30 Eylül 2025 Salı

İKİNCİL CAHİLLİK: BİLGİYLE DOLUP, ANLAMAYAN TOPLUM




Bir zamanlar cehalet, yalnızca okuma-yazma bilmemekle sınırlıydı. Birincil cahillik, somut, ölçülebilir bir yoksunluktu: Alfabenin kapılarını açamamış, kitapların sayfalarına dokunamamış insan… Ama bugün durum değişti. Okuryazarız, diploma sahibiyiz, hatta dijital dünyada sayısız bilgiye erişebiliyoruz. Yine de bir eksiklik var: Bilgiyi kullanamamak, sorgulamamak, analiz etmeyi reddetmek… İşte buna “ikincil cahillik” denir.

İkincil cahillik, modern toplumun sinsi hastalığıdır. Kitap okumayı bırakmış, televizyonun ve sosyal medyanın önyargılı akışına kendini kaptırmış bir birey, bilgiyle dolu ama düşüncesizdir. Üstelik bu, yalnızca bireysel bir sorun değildir; toplumsal bir sorun hâline gelir. Çünkü bilgiye ulaşmak artık yeterli değildir; onu anlamak, değerlendirmek ve uygulamak gerekir.

Eğitim sistemimiz de bu duruma katkıda bulunur. Ezber kültürü, sınav odaklı müfredatlar ve gerçek dünya ile bağını koparmış okullar, gençleri pasif bilgi tüketicisi hâline getirir. Bilgisini tartışmak, sorgulamak veya üretmek yerine hazır cevapları tüketen bir nesil yetişir. Üniversitelerden mezun olan bir genç, teoride bilgili, pratikte ise düşüncesiz olabilir.

Dijital çağın bu tuhaf ironisi, bilgiyi sonsuzca tüketip, hiçbir zaman derinlemesine anlamayan insanları üretir. Sosyal medya akışında kaybolan, haberleri hızlıca tarayıp fikir sahibi olduğunu sanan milyonlarca kişi… İşte ikincil cahillik, bu dijital yığınların içinde sessizce büyür.

Sonuç olarak, ikincil cahillik, yalnızca bireyin değil toplumun geleceğini de tehdit eder. Çünkü bilgiye erişim özgürlüğü, anlayış ve eleştiri yeteneği ile birleşmediği sürece, okuryazarlık sadece bir görünüşten ibaret kalır. Modern dünyada cehalet artık, bilmemek değil; bilip anlamamaktır.

"SAYIN VEKİL" KUYRUĞU

Gazeteciden doktora, sanatçıdan bürokrata herkesin hayali "Sayın Vekil" olmak



NEVİN BİLGİN 

Türkiye'de milletvekilliği bu kadar cazipse, bunun nedeni biraz da toplumun rol model eksikliğinde yatıyor. 

Bilim insanı, sanatçı, öğretmen ya da doktor başarılarının toplumsal gözdeki değeri, bir anda “sayın vekil” olmanın cazibesiyle yarışamıyor.

Başarı, bilimsel makale ya da sanatsal üretimle değil; görünürlükle, güce yakınlıkla ve siyasete adım atmakla ölçülüyor. İşte bu yüzden gazeteciden doktora, sanatçıdan bürokrata kadar herkes aynı kuyruğa giriyor: milletvekilliği kuyruğuna.

Gazetecilerin En Büyük Hayali

Yıllarca siyasetçileri eleştiren, kulis bilgilerini aktaran, ekranlarda topluma yön veren gazeteciler, bir noktadan sonra o “oyunun” içinde olmayı arzuluyor. Mikrofonu bırakıp kürsüye geçmek, haberi yapmak yerine habere konu olmak… Medya, böylece denetim işlevinden sıyrılıp siyaset için bir hazırlık kampına dönüşüyor.

Bürokratların Tek Tercihi

Vali, kaymakam, genel müdür… Bürokrasi merdiveninde yükselmiş isimlerin aklında hep aynı hedef: “Artık kararları uygulayan değil, karar veren olmak.” Milletvekilliği, devlet içindeki bu hiyerarşinin zirvesi gibi görülüyor.

Avukatlar, hâkimler, savcılar… Hukuku bilen, kuralı uygulayan bu kişiler, “kuralı yazan” olmak için meclise koşuyor. Yargı kürsüsünden yasama kürsüsüne geçiş, Türkiye’de her seçim döneminin değişmez manzarası.

Hastaları iyileştirmekten ülkeyi iyileştirmeye uzanan bir hayal… Doktorlar, özellikle de sendikal veya mesleki örgütlerde öne çıkanlar, siyasete yöneliyor. Beyaz önlüğü bırakıp siyaset arenasına atlamak, “halkın sağlığı” söylemiyle meşrulaştırılıyor.

Akademisyenler: Tezden Kanun Maddesine

Üniversite kürsüsünden siyaset kürsüsüne geçen akademisyenler, bilgiyi “pratiğe dökmenin” en etkili yolunun meclis olduğunu düşünüyor. Ama çoğu zaman, bilimsel özgürlükten politik disipline geçince kaybolan da bilginin kendisi oluyor.

Sanatçılar ve Sporcular

Sahnede alkış, sahada tezahürat yetmiyor; şöhretin siyasi karşılığı da aranıyor. Partiler de bu isimleri özellikle tercih ediyor: Hem vitrin süsü, hem oy çekici figür.

İş İnsanları: Sermayenin Siyasi Zırhı

Patronlar için milletvekilliği, sadece prestij değil; aynı zamanda çıkarlarını koruyacak güçlü bir zırh. İş dünyasında edindikleri nüfuzu, siyasetle kalıcı hale getirmek istiyorlar.

Kendi alanında temsil yetkisini kazanmış olan sivil toplum ve sendika liderleri, bu temsili parlamentoya taşımayı hedefliyor. Çoğu için bu, doğal bir “ikinci adım” gibi.

Danışmanların En Büyük Çabası

Parti koridorlarında yetişmiş genç danışmanlar ve gençlik kolları kadroları için milletvekilliği, bir kariyer basamağından çok daha fazlası: yıllardır hayalini kurdukları “asıl sahne.”

Milletvekilliği, Türkiye’de artık bir “son durak” olarak görülüyor. Oysa sorgulamamız gereken asıl mesele şu: Neden başka hiçbir meslek ya da toplumsal başarı, milletvekilliği kadar “zirve” gibi görünmüyor? Rol modellerimizi siyasetin dışına taşıyamadıkça, bu kuyruğun hiç bitmeyeceği açık.


29 Eylül 2025 Pazartesi

YURDUM MEMURU

MEMURLARIN BİR KISMI

KİMİSİ MESAİ SAATİNDE TARLASINA GİDER, KİMİSİ PEYNİR SATAR, KİMİSİ AÇTIĞI KAFEYİ İŞLETİR

İŞ YAPMAYI SEVMEZ, DİZİ VE KAHVE İÇMEYİ TERCİH EDER



Nevin BİLGİN 

Türkiye’de birçok genç için “memur olmak” bir hayaldir. Güvence, düzenli maaş, rahat izin, sağlık sigortası ve elbette emeklilik… 

Hangi sınıftan olursa olsun, fakirinden orta direğine, hatta kaymak tabakasına kadar herkesin aklından geçer: “Bir memur olayım, sırtım yere gelmez.” Çünkü memurluk, işsizlik kol gezerken devletin açtığı güvenli bir kapıdır.

Ancak bu güvenli kapıdan girenlerin büyük bir kısmı, kısa sürede başka bir dünyaya adım atar. 

Tabii işe ilk başladığı günkü gibi yasa ve yönetmeliklere uygun çalışan, önceliği hizmet olanları kastetmiyoruz. 

Bu kapsam dışında kalanlar bu sisteme, sevmediği işi yapmaya, rahata o kadar alışır ki zamanla neden orada olduğunu unutur.

Görevi vatandaşa hizmet etmekken, geleni yokuşa sürmek, işi eksik yapmak ya da yanlış yapmak bir tür refleks haline gelir. 

Kamu dairesine yolu düşen herkes bilir: İşinizi bir günde çözemezsiniz. Çoğu kez önemli olan sizin dosyanız değil, öğle paydosunda nerede yemek yeneceği ya da dizinin yeni bölümünün iş yerinde nasıl izlendiğidir. Ya da yeni hükümet senaryoları, kimin bakan olacağıyla daha çok ilgilenir ki, bir tanıdık bulursa kademe ve derece alsın ya da daha da rahat etsin. 

Çay, kahve, sigara molaları… Altın fiyatları, bitcoin yorumları, işyeri çekiştirmeleri… Sürekli yurtdışına giden amirinin aldığı harcırah... Yeni araba modelleri, nerede arsanın ucuz olduğu...Çocuklarını nerede okutacağı...

