullanımını başlatmış olmaları, onları Orta Çağ bankacılarının öncüsü yapmıştır.

Kaynakça: 

https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-16900/tapinak-sovalyeleri/

https://listelist.com/tapinak-sovalyeleri-hakkinda/

https://ozhanozturk.com/2017/12/19/tapinak-sovalyeleri/#google_vignette

https://kasifiz.com/tapinak-sovalyeleri-suleyman-tapinaginin-gizemli-takipcileri/

https://www.soylentidergi.com/tapinak-sovalyeleri-gizemli-tarikatin-gorunmeyen-yuzu/


                                    GÜLÜŞÜN KAYIP YÜZÜ



Türk toplumu son yıllarda adeta gülümsemeyi unuttu. Mizahın yerini bel altı küfürler aldı, ve insanlar bu kaba sözlere zoraki bir gülümsemeyle tepki verir hale geldi. Bu dönüşüm, üzerinde durulması gereken derin bir konu. Toplumsal değişim ve mizah arasındaki ilişki, geçmişten günümüze büyük bir evrim geçirdi ve bu evreler toplumsal yapıyla yakından ilişkilidir.

19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan Tanzimat dönemi, mizahın yazılı basında yer bulmaya başladığı önemli bir dönüm noktasıdır. Çaylak ve Hayal gibi dergiler, o dönemde gündelik yaşamı ve toplumsal sorunları eleştirerek halkı güldürürken aynı zamanda düşündürmeyi başarmıştır. Mizah, bu dönemde toplumsal eleştiri aracı olarak kullanılmıştır.

Cumhuriyet’le birlikte mizah daha geniş kitlelere ulaştı ve toplumsal değişimleri daha derinlemesine ele almaya başladı. Gırgır, Leman ve Penguen gibi dergiler, toplumsal eleştiriyi, siyasi ve kültürel konuları işleyerek geniş bir okuyucu kitlesine hitap etti. Mizah bu dönemde bir "güldürürken düşündüren" formata kavuştu ve toplumun mizaha olan ilgisini artırdı.

Bugün ise mizah, büyük oranda sosyal medya ve internet üzerinden yayılıyor. Sosyal medyanın hızla yayılan karakterleri ve videoları, toplumsal eleştiriyi farklı bir boyuta taşıyor. Ancak, bu yeni platformlar her ne kadar hızlı yayılım sağlasa da, mizahın derinliği ve toplumsal eleştiri gücü, önceki dönemlere kıyasla yüzeysel kalabiliyor.

Türk toplumunun mizah anlayışındaki bu değişimler, toplumun genel ruh halini ve sosyal yapısını yansıtıyor. Eskiden güldüren eleştiri ve ince espriler, bugün yerini sert, yüzeysel ve hatta kaba ifadelere bırakmış durumda. Bu dönüşümün kökenleri, toplumun yaşadığı kültürel ve sosyal değişimle alakalı. 






 

                         ANKARA BİT PAZARINI ARIYOR





Ankara’da bit pazarları, şehrin kalabalık sokaklarının arasında keşfedilmeyi bekleyen birer hazine gibi. Ancak bu pazarlar, ne yazık ki düzen ve estetikten uzak, yer yer adeta bir çöplüğü andırıyor. Oysa, bit pazarları yalnızca ikinci el ürünlerin satıldığı yerler değil; geçmişin izlerini taşıyan, antika ve nostaljik eşyaların hayat bulduğu alanlardır. Avrupa’da bu pazarlar, şehrin en düzenli ve nostaljik köşelerinde yer alırken, Ankara’da ise sokaklara dağılmış tezgahlar arasında kaybolmuş durumda. Ankara'ya düzenli ve hijyenik koşullarda hizmet verecek bir bit pazarının yapılması gerekiyor. 

Ulus İtfaiye Meydanı Bit Pazarı, şehrin en bilinen ikinci el pazarlarından biri olmasına rağmen, düzenli bir alan eksikliğiyle ziyaretçilere kaotik bir atmosfer sunuyor. Dışkapı Pazarı, merkezi konumuna rağmen temizliği ve düzeniyle beklentileri karşılamıyor. Çankaya Mühye Köyü Bit Pazarı ise ulaşım açısından dezavantajlı bir bölgede yer alıyor, bu da ziyaretçilerin sayısını etkiliyor.