Memurun gündemi vatandaştan çoğu kez daha canlıdır. 

İş yerinde artık imza yoktur kartlı sistem vardır. 

Kartlı sistemler mi? Çoğunlukla denetimi sağlamaktan uzaktır.

Çoğu yerde kartı arkadaşına verip okutan, iş yeri kapısında kartı okutup evine geri dönenleri görmek mümkündür. 

Kimisi iş yapmazken işin yükü başka birilerinin omzuna biner, kimisineyse hiç iş verilmez; onlar da mesai saatlerinde peynir, ceviz ya da fasulye satarak gününü doldurur. Maaşını az bulur ya da maaşı yetmez...

Hatta danışmanlık kadrosunda olup işe gitmeyen, kafesini işleten örnekler bile vardır.

Üstelik aldığı maaşı da az bulur yurdum memuru. Asgari ücretliye göre iyi, emekliye göre yüksek, işin niteliğine göre çoğu zaman fazla olan ücretler, hiyerarşinin bozulmasıyla adaletsizliğe dönüşmüştür.

Eğitimliyle eğitimsiz arasındaki fark kapanmış, liyakat yerini denge siyasetine bırakmıştır. Bu yüzden özellikle eğitimli kesimde yurtdışı tercihleri artmaktadır. Yan yana masalarda çalışanlar ücret dengesizliği nedeniyle çalışma barışını kaybetmiştir.

Devlet sabah arabayla getirir, öğlen yemeğini verir, akşam yine arabayla evine yollar. 

Yine de beğenilmez o iş. İşini sevmemekte,ayakları geri geri gitmektedir.  Artık iş yerinin rahatlığına da alışmıştır.  Hiçbir şey tat vermez olmuştur.

Elbette devletin memur istihdam etmesi işsizliği azaltma çabasının bir sonucudur. Fakat memurların da şunu unutmaması gerekir: Bu düzen içinde onların işi sadece maaş almak değil, vatandaşa hizmet etmektir. Ama bu hep yıllar içinde unutulur.

Çünkü devlet, vatandaşa hizmet etmek için vardır. Memur, görevini yaptığı sürece memurdur.

Kısacası yurdum memuru, hem hayalini kurar hem de gün gelir işine kızar.

Hayatı iş yerinde geçen yurdum memuru, çoğu kez emeklilik hayali kursa da maaşı düşecek korkusuyla 65 yaşına kadar masasından kalkmaz. Ama sürekli her yıl "emekli olacağım" diyerek bütün yılı geçirir. 

Emekli olunca ne yapacağını da bilemediği gibi maaşı da azalınca geçim derdine düşmüş, bir de torun bakmakla görevlrndirilmiştir. 

Bir ömür devlet dairesinin koridorlarında, aynı koltukta, aynı masada tükenir. Bu durum, sadece bir iş alışkanlığı olmaktan çıkmış yaşam biçimi olmuştur.

Çünkü insan, emeklilikte nefes almak yerine, biraz daha fazla maaş için ömrünün son yıllarını da floresan lambaların altında, dosyaların arasında, kronik yorgunlukla harcar.

Bizim memurumuz, bizim hikâyemiz. 


 YAPAY ZEKA MI, SERMAYE Mİ SUÇLU?

KİME KARŞIYIZ, NE İSTİYORUZ? 

Teknoloji işin kârlılığını artırırken, elde edilen ek gelirlerin nasıl dağıtılacağı siyasi bir tercih. Eğer düzenlemeler yoksa veya zayıfsa, kazançlar sermaye sahiplerinde toplanma eğiliminde oluyor. 



Nevin Bilgin

Herkes “yapay zekâ bizi işsizleştirecek” diye korku yayarken, asıl hedefin teknoloji değil; teknolojiyi işçi çıkarma ve sermaye getirisini artırma aracı olarak kullanan sermayedarlar olduğunu görmek gerekiyor

Teknoloji, yapay zeka, robotlar, otomasyon  teoride hem işleri ortadan kaldırabilir hem de yeni işler yaratabilir. Ancak hangi yönde gideceği yalnızca teknolojiye bağlı değil: firmaların yatırım tercihleri, devlet politikaları ve piyasadaki rekabet dinamikleri belirleyici. 

Daron Acemoglu ve Pascual Restrepo’nun çalışmada da belirtildiği gibi  endüstriyel robotların yayılımı ABD’de istihdam ve ücretler üzerinde aşağı yönlü baskı yaparken,  yani teknolojik değişme otomatik olarak iş yaratmıyor, çoğu zaman işçi yerine ikame ediliyor. 

Acemoglu’nun çalışmalarında vurgulandığı gibi otomasyon sıklıkla “üretim maliyetini düşürme” ve “işçiyi ikame etme” amacıyla bir strateji olarak benimseniyor. 

Yani işsizleşme genellikle teknolojinin doğal sonucu değil, kârlılığı maksimize etmeyi tercih eden sermaye sahiplerinin stratejik bir sonucu. Bu bakış, teknolojinin kimin yararına tasarlandığını ve hangi işlevleri yerine getirmesi için teşvik edildiğini sorgulamamızı zorunlu kılıyor. 

Sermaye Getirisi Yükseliyor, Emek Payı Düşüyor

Sermaye birikimi, getiri büyüme çerçevesi, teknoloji ile birlikte sermayenin gelir içindeki payının artabileceğini, bunun da uzun vadede eşitsizliği derinleştirebileceğini gösteriyor.

Teknoloji işin kârlılığını artırırken, elde edilen ek gelirlerin nasıl dağıtılacağı siyasi bir tercih. Eğer düzenlemeler yoksa veya zayıfsa, kazançlar sermaye sahiplerinde toplanma eğiliminde oluyor. 

Uluslararası kuruluşların uyarıları

ILO ve OECD gibi kurumlar, otomasyonun ve yapay zekânın iş dünyasını dönüştüreceği konusunda uyarıyor; aynı zamanda bu dönüşümün etkilerini hafifletmek için eğitim, yeniden beceri kazandırma, sosyal koruma ve adil vergi politikaları gerektiğini belirtiyorlar. Bu da bir kez daha gösteriyor: problem teknoloji değil  teknolojinin toplum içinde nasıl dağıtıldığı ve kimin lehine düzenlendiği. 

Yapay Zeka Kötü Mü? 

Kamu tartışması “yapay zekâ mı kötü?” basitliğine indirgenmemeli. Bu, sorunun kitlesel olarak yanlış hedeflenmesi demek:

Gerçek muhatap, işçi azaltmayı ve sermaye gelirini maksimize etmeyi amaçlayan kurumsal karar ve politika çerçeveleridir.

Bu nedenle talep edilmesi gerekenler: güçlendirilmiş sendikalar, otomasyonun vergi ve düzenlemeye tabi tutulması (ör. otomasyon vergileri veya robot vergileri tartışmaları), kârlılığın paylaşılması için kurallar, evrensel temel gelir ya da iş paylaşımı, ve güçlü eğitim/yeniden beceri programları. Bu yaklaşımlar, teknolojiyi toplum faydasına dönüştürebilir.

Otomasyonun sosyal maliyetini fiyatlandırmak: Otomasyon yatırımlarından elde edilen kazançların bir kısmının iş güvencesine, yeniden eğitim fonlarına veya yerel istihdam projelerine aktarılması. 

Güçlü iş gücü politikaları: Devlet destekli yeniden beceri programları, aktif işgücü piyasası politikaları ve sendikal gücün güçlendirilmesi.

Vergi ve dağıtım politikaları: Sermaye gelirlerine yönelik adil vergi düzenlemeleri ve servet vergileriyle artan gelir eşitsizliğinin azaltılması. 

Teknoloji yönlendirmesi: AR-GE teşviklerinin ve kamu alımlarının insan-makine işbirliğini (complementarity) destekleyecek şekilde yeniden tasarlanması. 


Kaynakça: 

https://shapingwork.mit.edu/wp-content/uploads/2023/10/Robots-and-Jobs-Evidence-from-US-Labor-Markets.p.pdf

https://www.imf.org/external/pubs/ft/fandd/2021/03/COVID-inequality-and-automation-acemoglu.htm

https://www.ilo.org/topics-and-sectors/artificial-intelligence

https://www.oecd.org/en/topics/policy-issues/future-of-work.htm


 SON CARİYELER: İMPARATORLUĞUN ÇÖKÜŞÜNDEN CUMHURİYET’E AKTARILAN HAREM KADINLARI


          fotoğraf: ekşişeyler


Nevin BİLGİN 

Osmanlı sarayında harem, herkes için ilgi çekici alanlardan birisiydi. Katı bir hiyerarşinin olduğu haremde e üstte Valide Sultan, onun altında haseki sultanlar, ardından kadın efendiler, gözde ve ikballer, en altta ise cariyeler yer alıyordu. Haremde görevler ve roller, titiz bir hiyerarşiyle belirlenmişti. 

Cariyeler yalnızca “hizmetçi” değil, eğitimden geçen, müzik, edebiyat ve güzel sanatlarda yetkinleşen, gerektiğinde saray protokolünde görev alan kadınlardı. Osmanlı'nın  çöküşüyle birlikte Vahdettin'in İstanbul'dan gemiyle bazı yakınlarıyla birlikte ayrılması sonucu haremdeki 400 kadar cariye de kendi kaderine terk edilmiş oldu. Ankara'da Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki TBMM'nin başarı kazanmasının ardından saltanatın 1922'de kalkmasıyla birlikte bu 400 cariye de cumhuriyet dönemine aktarılmış oldu. Peki bu cariyelere ne olmuştu? 

1922-1924 cariyelerin sessiz yılları

Osmanlı sisteminde cariyeler genellikle dokuz yıl hizmet ettikten sonra “çırak edilerek” yani azat edilerek özgür bırakılırdı. Bu sistem, onları dışarıdaki hayata hazırlamayı da amaçlıyordu. 

TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın yayımladığı “Osmanlı’da Harem ve Cariyelik” kitabında, beyaz cariyelerin dokuz, siyah cariyelerin yedi yılın sonunda azat edilmesi gerektiğine dair belgeler yer alır. Ancak İmparatorluğun yıkılış yılları bu sürecin düzenli işlemesini engelledi.



1918’de Sultan Mehmed Reşad’ın ölümüyle yerine Vahdettin geçti. Aynı yıl Birinci Dünya Savaşı kaybedildi, İstanbul işgal edildi. Ankara’da Milli Mücadele örgütlenirken, sarayın iç dünyasında da belirsizlik hüküm sürüyordu. Haremde kalan yaklaşık 400 kadın –çoğu 16-25 yaş aralığında genç cariyeler– geleceğin ne getireceğini merak ediyorlardı.

1922’de TBMM’nin gücü artarken saltanat kaldırıldı. Vahdettin ise bir İngiliz zırhlısına binerek İstanbul’dan ayrıldı. Oğlu Ertuğrul ve yakınlarıyla birlikte İngiltere’ye iltica etti. Geride kalan saray mensuplarının ise “düzenli şekilde tahliye edileceği” duyuruldu. Ancak Yıldız Sarayı’nda kalan yüzlerce cariye ve kalfa, bir gecede sistemin çöküşüne tanıklık ediyordu.

Saltanatın kaldırılması ile hilafetin lağvedildiği 1924 arasındaki iki yıl, harem kadınları açısından en belirsiz dönem oldu. Arşiv kayıtlarının sınırlı olması, bu dönemi tarihçiler için sis perdesiyle kaplamaktadır. Bilinenler şunlardır:

·Yaşlı ve hasta olanlar akrabalarının yanına gönderildi.

·Sarayda uzun süre hizmet etmiş kadınlar “emekli” edilerek serbest bırakıldı.

·Genç cariyeler çırak edilip azat edildi; kimileri zengin ailelere ya da üst düzey devlet adamlarına eş yapıldı. Çerkes kökenliler özellikle rağbet görüyordu.

           fotoğraf: ensonhaber

·Bazıları aileleri bulunana kadar han ve otellere yerleştirildi.

·Dış dünyayı bilmeyen, saray dışında hiç yaşamamış 15–16 yaşındaki cariyeler için bir “koruma sistemi” kurulması tartışıldıysa da uygulanamadı.

           fotoğraf: indigo

Akıbeti Bilinmeyen 250 Cariye

Kayıtlara göre son dönemde haremde 400’e yakın kadın yaşıyordu. Bunların yaklaşık 150’sinin akıbeti biliniyor: evlendirilenler, ailelerine dönenler, hatta tekke ve zaviyelere sığınanlar… Ancak 250 kadın hakkında hiçbir kesin kayıt yok.

Tarihçiler arasında çeşitli teoriler vardır:

·Kimilerinin köylerine geri gönderildiği,

·Avrupa kökenli cariyelerin ülkelerine döndüğü,

·Kimilerinin ise kimlik değiştirerek yeni bir hayata başladığı öne sürülüyor.

Bu belirsizlik, cariye kurumunun tarihten silinişinin aynı zamanda bir sessizlik perdesiyle örtüldüğünü de gösteriyor. 

Saraydan ayrılan birçok cariye, müzik, edebiyat ve güzel sanatlarda aldıkları eğitimle topluma entegre oldular. 

TBMM’nin Harem ve Cariyelik kitabında da belirtildiği gibi, saray cariyeleri “iyi eğitimli, güvenilir eş” olarak görülüyor; bu nedenle dönemin üst düzey devlet adamlarının eş seçiminde tercih ediliyordu.

Ancak dışarıya çıkan her cariye için hayat kolay değildi. Sarayın korunaklı dünyasında büyüyen kadınların bir kısmı, dışarıdaki hayata ayak uydurmakta zorlandı; geçim sıkıntısı çekti, kimi de yalnızlık ve yoksullukla mücadele etti.

Haremden çıkan kadınların bir kısmı 1950’lerde hatıralarını yazdı ya da sözlü anlatılarla yaşadıklarını aktardı. Ancak bu anılar parçalı ve kişisel olduğu için, büyük resmi görmek zordur. Yine de bu anlatılar, haremdeki ihtişamın arkasında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sessizce kaybolan bir kadınlar dünyasının varlığını gözler önüne seriyor.

Kaynakça: 

Osmanlı'da Harem ve Cariyelik, TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı 


https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/


https://www.youtube.com/watch?v=XZM1r5nxgIs


https://www.academia.edu/86781736/Osmanl%C4%B1_da_harem_cariyeler


Şimşir, Nahide, Osmanlı'da Saray ve Harem


https://www.scribd.com/document/851180990/14-17-yy-Osmanl%C4%B1-Devlet-Yonetimini-Etkilemi%C5%9F-Baz%C4%B1-Saray-Kad%C4%B1nlar%C4%B1-Sinan-SEVER


https://cdn.istanbul.edu.tr/file/JTA6CLJ8T5/5A026F644973482A9B0207D453B9A985


https://www.hasascibasiahmetozdemir.com/urun/52/Harem-i-Humayun

https://indigodergisi.com/2015/12/aykiri-asklarin-kadinlari-cariyeler-ask-sevgi-tutku-padisah-harem-agasi/

27 Eylül 2025 Cumartesi

 ATATÜRK VE HALİDE EDİB ADIVAR'IN YOL AYRIMI

MANDADAN CUMHURİYET’E FİKİRSEL YOLCULUK



                 fotoğraf: 24.com.tr

NEVİN BİLGİN

Millî Mücadele dönemi, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi kadar farklı siyasi vizyonların da çatıştığı bir süreçtir. 


Bu dönemde Halide Edib Adıvar, kadın hakları savunuculuğu, eğitim ve siyasi etkinlikleriyle öne çıkmıştır. Ancak Amerikan mandası yanlısı tutumu ve bazı girişimleri, onu Mustafa Kemal Atatürk ile zaman zaman ideolojik olarak karşı karşıya getirmiştir. Hatta sonradan aralarındaki dostluk ve gerginlik ilişkisi roman haline bile getirilmiştir. 



Halide Edib’in Eğitim Hayatı ve Amerika’ya Yakınlığı

Halide Edib’in Amerika’ya yakınlığı, çocukluk ve gençlik döneminde şekillenmiştir. İlkokul seviyesinde bir yıl, lise seviyesinde ise iki yıl devam ettiği Üsküdar Amerikan Kız Koleji, onun düşünsel gelişiminde kritik bir rol oynamıştır. Kolejde yaklaşık 170 öğrenciden yalnızca dört Türk kızından biri olan Halide Edib, öğretmenleriyle kısa sürede yakın ilişkiler kurmuş ve Amerikan kültürüne yönelik ilgisini artırmıştır:

“…en fazla öğretmenlerimle dostluk ediyorum. Bir tanesi ile ata biner, Üsküdar`ın eski mahallerinde dolaşıp dururdum”.

Özellikle kolejin idari müdiresi Miss Primn, Halide Edib’i Amerika’dan gelen misyonerlerle tanıştırmış, zaman geçirmesi için özel çaba göstermiştir. Bu deneyimler, onun ilerleyen yıllarda Amerikan mandası yanlısı politikalarını savunmasında etkili olmuştur.