Ankara’daki bit pazarlarının, Avrupa'daki gibi daha düzenli, estetik ve kültürel birer cazibe merkezi haline getirilmesi, şehrin turizmine ve ekonomisine büyük katkı sağlayabilir. Bu pazarlar, keşfetmek isteyenler için saklı hazineler sunuyor; önemli olan bu hazineleri gün yüzüne çıkarabilmek.

Avrupa'da ise Münih Bit Pazarı, Fransa'daki Grande Bradeire De Lille Bit Pazarı, Amsterdam Bit Pazarı önemli alışveriş mekanları arasında bulunmaktadır. 


 GEÇMİŞİN CANLI TANIKLARI: ANIT AĞAÇLAR

NE KADAR KORUNUYORLAR

ETRAFINA ASFALT YA DA BETON KONULMAMIŞ, KESİLMEMİŞ KAÇ ANIT AĞAÇ VAR

                                       Ankara Kumrular Sokak





NEVİN BİLGİN 

Anıt ağaçlar, doğanın canlı tarih kitaplarıdır; fiziksel büyüklükleri, yaşı, ve kültürel önemi nedeniyle nesiller boyunca koruma altına alınan bu ağaçlar, geçmişin sessiz tanıklarıdır. Ancak günümüzde, anıt ağaçların korunması konusunda ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Ağaç kesimleri, çevresine beton dökülmesi ve şehirleşme baskısı bu doğal mirasın geleceğini tehdit ediyor.


Peki, anıt ağaçlar nasıl tanımlanır ve korunması neden bu kadar önemlidir? Bu ağaçlar sadece boyutları ve yaşı ile değil, aynı zamanda bölgenin tarihsel ve kültürel belleğinde oynadıkları rol ile de anıtsal nitelik kazanır. Örneğin, Türkiye’de 10 binden fazla anıt ağaç tescil edilmiştir. Zonguldak’taki 4117 yaşındaki porsuk ağacı veya Antalya’daki 2329 yaşındaki sedir ağacı, sadece fiziksel özellikleriyle değil, bulundukları coğrafyanın kültürel zenginliğini yansıtmalarıyla da dikkat çekmektedir.


Ancak, bu ağaçların korunması sadece yasalarla değil, aynı zamanda toplumun bu konuda bilinçlenmesiyle mümkün olabilir. Ağaçların kesilmesi veya zarar görmesi, sadece ekosisteme değil, aynı zamanda bölgenin kültürel ve tarihi hafızasına da büyük bir darbe indirir. Ne yazık ki, bazen anıt ağaçların korunmasına yönelik hassasiyet eksik kalabiliyor; bazı bölgelerde ağaçların çevresine beton dökülerek köklerinin nefes alması engelleniyor.

Kaynakça: 

Türkiye’nin doğal mirası 7 anıt ağaç - Galeri - Fikriyat Gazetesi

Anıt ağaç - Vikipedi (wikipedia.org)

İstanbul'un Doğal Mirası Anıt Ağaçlar - Anıt ve Korunmaya Değer Ağaçların Tespiti, Tescili, Ağaç Sağlığı ve Devrilme Riskinin Belirlenmesi Projesi | İBB Park Bahçe ve Yeşil Alanlar Daire Başkanlığı - İstanbul Büyükşehir Belediyesi (anitagaclar.com)


14 Eylül 2024 Cumartesi

 

KÜRESELLEŞME VE MİLLİYETÇİLİK, 

DEVLET BAHÇELİ MHP'Sİ (1997-2023) KİTABI ÜZERİNE


MİLLİYETÇİ SÖYLEM VE SEMBOLLER




"Milliyetçilikte kitleleri harekete geçirici bir dilin, milliyetçi kurgu tarafından şekillendirilmesiyle, tekli ve diyalektik ilişki başlatılmış olmaktadır. Çizilen sınır çizgisinin bir tarafında belirli bir vatana bağlılıkları esas prensip olan bireyler yer alırken, diğer tarafta ise bu vatana aykırı olabilecek ötekiler yerleştirilmektedir. Bunun yanı sıra, milliyetçi duyuların ve kolektif bilincin artan bir oranda sahip olması amacıyla, çeşitli simgeler ve söylemler icat edilerek bireyler, zihinsel imgeler bu sembollerle ve simgelerle idare edilebilir bir pozisyona getirilmektedir."