Halide Edib, İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucularından biri olarak, Türkiye’nin Amerikan mandası altına girmesini savunmuştur. 


Bu görüşünü, 10 Ekim 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’ya yazdığı mektupta da dile getirmiş, Amerikan mandasının Türkiye’ye barış ve kalkınma getireceğini, Filipinler örneğini göstererek savunmuştur.


Millî Mücadele’ye Katılımı

Amerikan mandası fikrinden saparak, 1922’de Atatürk’ün davetiyle Ankara’ya gelmiş ve Millî Mücadele’ye katılmıştır. Cephe gerisinde hastane ve cephane taşımada görev almış, kadınların savaşa katılımını teşvik etmiştir. 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra Cumhuriyet Halk Partisi’ne katılarak siyasette aktif rol oynamıştır.





Mandacılık Tartışması

Halide Edib’in Amerikan mandası yanlısı tutumu, Atatürk’ün bağımsızlık ilkesine bağlılığı ile çatışmıştır. İstanbul’daki mandacılık tartışmalarından duyduğu üzüntüyü Atatürk, 14 Ağustos 1919’da 12. ve 20. kolordu kumandanlarına çektiği telgraflarla ifade etmiştir:

“İstanbul'da çeşitli partilerin Amerikan Kuruluna verilmek üzere kabul ettikleri kararlar burada Heyet-i Temsiliyemizce son derece üzüntü ve esef verici bulundu.”

Bu çatışma, Sultanahmet gösterisinde Halide Edib’in ön plana çıkarılması ve Amerikan mandasını savunan konuşmalarında da açıkça görülmüştür. Sovyet elçisi Aralov, Halide Edib’i “tipik bir burjuva toplum kadını” olarak değerlendirirken, Atatürk’ün bağımsızlık ve ulusal egemenlik vurgusu, fikir ayrılıklarını keskinleştirmiştir.



Atatürk ile Gerginlikler

3 Ağustos 1919’da 12. Kolordu Komutanı Selahattin Bey, İstanbul’daki partilerin ABD’nin yardımıyla Doğu Anadolu’daki Ermenilere karşı plan yaptığını Mustafa Kemal Paşa’ya bildirmiştir. 14 Ağustos’ta Ankara’daki 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa, İstanbul’daki aydınların bir büyük devletin yardımına ihtiyaç duyduklarını ve bu devletin ABD olmasına karar verdiklerini aktarmıştır.

Bu belgeler, Halide Edib’in Amerikan mandası yanlısı tutumu ile Atatürk’ün bağımsızlık ilkesinin çatıştığını göstermektedir

Millî Mücadele döneminde Amerikan mandasını savunan en önemli kuruluş, İstanbul’da 14 Ocak 1919’da kurulan Wilson Prensipleri Cemiyeti’dir. Cemiyetin kurucuları arasında Halide Edib Adıvar, Dr. Celalettin Muhtar Özden, Ali Kemal Bey, Hüseyin Avni Bey, Celal Nuri Bey ve Mahmud Sadık Bey gibi isimler bulunmaktadır. Cemiyet, ABD’nin rehberliğiyle Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kalkınmasını sağlamayı amaçlamıştır.




Halide Edib, cemiyetin kuruluşundaki aktif rolünü, “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adlı eserinde geri planda göstererek şöyle anlatır:

“Bütün dünyada kuvvetli bir etki yapan ve yenilmiş milletlere biraz ümit veren Wilson Prensipleri bizde de büyük bir etki yaptı ve İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti, tanınmış yazar ve avukatlar tarafından kuruldu… Gazete temsilcileri Vakit matbaasında toplanarak Paris’te bulunan Wilson’a bir muhtıra göndermeye karar verdiler… Cemiyet 1918 yılı kasım ayında kuruldu. İki ay içinde ortadan kalktı. Çünkü Doğu Anadolu halkı da başından beri bunun aleyhinde idi” 



Bu anlatım, Halide Edib’in kendi rolünü geri planda bırakarak olayları tarafsız göstermeye çalıştığını ortaya koyar.

Uluslararası Perspektif: Sovyet Gözlemcisi Aralov’un Değerlendirmesi

1922-1923 yıllarında Türkiye’de görev yapan Sovyet Rusya’nın Ankara Elçisi Semen Ivanoviç Aralov, Halide Edib’in Amerikan mandası yanlısı tutumunu şu sözlerle aktarmaktadır:

“Halide Edib, Birleşik Amerika’nın, hiçbir art düşünce beslemeden, herhangi bir politik ve ekonomik baskıya başvurmadan Türkiye’ye yardım edebileceğini, bunun için de Türkiye’nin Amerikan mandasını sağlamaya çalışması gerektiğini ileri sürüyordu… Ben, Amerikan emperyalistlerinin Türkiye’yi, en aşağı Avrupalı sömürgeciler kadar esaret altına almaya kabiliyetli olduklarını söyleyerek onunla tartıştım… Halide Edib Hanım, tipik bir burjuva toplum kadını idi. Millî Mücadele hareketi, derebeylikle ve emperyalizmle savaş, onun gücünün dışında idi. Kocasıyla birlikte, İngiliz liberalizminin kanatları altına sığındı” 

Bu değerlendirme, Halide Edib’in görüşlerinin hem iç siyasette hem de uluslararası gözlemciler nezdinde eleştirildiğini ortaya koymaktadır.

Sultanahmet Gösterisi ve Halide Edib’in Ön Plana Çıkışı

İzmir’in işgalinden sonra İstanbul’da düzenlenen ve yaklaşık iki yüz bin kişinin katıldığı Sultanahmet gösterisi, Halide Edib’in halkı etkileme ve Amerikan mandası yanlısı görüşlerini sergilediği önemli bir etkinliktir. Konuşma sırasında kürsünün önüne “Wilson’un Prensipleri” asılmış ve Halide Edib şunları vurgulamıştır:

“Türklerin biri İslam dünyası, diğeri de zalimleri yakasından sürükleyecek hak sahibi büyük millet olmak üzere iki dostu vardır.”

Sadece Halide Edib’in konuşmasının filme çekilmesi, onun öne çıkarıldığını göstermektedir.

Kaynakça: 

https://www.youtube.com/watch?v=1LEnQGGQn0k


https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/55439


https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/600/Halide-Edip-Ad%C4%B1var-(1882-1964)

Serim, Tuna. AŞKTAN DA ÜSTÜN - HALİDE EDİP ADIVAR-MUSTAFA KEMAL ATATÜRK DEVLER AŞIK OLURSA

Çalışlar, İpek. Halide Edip, Biyografine Sığımayan Kadın

https://www.youtube.com/watch?v=NiovrVcT7Cs

https://bianet.org/yazi/suclanan-halide-edib-272637

AKRABALIK YOK, TOPLULUK VAR: NEOLİTİK DÖNEMDE EV İÇİ MEZARLARDAKİ ŞAŞIRTICI BULGULAR

İLK İNSANLAR AKRABALARIYLA YAŞAMIYORDU

NEOLİTİK DÖNEMDEKİ EV İÇİ MEZARLARDA YAPILAN GENETİK İNCELEMELERDEKİ İLGİNÇ SONUÇLAR



NEVİN BİLGİN

Neolitik döneme ait höyüklerdeki evlerin içine ölüler de gömülüyor. İnsanlar ölüleriyle birlikte yaşıyordu. Yapılan genetik incelemede, ev içine gömülenlerin birbiriyleriyle çoğunlukla akraba olmadıkları ortaya çıktı. Bu da aile kavramının o dönemde oluşmadığına önemli bir işaret olarak ortaya çıkarken, gömülen öülelerin ilk mülkiyete geçiş yanında ritüel anlamı taşıyıp taşımadığı üzerinde duruluyor. 

Özellikle Çatalhöyük, Türkiye’nin orta kesiminde, M.Ö. 7100–5950 yılları arasında kesintisiz olarak iskan edilmiş büyük bir Neolitik yerleşimdir. Yoğun yapılaşmış alanı ve yaklaşık 6.000 kişilik nüfusuyla, evlerin zeminleri altına gömü uygulamaları arkeologların dikkatini çekmiştir.



Ev içi gömüler, bireylerin akrabalık ilişkilerine dayanıp dayanmadığı sorusunu gündeme getirmiştir. Bazı araştırmalar gömülerin biyolojik akrabalık temelli olduğunu varsayarken, kapsamlı genetik analizler karmaşık, sosyal ve ritüel olarak düzenlenmiş bir yapı olduğunu göstermiştir.