Küreselleşme ve Milliyetçilik: Devlet Bahçeli MHP'si (1997-2023) adlı kitapta milliyetçiliğin "söylem boyutu"na ilişkin bir kesit. 

Milliyetçilik, sadece siyasi bir ideoloji değil, aynı zamanda kitleleri harekete geçiren güçlü bir dil ve semboller sistemi olarak karşımıza çıkar. Bu dil, özellikle milliyetçi kurgunun sınırlarını çizerek belirli bir gruba aidiyet hissi kazandırır.

Milliyetçilikte, semboller ve söylemler kritik bir rol oynar. Milliyetçi liderler, bayrak, vatan, şehitlik gibi simgeler aracılığıyla toplumu bir araya getirir ve bu semboller üzerinden kolektif bir bilinç inşa ederler. Bu simgeler ve söylemler, bir yandan bireyleri ortak bir "biz" kimliği altında toplarken, diğer yandan bu kimliğe aykırı görülen "ötekileri" dışlayıcı bir dil kullanır. Zihinsel imgeler, bu süreçte milliyetçi ideolojinin temel yapı taşlarını oluşturur. Bahçeli’nin MHP’sinde de bu süreç, küreselleşme karşıtı bir retorikle birleşir; yerli ve milli olana vurgu yapılarak ulusal değerlerin korunması gerektiği sık sık vurgulanır.

Kitapta da yer alan bu bölüm, milliyetçiliğin nasıl simgeler ve söylemlerle zihinlerde şekillendiğini ve bu imgeler aracılığıyla bireylerin nasıl yönlendirildiğini ortaya koyuyor. Milliyetçi ideoloji, sadece politik bir söylem değil, aynı zamanda kolektif bir bilinci harekete geçiren güçlü bir düşünce yapısıdır.










AKIL TUTULMASI VE HORKHEİMER

MODERN TOPLUM, İDEOLOJİK DAYATMALAR, TOPLUMSAL BASKILAR, KİŞİSEL STRESLER VE AKIL TUTULMASI











NEVİN BİLGİN 

Frankfurt Okulu, Birinci Dünya Savaşı'yla açılıp Soğuk Savaş'la kapanan bir çağın ürünüdür. 1923'te kurulmuş farklı disiplinlerden kişileri biraraya getirmiştir. Genel yaklaşımı da "eleştirel teori"dir. İnsan özgürlüğü ile modern düryadaki farklı tahakküm ve toplumsal baskı biçimleriyle bunun nasıl sınırlandığı incelenmiştir. 

Bu dönem can çekişen kapitalizm teorilerinin silinip gittiği bir dönem olmuştur. Rekabetçi kapitalizm yerini, örgütlü tekelci kapitalizme bırakmıştır. Emek sermaye ilişkileri, işçi hareketi, devrimci teori de bu doğrultuda değişmiştir. Frankfurt Okulu'nun önde gelen isimlerinden birisi de Max Hormheimer'dir. Eleştirel teoriyi benimsemiş, kapitalist sistemi ve tüketim toplumunu eleştirmiştir. 


                        Horkheimer ve Adorno (Kaynak: Vikipedi) 

1073'te yaşamını yitiren Max Horkheimer'in "Akıl Tutulması" adlı eseri, yazarın Hitler Almanya'sından ABD'ye kaçış sürecindeki toplumsal felsefenin izlerini taşımaktadır. Avrupa'da faşizm yükselirken, ABD'de bireyci bir anlayış yükselmiştir. Horkheimer ise, aklın zamanla nasıl hurafeye dönüştüğünü, özel aklın mitleştirildiğini ifade ederek bu  durumun felsefeye etkilerini ortaya koymuştur. 

Günlük yaşamda sıkça karşılaştığımız bir ifade olan "akıl tutulması," bir kişinin anlık olarak mantıklı düşünme yeteneğini yitirdiği durumları tanımlar. Bu durum, insanların yanlış kararlar almasına veya mantıksız davranışlar sergilemesine neden olabilir. Ancak bu terim, yalnızca kişisel bir durumdan öte, felsefi ve toplumsal düzeyde daha derin anlamlar ve etkiler taşır.