Genetik Bulgular ve Akrabalık Analizi

2019 yılında yapılan mitokondriyal genom çalışmaları, Çatalhöyük’te evlerin zeminleri altına gömülen bireyler arasında anne hattı bağlantısının bulunmadığını ortaya koymuştur. Devam eden nükleer DNA analizleri, Aşıklı Höyük ve Çatalhöyük’ten 60’tan fazla örneği incelemiş; ancak çevresel koşullar nedeniyle yalnızca 22 örnekten yeterli kalitede DNA elde edilebilmiştir.

Bu veriler, Boncuklu Höyük, Barcın ve Tepecik-Çiftlik gibi Anadolu’daki diğer yerleşimlerle karşılaştırılmış ve bireyler arasındaki akrabalık derecesi tahmin edilmiştir:

·Yaklaşık 10.000 yıl önceki yerleşimler (Boncuklu Höyük ve Aşıklı Höyük) çoğunlukla biyolojik akrabaların yakın gömüldüğünü göstermektedir.



·Ancak Çatalhöyük ve Barcın gibi yaklaşık 8.500 yıllık yerleşimlerde, bir ev içinde birden fazla gömü olan çocuklar arasında biyolojik ilişki nadirdir.

Bu bulgular, Çatalhöyük’teki gömülerin biyolojik aileye dayalı olmadığını net biçimde ortaya koymaktadır.

Toplumsal Organizasyonun Biyolojik Akrabalıktan Bağımsızlığı

Çatalhöyük’te toplumsal düzen, biyolojik bağlardan bağımsız olarak kurulmuştur.

1.Bireylerin Rolleri: Ev halkı, genetik akrabalık yerine topluluk içinde tanımlanmış görevler üstlenmiştir (tarım, üretim, bakım gibi).

2.Ritüel İşlevler: Ölü gömme ve ev içi törenler, evin ve topluluğun korunmasını, bereketini ve sürekliliğini sağlamaya yönelik ritüel uygulamalar olarak işlev görmüştür.

3.Ev ve Topluluk Aidiyeti: Ölüler, biyolojik bağ olmaksızın ev ve topluluk kimliğini temsil etmiş, aidiyet ve toplumsal süreklilik ritüel ve sosyal bağlarla sağlanmıştır.

Prof. Arkadiusz Marciniak, “Toplumsal organizasyon, evlerde yaşayan bireyler ve gruplar arasında sosyal olarak düzenlenmiş bağımlılık ve ilişkiler sistemi üzerine kuruluydu. Biyolojik akrabalık temel alınmamıştı” demiştir.


Kaynakça: 

https://scienceinpoland.pl/en/news/news%2C87472%2Cneolithic-adults-and-children-buried-under-family-homes-were-not-related-says-new


https://books.openedition.org/pup/5043?lang=en&utm_


23 Eylül 2025 Salı

 KİMLİKSİZ MASALAR VE İNSANLAR

AKRABA, EŞ, DOST SOHBETLERİNDEKİ BOŞLUK

TEK GÜNDEM: PARA, EV, ARSA, BOL DEDİKODU, BOL GÜNDELİK SİYASET, SOSYAL MEDYADA GÖRÜLENLER, YAPILAN ALIŞVERİŞ VE GİDİLEN SEYAHATLER

KAPİTALİST MODERNİTENİN ÜRETTİĞİ YENİ İNSAN TÜRÜ



NEVİN BİLGİN

Bir masaya oturuyorsunuz. Çay söylüyorsunuz. Karşınızda biri var. Yüzü canlı, sözleri hızlı… Ama aslında bomboş.

Kapitalist modernitenin ürettiği insan bu: Tek gündemi para, tek ölçüsü kazanç, tek parıltısı sahiplenmekte saklı. 

Konuşmalarına kulak veriyorsunuz: Dedikodular, günlük siyasetin bayat tartışmaları, sosyal medyada gördüğü birkaç cümle, yapılan alışverişler, gidilen seyahatler. Sevgili muhabbetleri, eş çekiştirmeleri. Hepsi bu.

O masada size sunulan bir düşünce yok. Bir kitap, bir bilimsel merak, bir felsefi tartışma, bir ruh derinliği yok. 

Sizin kendinizi ruh halinizi, onun size ruh halini anlatması yok. 

Sadece yüzeysel gündemlerin tekrarı. 

Siz içtikçe çayınızın demi, o insanın boşluğunu daha da belirgin kılıyor.

Karşınızda oturan kişi aslında orada değil. Onun yerinde, modernitenin ürettiği bir gölge var: Sahici olmayan, düşünmeyen, hissiz, tek kimliği tüketim olan bir figür. 

Ve siz, her yudumda şunu fark ediyorsunuz: Masanın karşısında bir insan değil, kapitalist modernitenin bomboş bir kuklası oturuyor.


 DÜĞÜNLER NEOLİTİK ÇAĞDAN KALMA MI?


KYBELE VE HİYEROGAMİK EVLİLİĞİ

NEOLİTİK ÇAĞDA EVLİLİK TÖRENİ

                Fotoğraf. İnformatika

Nevin BİLGİN

Hiyerogamik evlilik (İngilizce: hierogamy ya da sacred marriage), kelime olarak Yunanca hieros (kutsal) ve gamos (evlilik) sözcüklerinden türemiştir. 

Tanrı ile tanrıçanın ya da tanrı ile bir insanın (kral, kraliçe, rahibe) ritüel ya da sembolik evliliğini ifade eder. Bu evlilik, yalnızca bireysel bir birleşme değil, kozmik düzenin, doğurganlığın ve bereketin yeniden üretilmesi anlamına gelir. Çoğu kültürde ritüel, cinsel birleşmenin sembolik ya da gerçek biçimde canlandırılması üzerine kuruludur.



Neolitik Çağ’da Kökenleri

Neolitik çağ, insanlığın tarım devrimini yaşadığı, doğa ile uyumlu bir yerleşik yaşam biçimine geçtiği dönemdir. Bu çağda: Çatalhöyük’teki ana tanrıça heykelcikleri, doğurganlığın ve bereketin merkezde olduğunu gösterir.

Ritüeller, sadece tarımsal üretimi değil, toplumun sürekliliğini ve kozmik dengeyi korumak için de yapılırdı.

Cinsel birleşme, doğanın yaratıcı gücünü simgeleyen bir kutsal eylem olarak görülürdü.

Kybele Kültü ve Hiyerogami

Anadolu’nun “Büyük Ana Tanrıçası” Kybele, Neolitik çağdan itibaren şekillenen bu doğurganlık inancının devamıdır.

Kybele ile sevgilisi Attis’in ölümü ve yeniden doğuşu, tarımın ve doğanın döngüselliğini temsil eder.  Bu mit, Neolitik ana tanrıça inancının hiyerogamik evlilik anlayışıyla birleşerek daha dramatik bir boyut kazanmış halidir. Ritüellerde tanrıça ile tanrının birleşmesi, toprağın verimliliği ve toplumun refahı için yapılırdı.

Cinsel Birleşmenin Ritüel Anlamı

Hiyerogamik evlilik, toplumsal düzeyde şunları ifade ederdi:

Gökyüzü ile yeryüzünün birleşmesi (örneğin tanrı gök, tanrıça toprak olarak düşünülürdü).

Yaşam ile ölümün döngüselliği (Attis’in ölümü ve yeniden doğuşu gibi).

Erkek ve dişi kutupların bütünlüğü, toplumun birliğinin garantisi.

Bu yüzden hiyerogami, yalnızca dini bir ritüel değil, toplumun varlığını sürdürmesinin sembolik garantisi sayılmıştır.

Kaynakça: 

https://www.muzedenal.com/toprak-ve-bereket-tanricasi-kybelenin-ilginc-hikayesi?srsltid=AfmBOoqse0GorgBIqQ-SXK-T8eogTV8FJGHje7VB7eU0Iag86GRKt8Am

https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-13558/kibele/

https://blog.quicksigorta.com/yasam/anadolu-uygarliklarinin-yasayan-evlilik-rituelleri-1800

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2152856?utm

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/3684343?utm_

Ulurasba, Ali, Anne Cumhuriyeti


ERKEK DOĞULUR MU, ERKEK OLUNUR MU?

KÜLTÜREL ERKEKLİK: 

GÜCÜN GÖLGESİNDE ÖNEMSİZLİK MÜCADELESİ

İnşaa Edilen Erkeklik



Nevin Bilgin

Erkeklik, yalnızca biyolojik farklılıkların değil, kültürün dayattığı rollerin ve beklentilerin sonucu. Bu kültürel kurgu, erkeği sürekli bir sınava sokuyor.  Önemsiz olmadığını kanıtlama mücadelesi. Bu mücadelenin en görünür yolu ise “güç”. Güçle özdeşleştirilen erkeklik anlayışı başarı olarak sunuluyor. 