Akıl Tutulmasının Günlük Yaşamda Yeri

Günlük dilde akıl tutulması, bir kişinin geçici bir zihinsel karmaşa yaşadığı ve bu nedenle mantıklı düşünme yetisinin zayıfladığı anları ifade eder. Bu tür durumlar genellikle stres, şaşkınlık veya ani duygusal tepkilerle ilişkilidir. Örneğin, bir sınavın ortasında aniden boşluğa düşmek veya büyük bir stres altında hatalı kararlar almak, akıl tutulması olarak değerlendirilir. Bu tür durumlar, kişinin objektif değerlendirme ve mantıklı karar verme yeteneğini geçici olarak kaybetmesine neden olabilir.

Felsefi ve Toplumsal Bağlamda Akıl Tutulması

Max Horkheimer'in "Akıl Tutulması" adlı eseri, bu kavramı daha geniş bir felsefi ve toplumsal bağlamda ele alır. Horkheimer, akıl kavramını aydınlanma döneminden günümüze kadar olan süreçte derinlemesine inceler. Aydınlanma dönemi, aklın dogmalara karşı bir mücadele olarak öne çıktığı bir dönemdir. Ancak zamanla bu akıl kavramı, bireyselleşmiş ve toplumsal yapı içinde bir mit haline gelmiştir.

Horkheimer’e göre, aydınlanma dönemi aklı başlangıçta özgür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkmışken, zamanla kendine özgü bir dogma haline gelmiştir. Batı düşüncesindeki akıl kavramı, tarihsel süreç içinde hurafelere ve dogmalara karşı bir mücadele olarak gelişmiştir. Ancak bu süreç, öznel aklın bireyselleşmesi ve toplumsal normlarla uyumlu hale gelmesiyle sonuçlanmıştır.

Akıl ve Toplumsal Yapılar

Horkheimer’in analizinde, akıl kavramı zamanla toplumsal düzeni belirleyen bir araç olarak işlev görmeye başlamıştır. Toplumun bireylere dayattığı normlar ve değerler, bireylerin akıl ve düşünce biçimlerini şekillendirir. Bu bağlamda akıl, bireylerin toplumsal düzen içinde kendilerini nasıl konumlandıracaklarını belirleyen bir araç olarak kullanılmıştır. 

Horkheimer'e göre, Sokrates’in düşünceleri de bu bağlamda önemlidir. Sokrates, aklı toplumsal düzenin ve bireyler arası ilişkilerin düzenlenmesi için bir araç olarak görmüştür. Ancak, toplumsal eleştirileri ve bu eleştirilerin sonucunda toplum tarafından dışlanması, akıl kavramının toplumsal ve bireysel düzeyde nasıl bir yansıma bulduğunu gösterir. Horkheimer, Sokrates’in mutlak bir doğruyu arayışını ve aklın bu doğruyu yansıtma görevini nasıl üstlendiğini de vurgulamaktadır. 

Akıl Tutulmasının Modern Toplumdaki Yansımaları

Modern toplumlarda akıl tutulması, bireylerin toplumsal baskılar, ideolojik dayatmalar ve kişisel stresler altında nasıl tepki verdiklerini anlamak açısından önemlidir. Toplumsal yapılar, bireylerin düşünce ve davranışlarını etkileyen güçlü birer faktördür. Bu yapılar içinde akıl, sadece bireysel bir yetenek değil, aynı zamanda toplumsal düzenin bir parçası olarak değerlendirilir. Bireylerin kendi düşünce biçimlerini ve karar alma süreçlerini şekillendiren bu toplumsal yapılar, bazen akıl tutulması gibi durumları tetikleyebilir.

Kimdir?

Max Horkheimer, Alman düşünür ve toplumbilimci olarak tanınan bir isimdir. Musevi kökenli olan Horkheimer, 20. yüzyılın önemli felsefecilerinden biridir.

Max Horkheimer, 14 Şubat 1895 tarihinde Zuffenhausen, Stuttgart’da doğdu ve 7 Temmuz 1973 tarihinde Nürnberg’de vefat etti.

Babası Yahudi fabrikatör Moses Horkheimer’di.

Üniversite eğitimini tamamladıktan sonra Frankfurt Üniversitesi’nde sosyal felsefe dalında profesör oldu.

Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nü (Institut für Sozialforschung) kurdu. Bu enstitü, Naziler tarafından kapatıldıktan sonra Max Horkheimer, Theodor W. Adorno ile birlikte çalışmalarına Amerika’da devam etti.

Frankfurt Okulu’nun önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilir. Toplumun ve popüler kültürün Marksist eleştirisine odaklandı.

Horkheimer, Marksist düşünceye bağlıydı ve çalışmalarında Marksist diyalektiği ve ekonomi politiğin eleştirisini temel alıyordu.

1973'te yaşamını yitirdi. 


Kaynakça: 

Horkheimer, Max, Akıl Tutulması

https://www.felsefe.gen.tr/max-horkheimer-kimdir/

https://www.biyografistan.com/2013/01/max-horkheimer-kimdir-biyografisi.html


                              TÜRKLERİN GENETİĞİ



NEVİN BİLGİN 

Türklerin genetik yapısı, hem bölgesel hem de tarihsel olarak oldukça karmaşıktır. Türkiye'nin coğrafi konumu, Asya ve Avrupa'nın birleşim noktasında bulunması, bu toprakların tarihi boyunca birçok farklı etnik ve kültürel grubun etkisinde kalmasına neden olmuştur. Türkiye, ABD ve İngiltere’nin önde gelen üniversiteleri tarafından yürütülen bir gen çalışması, Türk toplumu ile Balkan, Kafkas ve Orta Doğu toplumları arasında ortak genetik bileşenler belirlemiştir. Avrupa toplumlarında ise en çok İtalyan ve İspanyollar ile benzerlik saptanmıştır. 

Yapılan araştırmalara göre, özellikle  Sibirya'nın ve Anadolu'nun genetik yapıları, modern Türklerin genetik profilinde önemli rol oynamaktadır. Yapılan genetik analizler, Türkiye’nin genetik yapısının, Asya ve Avrupa kökenlerinin  bir karışımını içerdiğini ortaya koymaktadır.



Sibirya'nın etkisi, Türklerin genetik yapısında belirgin bir şekilde izlenmektedir. Bronz Çağı'ndan günümüze yapılan genetik çalışmalara göre, ortalama bir Türk'ün DNA'sında yaklaşık %10'unun Doğu Asya kökenli olduğu, yani Sibirya kökenli olduğu belirlenmiştir. Bu oran, Türklerin Orta Asya'dan batıya göç ederken genetik miraslarının bir parçası olarak Sibirya kökenli DNA'yı taşıdığını göstermektedir.

Anadolu’nun genetik yapısı ise, hem yerel hem de göçmen etkilerinin bir birleşimidir. Türkiye’nin genetik yapısının yaklaşık %36’sı, Anadolu’daki Neolitik çiftçilerden gelmektedir. Bu çiftçiler, tarım devrimi ile birlikte Avrupa'nın çeşitli bölgelerine de etkilerini yaymışlardır. Ayrıca, genetik analizler, Anadolu’nun genetik yapısının %31 oranında Kafkasya ve İran popülasyonlarına dayandığını ortaya koymaktadır. Bu, bölgenin tarih boyunca geçirdiği göçlerin ve etkileşimlerin genetik yapı üzerindeki etkisini açıkça göstermektedir.

Anadolu Türklerinin Orta Asya Türkleri ile genetik benzerlikleri, Y-Haplogroup DNA’sında sıklıkla bulunan R1a, R1b ve J kromozomları bakımından gözlemlenmektedir.



Türklerin Genetik Kökenleri

Yapılan genetik analizler, Türklerin atalarının eski Sibirya'dan geldiğini ve zamanla Orta Asya, Kafkasya ve Anadolu'ya göç ettiklerini ortaya koymaktadır. Bu göçlerin, Türklerin genetik yapısında önemli etkiler yarattığı görülmektedir.

Orta Asya ve Sibirya Kökenleri

Orta Asya'da yaşamış olan göçebe halkların genetik mirası, günümüz Türklerinin DNA'sında belirgin bir şekilde izlenmektedir. Bu, özellikle 11. yüzyılda Orta Asya'dan Anadolu'ya göç eden Türk kabileleriyle ilişkilidir. Orta Asya'nın etkileri, Türk genetiğinde belirgin bir Doğu Asya unsuru olarak ortaya çıkmaktadır.