Bilinçaltındaki Önemsizlik Kaygısı

Çocuklukta başlayan kültürel kodlama, erkeğe sürekli “kendini ispat etme” yükü yüklüyor. 

“Erkek adam ağlamaz”, “erkek güçlüdür”, “erkek sözünü geçirir” gibi kalıplar, erkekliğin değerle özdeşleşmesini sağlıyor. 

Böylece erkek, bilinçaltında sürekli şu soruyla yaşar: “Önemsiz miyim, yoksa güçlü olduğum sürece mi değerliyim?”

Hegemonik Erkeklik

Toplumsal cinsiyet teorisyeni Raewyn Connell, bu durumu hegemonik erkeklik kavramıyla açıklıyor.. Hegemonik erkeklik, toplumda en çok onay gören ve en meşru kabul edilen erkeklik biçimi. 

Sertlik, kontrol, otorite, cinsel başarı ve ekonomik güç. Ancak bu model, çoğu erkeğin erişemeyeceği kadar yüksek. Erkeklerin büyük çoğunluğu bu ideali yakalayamazken, yine de boyun eğmek durumunda kalıyor. Bu durum erkeği sürekli bir güç yarışına, kıyasa ve üstünlük mücadelesine sokuyor. 

Şiddetin Meşrulaştırılması

Hegemonik erkeklik ideali çoğu zaman ulaşılamaz olduğundan, başarısızlık kaçınılmaz hale geliyor.  İşsizlik, ekonomik sıkıntılar, sosyal dışlanma ya da cinsel reddedilme erkeğin “erkekliğini kaybettiği” duygusunu besliyor.

Bu noktada şiddet, bir tür “onarıcı mekanizma” olarak devreye giriyor. Şiddet, erkeğe hem önemsiz olmadığını hissettirirken,  hegemonik erkeklik modeline geçici bir uyum sağlamasına yol açıyor. 

Erkeklik aslında bir kurgu; değiştirilebilir.

Kaynakça: 

Connel, R. Erkeklikler. 

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/2360568

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/568063

https://pmc.ncbi.nlm.nih.gov/articles/PMC7599123/


22 Eylül 2025 Pazartesi

 TRUMP’IN AFGANİSTAN MESAJI VE LİTYUM

LİTYUM SAVAŞLARI: AFGANİSTAN ÜZERİNDE YENİ KÜRESEL HESAPLAŞMA



NEVİN BİLGİN 

ABD Başkanı Donald Trump'un, Afganistan’a yönelik son mesajları, bölgedeki jeopolitik rekabetin özellikle Çin, Rusya ve İran ile Orta Asya Türk cumhuriyetleri arasındaki etkileşimlerin yeni bir yoğunlaşmasına işaret ediyor. Ülkenin zengin ancak büyük ölçüde işletilmemiş maden rezervleri (özellikle lityum) hem dış aktörlerin ilgisini artırıyor hem de yatırım/ulaştırma kararlarını şekillendiriyor. Ayrıca Afgainstan'da son dönemde yapılan yatırımlar ve oluşturulacak ulaşım ağının Çin'in ticaret yolları üzerinde önemli bir etki oluşturması bekleniyor. 

Trump’ın son açıklamaları: Bagram talebi ve uyarılar

Eylül 2025’te eski ABD Başkanı Donald Trump, Afganistan’daki eski Amerikan üssü Bagram ile ilgili olarak Taliban’a “geri verilmezse kötü şeyler olabileceği” yönünde sert ifadeler kullandı. Bu açıklama uluslararası medya tarafından geniş yer gördü ve ABD-Taliban dolaylı müzakerelerine atıfla değerlendirildi. Bu söylem, Afganistan’ın dış politik bir araç olarak askeri alanlarının ve stratejik noktalarının hâlâ küresel aktörlerin gündeminde olduğunu gösteriyor. 

             fotoğraf:gzt

Afganistan hâlâ askeri, siyasi ve ekonomik çıkarların kesiştiği bir alan. Bagram gibi üsler sembolik olduğu kadar stratejik öneme de sahip; bu yüzden tek taraflı söylemler bölgesel aktörlerde alarm yaratıyor. 

Çin, ticaret yolları ve  lityum 

Çin, Afganistan’ın çok konuşulan lityum ve diğer kritik mineralleri yüzünden uzun süredir potansiyel büyük oyuncu olarak görülüyor. 

Pekin’in temel motivasyonu küresel pil tedarik zincirlerinde güvence sağlamak ve BRI (Kuşak ve Yol) ile bölgesel ulaşımı güçlendirmek. Ancak pratikte Çin’in geniş çaplı taahhütleri —özellikle 2024–2025 döneminde duyurulan bazı büyük rakamlı yatırım vaatleri— büyük ölçüde resmi sözleşmelere dönüşmedi veya Taliban ile anlaşmazlıklar çıktı; örneğin Amu Darya petrol/enerji anlaşmalarına ilişkin sorunlar, Çin tarafıyla sürdürülen bazı projelerin iptal/yeniden müzakere süreçlerine yol açtı. Bu durum, Çin’in Afganistan’a yöneliminin hem fırsat hem de risk taşıdığını gösteriyor. 

Çinli şirketlerin lityum (ve enerji) vaatleri yüksek, fakat yatırım pratikleri; güvenlik, sözleşme uyumu ve finansal şeffaflık sorunları nedeniyle sık sık sekteye uğruyor. 

Rusya: tanıma, güvenlik çıkarları ve diplomasi

2025’in ortalarından itibaren Rusya, Taliban yönetimini tanıma veya tanımaya doğru adımlar atma eğilimleri gösterdi; Moskova’nın amacı hem Orta Asya sınır güvenliğini sağlamak hem de Afganistan üzerinden etki alanını korumak. 

Rusya, güvenlik ve istihbarat işbirliği, sınır güvenliği ve enerji/ekonomik bağlantılar aracılığıyla Afganistan’da nüfuz sağlamaya çalışıyor. Rus yaklaşımı daha çok siyasi/diplomatik meşruiyet ve güvenlik odaklıdır. 

İran ve sınır ticareti

İran ile Afganistan arasındaki ticaret ilişkileri son yıllarda (özellikle 2024–2025) büyüyor; Karşılıklı ticaret hacmi milyarlar düzeyine çıkarken, sınır ticareti ve enerji (yakıt, boru hattı/lojistik) işbirlikleri devrede. Tahran, Afganistan’daki Şii topluluklar, göçmen akışları ve sınır güvenliği üzerinden hem ekonomik hem de güvenlik çıkarlarına odaklanıyor. İran’ın bölgedeki etkisi daha çok sınır ticareti, kültürel/etnik bağlar ve ekonomik pratiklerle belirginleşiyor. 

Orta Asya aktörleri

Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kazakistan gibi Türk/Orta Asya cumhuriyetleri ise Afganistan’la ilişkiyi daha pragmatik ve bölgesel istikrar-sağlama ekseninde kuruyor. Bu devletler, sınır güvenliği, ticaret koridorları ve maden/alt yapı işbirliği potansiyeli açısından Afganistan’ı komşu bir ortak olarak görüyor; bazı analizler, bölgesel işbirliğinin Çin veya Rusya’ya kıyasla daha istikrarlı bir yol olabileceğini öne sürüyor. 

Son dönemde yapılan yatırımlar 

Çin odaklı teklifler: Lityum ve enerji sektöründe yüksek rakamlı teklif ve niyet beyanları medyaya düştü; fakat pek çoğu ya imzaya dönüşmedi ya da sonradan yeniden müzakereye konu oldu. (Stimson, Brookings, Wilson Center analizleri). 

Enerji anlaşmaları: 2025’te Amu Darya petrol anlaşmalarına ilişkin iptaller/yeniden düzenlemeler görüldü; bu, yatırımcı güveninin kırılgan olduğunu gösteriyor. Taliban yönetiminin sözleşme uygulamasına dair eleştiriler ve şirketlerin taahhütleri yerine getirmemesi süreçleri sekteye uğrattı. 

Bölgesel yatırımlar: İran ile sınır ticareti, Orta Asya ülkeleriyle altyapı-ulaştırma projeleri ve sınırlı kapasitede madencilik yatırımları daha uygulanabilir adımlar olarak göze çarpıyor. 

Lityum Rezervleri

Afganistan uzun zamandır devasa lityum rezervlerine sahip olmakla anılıyor; Pentagon’un geçmişteki raporları ve çeşitli akademik/jeolojik çalışmalarda ülkenin “lityum potansiyeli” sıkça vurgulandı. Ancak: bu rezervlerin fiilen çıkarılması, işlenmesi ve küresel pazara sokulması çok farklı bir zorluk (güvenlik, altyapı, finansman, teknik kapasite ve hukuki belirsizlikler). 

Potansiyel büyük alıcılar: Çin (en büyük pil üreticisi), Güney Kore/Japonya (pil ve otomotiv üreticileri) ve Batılı şirketler —ancak Batılı firmaların Taliban yönetimiyle iş yapma konusundaki hukuki/etik/ambargo engelleri var. Bu nedenle Çin, bölgesel komşular (Pakistan, Orta Asya) ve dolaylı ticaret rotaları daha olası alıcı/taşıma yolları olarak duruyor. 

Mümkün ticaret güzergâhları (varsayımsal ama analistçe tartışılan seçenekler):

1.Güney rotası via Pakistan (Gwadar/Karachi) — altyapı yatırımının tamamlanması halinde kara ve liman rota kombinasyonu ile Çin’e veya küresel pazara sevk. (CPEC/PK-CH koridoru perspektifi). 

2.Kuzey rotası via Orta Asya — Kazakistan/Özbekistan/Türkmenistan üzerinden denizaşırı bağlantılar; bölgesel işbirliği ile özellikle katı altyapı yatırımıyla mümkün. 

3.Doğu rotası (Wakhan/Çin sınırı) — coğrafi zorluklar nedeniyle maliyetli ama doğrudan Çin bağlantısı teorik olarak düşünülebilir. 

Risk ve pazarlama gerçeği: Lityum ticareti sadece çıkarma meselesi değil; işleme (konsantre/kimyasal işleme), şeffaflık, finans, yatırımcının hukuki güvenliği ve uluslararası itibar da gerekiyor. Dolayısıyla, bugün duyulan “trilyon dolarlık rezerv” türü manşetlerin gerçek ekonomiyle çakışması için yıllar ve risk almaya istekli büyük yatırımcılar şart. 

Afganistan, jeopolitik ve ekonomik açıdan yeniden sahne alıyor; lityum ve enerji kaynakları bunu hızlandırıyor. Ancak kaynakların ekonomiye dönüşmesi güvenlik, şeffaflık ve yatırım garantileri olmadan zor görünüyor. 

Çin kısa vadede en olası büyük ortak; fakat Çin menfaatleri de sözleşme güvenliği ve yatırım geri dönüşü beklentisiyle sınırlı. Rusya daha çok güvenlik/stratejik meşruiyet peşinde; İran bölgesel ticaret/enerji ekseninde hareket ediyor; Orta Asya cumhuriyetleri ise pratik altyapı ve ticaret ortaklığı potansiyeli sunuyor. 

Uluslararası aktörlerin açıklamaları (ör. Trump’ın Bagram iddiası) bölge gerilimini artırma potansiyeli taşıyor; yatırımcı güveni için siyasi istikrar ve şeffaf düzenlemeler kritik.

Kaynakça: 

https://www.reuters.com/world/asia-pacific/trump-says-bad-things-will-happen-if-afghanistan-does-not-return-bagram-air-base-

https://www.aljazeera.com/news/2025/9/21/trump-warns-afghanistan-of-bad-things-if-it-does-not-return-bagram-base

https://www.brookings.edu/articles/chinese-investment-in-afghanistans-lithium-sector-a-long-shot-in-the-short-term

https://www.wilsoncenter.org/blog-post/mining-influence-chinas-mineral-ambitions-taliban-led-afghanistan?utm

https://tolonews.com/business-195787?utm

https://thediplomat.com/2024/08/afghanistans-lithium-sovereignty-vs-foreign-exploitation


BURJUVADAN SOSYALİST OLUR MU? 

MARX VE ENGELS'İN BURJUVA SOSYALİSTLERİNE BAKIŞI

"DÜZENİN SOL KANADI"


BURJUVA SOSYALİZMİ VE HAYIRSEVERLİKLERİNİN ANLAMI


İNŞAAT ŞİRKETLERİNİN FİLORMONİ ORKESTRALARI, NÜKLEER TESİSLERİN BURS DAĞITMASI, YARDIM KURULUŞLARI VE VAKIFLAR

            Fotoğraf: Söylenti

NEVİN BİLGİN 

Sosyalizm ve komünizm tartışmalarında burjuva sınıfı, yalnızca karşıt bir güç değil, aynı zamanda tarihsel ilerlemenin zorunlu bir aşaması olarak değerlendirilmekte.

Feodalitenin çözülüşüyle birlikte yükselen burjuvazi, kapitalist düzenin ekonomik, siyasal ve kültürel temellerini inşa etmiştir. Üretim güçlerini görülmemiş ölçüde geliştirmiş,  dünyayı pazarlar ağıyla birbirine bağlamıştır. Fakat aynı zamanda, işçi sınıfını sömürünün en çıplak biçimiyle karşı karşıya bırakmıştır. 

Burjuva Sosyalizmi ve Filantropizmin Maskesi

Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da özellikle dikkat çektiği bir kavram bulunmakta;  burjuva sosyalizmi. 

Bu, kapitalist düzeni eleştiriyor gibi görünen, fakat özünde onun devamını sağlayan bir anlayış. Burjuva sosyalistleri, toplumdaki eşitsizlikleri, sefalet ve işçi sorunlarını kabul ederken,  çözüm olarak kapitalizmi aşmayı değil, onu onarmayı önermektedir. 

Bu noktada filantropizm yani “hayırseverlik” devreye girer. Filantropizm, burjuvazinin en sık başvurduğu ideolojik araç. Fakirlere yardım kampanyaları, işçilere burslar, açılan hastaneler, kurulan vakıflar… Bunların her biri görünüşte iyilik taşıyor, ancak özünde sermaye düzenini meşrulaştırıyor. Çünkü yoksulluğun kaynağı olan sömürü düzeni değişmeden kalıyor, sadece yaraları pansuman edebiliyor.

Marx’ın deyimiyle bu tür girişimler, “yoksulluğu tedavi eder, ama ortadan kaldırmaz; sefaletin varlığını azaltmaz, aksine sürdürülmesini sağlar.”

Filantropizm, burjuvazinin kendini “toplumun vicdanı” olarak sunma biçimi. "Yoksullara verilen bir parça ekmek, fabrikalarda alınan artı-değerin üzerini örtmektedir" eleştirisi yapılmaktadır. Böylece sermaye, hem maddi gücünü hem de ahlaki üstünlük görüntüsünü korumaktadır. 

Bu noktada en temel soru ortaya çıkar: Burjuvadan sosyalist olur mu? Marx ve Engels’in yanıtı açık: 

Burjuva kökenli bireyler, kendi sınıf çıkarlarına karşı bilinçli bir tercih yaparak işçi sınıfının safına geçebilirler. Tarihte bunun örnekleri vardır. Ancak bu, tek tek bireylerin tutumunu aşar. Bir bütün olarak burjuva sınıfı, kendi varlığını inkâr edecek bir ideolojiyi kalıcı biçimde benimseyemez.



Bu nedenle “burjuva sosyalizmi” denen şey, devrimci bir program değil, düzenin sol kanadı olarak işlev görür. 

Sermaye düzenini yıkmak yerine onu ayakta tutmaya çalışır. Marx ve Engels’in eleştirisi de tam buradadır: Burjuva sosyalizmi, sermayenin yardımsever yüzüdür ama asla işçi sınıfının gerçek kurtuluşu değildir.

Komünizmde Burjuvazinin Tarihsel Rolü

Komünist teori, burjuvaziyi ebedi bir düşman değil, tarihsel bir zorunluluk olarak görmektedir. Kapitalizm olmadan proletarya sınıfı doğmaz, modern üretici güçler gelişmez. Ancak aynı süreç, burjuvazinin kendi mezar kazıcısını da yaratmaktadır;  işçi sınıfı. 

Kapitalizm büyüdükçe, eşitsizlikler derinleştikçe, proletaryanın devrimci potansiyeli artmaktadır. 

Düzenin Sigortası mı?

Sosyalizm ve komünizm perspektifinde burjuva, çelişkili bir figür olarak görülmektedir.  Bir yandan tarihsel ilerlemeyi sağlamış; öte yandan kendi varlığını sürdürmek için işçi sınıfını sömürmüş ve “yardımseverlik” gibi araçlarla sistemi yeniden üretmiştir. 

Bugün hâlâ burjuva sosyalizminin farklı görünümlerini görmek mümkündür: şirketlerin “sosyal sorumluluk projeleri”, milyarderlerin vakıfları, bağış kampanyaları… Hepsi aynı sorunun farklı versiyonları olarak görülmekte ve "sermaye, toplumu değiştirmeden kendini aklamaya çalışıyor" eleştirisi yapılmaktadır. 

Komünizmin hedefi, bu döngüyü kırmaktır. Yoksulluğu ortadan kaldırmanın yolu, burjuvazinin filantropik iyiliklerinden değil, sınıfların tamamen ortadan kalkmasından geçmektedir. 