Anadolu'nun Genetik Yapısı

Anadolu'nun genetik yapısı, tarih boyunca birçok göç ve etkileşimin sonucudur. Yaklaşık 9.000 yıl önce Anadolu'da tarım devriminin başlamasıyla, bölgeye ilk çiftçiler gelmiş ve bu ilk tarımcıların genetik mirası, günümüz Türklerinin genetik yapısında %36 oranında etkili olmuştur. Bu çiftçiler, Yunanistan'a ve İsveç'e kadar yayılmıştır. Ayrıca, Anadolu'nun Neolitik dönemdeki genetik yapısı, modern Sardunyalılarla benzerlik göstermektedir.

2014 Araştırması 

DNA ve Gen araştırmaları alanında bir otorite haline gelen FamlyTreeDNA projesi ile yaklaşık 700.000 insan üzerinde (2014 verilerine göre) Gen araştırması yapılmış, bu araştırmalar neticesinde insanların 70 bin yıl önceki ataları tespit edilebilmiştir. Böylelikle hangi ülkede, yüzde kaç oranında hangi ana etnik gruplardan insanların yaşadığı ana hatları ile ortaya çıkmıştır. Bu tabloda görüldüğü üzere Türkiye Türklerinin nüfusunun yaklaşık %40'ı İç Asya, %40'ı Ortadoğu, %12'si Fars, %6'sı Güney Asya kökenli olduğu tespit edilmiştir

Bilkent Üniversitesi'nin Çalışması: Hİnt Avrupa Kökeni Yüzde 16

Bilkent Üniversitesi tarafından yapılan 10 yıllık ve kapsamlı bir araştırma (2021), Türkiye'nin genetik yapısının yüksek düzeyde çeşitlilik içerdiğini ve farklı etnik gruplardan etkilenmiş olduğunu ortaya koymuştur. Bu araştırma, Türkiye'nin genetik olarak Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu ve Avrupa toplumlarıyla ortak bileşenler taşıdığını göstermektedir.

MÖ 2.000 civarında Yamnaya bozkır göçebeleri, Avrasya'ya göç ederken Anadolu'yu da etkilemiştir. Yamnaya'nın bu bölgeye etkisi, Hint-Avrupa kökenli grupların Anadolu'ya göçüyle sonuçlanmış ve yerel halkla karışarak Hitit Medeniyeti'ni oluşturmuştur. Bu tarihlerdeki göçlerin genetik etkileri, Türklerin genetik yapısında %16 oranında Hint-Avrupa kökenli unsurları göstermektedir.

Osmanlı ve Sonraki Etkiler

Osmanlı döneminde ve sonrasında Anadolu'da yaşanan etnik etkileşimler, bölgenin genetik yapısını daha da çeşitlendirmiştir. Moğol istilası ve Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü gibi olaylar da genetik çeşitliliğe etki etmiştir. Osmanlı Türk kadınının genetik yapısı, Orta Asya kökenli etnik gruplarla benzerlikler gösterirken, %50 oranında Doğu Asya kökenli DNA'sı da içermektedir.

Günümüz Türk Genetiği ve Avrupa İlişkileri

Günümüzde yapılan genetik analizler, Türklerin genetik yapısının, Avrupa'nın bazı bölgeleriyle de yakın ilişkiler içerdiğini göstermektedir. Bilkent Üniversitesi tarafından yapılan araştırma, Türklerin genetik olarak en yakın oldukları toplumların İtalyanlar ve İspanyollar olduğunu ortaya koymuştur. 

Genetik bilimcilere göre Türkiye’nin demografik yapısı içerisine dahil olan en yeni etnik unsur bile en az 8 asır önce gen havuzuna ve toplum-kültür potası içerisine dahil olmuştur. Bu süre, etnisitenin toplumsal çerçevedeki önemini ortadan kaldırmak için fazlasıyla yeterli görülmektedir. 


KAYNAKÇA: 

https://www.youtube.com/watch?v=zdVBjhJ6s0k

https://turktarihim.com/turkleringenetikharitasi.html

Aray, O. (2023). Türklerin etnik kökenleri, Anadolu'nun "Türkleştirilmesi" ve Türk ulusal kimliğinin oluşumu.

https://www.haberler.com/guncel/turk-toplumunun-genetik-kodlarina-isik-tutan-14379402-haberi/


                                                                    2014 Araştırması