Kaynakça. 

https://tr.internationalism.org/duenyadevrimi/201207/400/burjuva-solu-nedir-1

https://gelenek.org/burjuva-aydinlanmaciliginin-tukenisi-ve-sosyalist-aydinlanmacilik/

https://bianet.org/yazi/sosyalist-ulkelerde-burjuvazi-nasil-dogdu-ve-zenginlesti-117249

https://marksist.net/elif-cagli/kucuk-burjuvanin-anatomisi

Marx, Engelgs. Komünist Manifesto

Marx, Karl. Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar

https://www.soylentidergi.com/burjuva-duzeninin-temelleri/

21 Eylül 2025 Pazar

                      BALIKLAR VE İŞÇİLER






Berrak bir denizde yem arayan balıklar, sürekli bir çaba içinde süzülüyor; tıpkı işçilerin günlük telaşı gibi. 

Balıklar neyi aradıklarını tam olarak bilmeden hareket eder, işçiler de çoğu zaman anlamını sorgulamadan yaşamlarını sürdürür. Su ne kadar sakin görünse de altındaki hareketlilik durmaz; tıpkı şehirlerin ve fabrikaların sessiz ama sürekli akan enerjisi gibi. 

Balıkların açlığı ile işçilerin emeği, farklı dünyalarda olsa da aynı ritmi taşır: biri yaşamını sürdürmek için suyun içinde çabalarken, diğeri dünyayı taşıyan yükün altına girer. 

Her ikisi de kendi varoluşunun küçük yansımasını arar, kendi berraklıklarında kaybolur.

KOLLEKTİF APTALLARDAN BİRİ MİYİZ?



Nevin BİLGİN 

Düşünmek giderek nadirleşen bir eyleme dönüşüyor.

Sosyal medya akışları, haber bombardımanı ve sürekli dikkat dağıtan bildirimler beynimizi şekillendiriyor; sorgulamayı bırakıyor, hazır kalıplara teslim oluyoruz. 

İşte modern çağın sessiz tehlikesi: kolektif aptallık. Sorgulamayı bıraktığımız anda, gerçeği görme yetimizi kaybediyoruz – ve farkına bile varmıyoruz.

Ünlü düşünürler bu uyarıyı yıllar önce yapmıştı. Carl Jung, insan zihninin derin kalıplarını fark etmişti; Noam Chomsky, toplumsal manipülasyonu gözler önüne sermişti. Düşünmek, sadece bir entelektüel beceri değil, bir özgürlük eylemi ve ruhsal bir sorumluluktur.

Carl Jung, bireysel bilinçdışının ötesinde, tüm insanları ortak bir bilinçdışı yapısının paylaştığını öne sürdü: kolektif bilinçdışı. Bu kavram, insanlığın tarihsel ve kültürel birikimlerinin, mitlerin, sembollerin ve arketiplerin ortak bir havuzda toplandığını ifade eder. 


Jung'a göre, bu kolektif bilinçdışı, bireylerin düşüncelerini, davranışlarını ve toplumları şekillendiren derin bir etkendir.Ama toplum bizi düşünmekten alıkoyuyor. 

Eğitim sistemleri ezberci, dijital medya manipülatif, gündelik yaşam ise dikkatimizi dağıtıyor. Kendi aklımızla sorgulamak yerine, çoğunluğun görüşlerini tekrar ediyoruz. Oysa sorgulamak, şüphe etmek ve kendi gerçeğimizi aramak, bir eylem kadar bir direniştir.

Şimdi durup kendinize sorun: Son defa ne zaman gerçekten kendi aklınızla düşündünüz? Fikirlerinizi sorguladınız mı, yoksa başkalarının doğrularına teslim mi oldunuz?

Belki de zaman, sessiz bir devrime ihtiyacımız olduğunu gösteriyor. Bu devrim gürültüyle değil, farkındalıkla başlar. Kendi zihninizi özgür bırakın. Sorun, şüphe edin, sorgulayın. Ve unutmayın: düşünmek, artık bir ayrıcalık değil, bir gereklilik.

Çünkü kolektif aptallardan biri olmayı seçmek kolaydır; ama gerçek özgürlük, kendi zihninizle düşünmeyi göze almaktır.

https://en.wikipedia.org/wiki/Collective_unconscious

https://en.wikipedia.org/wiki/The_Collected_Works_of_C._G._Jung


19 Eylül 2025 Cuma

 TÜRKİYE’DE HIZLI TREN YOLCULUĞU

OTOBÜSTEN İYİ, UÇAKTAN PRATİK, FİYATLARI ARTSA DA DİĞERLERİNE GÖRE DAHA UYGUN

HIZLI TRENİN GİZLİ SORUNLARI: HER İLE OLMAMASI, KAFE, REKLAM VE TUVALET KOKUSU


Nevin BİLGİN

Hızlı tren yolculuğu, kara ve hava taşımacılığı arasında insanı rahatlatan bambaşka bir deneyim sunuyor. Ferah yapısı, büyük camları, geniş koltukları ve dilediğiniz an koridorlarda yürüyebilme imkânı, yolculuğun ruhunu hafifletiyor. 

           Tren kafedeki fiyatlar

Otobüs yolculuklarının dar ve yorucu havasını düşündüğünüzde trenin konforu kendiliğinden öne çıkıyor. Uçakla kıyaslandığında ise rötar derdi, güvenlik kontrolü, bagaj teslimi ve check-in gibi yoran detaylardan kurtulduğunuz için daha pratik bir seçenek oluyor.

Tuvalet ücretsiz

Ayrıca trende tuvaletler de ücretsiz. Tren istasyon ve garlarda da bu hizmet ücretsiz veriliyor. Otobüs terminalleri ile  tüm otobüslerin mola verdiği yerlerde sizi kişi başı 20 lira vermeye mahkum ettiği tuvaletleri hatırlayınca "oh" diyorsunuz. 



Kısa süreli Konya, Eskişehir gibi rotalarda yolculuk hızlı trenle adeta göz açıp kapayıncaya kadar bitiyor. Ancak bu hızın gölgesinde, bazı küçük eksiklikler de insanın gözüne çarpıyor. 

             vagona reklam giydirildiği için dışarısı görünmüyor

Kafe 15 Dakika Geç Açılıyor

Yolculuğun başında açılması beklenen kafenin 15 dakika geç açılması ya da yalnızca iki masadan oluşan sınırlı oturma alanı, yolcuyu biraz zorluyor. 

Menüde sadece sandviç ve içecek çeşitlerinin bulunması da seçenekleri daraltıyor. Yine de fiyatların makul olduğunu söylemek mümkün.


 
Ankara Tren Garı

VAGONLARA GİYDİRİLEN REKLAMLAR PENCEREDEKİ GÖRÜNTÜYÜ ENGELLİYOR

Trende kimi zaman vagon dışına yapılan reklam giydirmeleri yüzünden pencereden manzarayı görememek, yolculuğun en büyük handikaplarından biri. Oysa geniş camlardan dışarıya bakıp yolun ruhunu yakalamak tren yolculuğunun en güzel yanıdır. Bu eksiklik giderildiğinde deneyim bambaşka bir boyuta taşınabilir.

                    Trendeki çöp kovaları

Koltukların önünde çöp kutularının bulunması ise küçük ama çok değerli bir ayrıntı. Ancak aynı özeni tuvaletler için söylemek zor. Yolculuğun başında tuvaletler temiz olsa da kısa sürede ağır bir koku yayılması, trenin en önemli eksiği olarak öne çıkıyor.

ŞEKERLİ REKLAMLAR

Trende yolculuk ederken bir başka dikkat çekici unsur da ekranlardan sürekli yayınlanan reklamlar. Çoğunlukla şekerli ürünler ve yemek tarifleri gösteriliyor. 

Oysa koltuk arkası ekranlar veya çeşitlendirilmiş içerikler yolcunun deneyimini çok daha keyifli hâle getirebilirdi. Ya da bir şeyler okumak isteyenler için kafedeki küçük bir bölüme kitap, dergi vb bölüm eklenebilir miydi acaba? 


                Giydirilmemiş trenden dışarının manzarası

Tüm bu artılar ve eksiler arasında hızlı tren, Türkiye’nin şehirlerarası yolculuk kültürüne farklı bir soluk getiriyor. 

Kazaların gölgesi insanın aklında belirse de karayollarının ve otobüslerin riskini düşündüğünüzde bu kaygılar bir nebze siliniyor. 

Sonuçta, tren yolculuğu hem konfor hem de hız açısından çağdaş yaşamın en güzel imkânlarından biri hâline geliyor.