29 Ekim 2025 Çarşamba

                 İS KOKULU İNSANLAR



Otobüslerde, dolmuşlarda ya da hastane önlerinde, bankalarda, okulda, iş yerinde aynı manzara görülür.

Bir genç kızın, daha lise öğrencisi toy bir delikanlının saçlarına sinmiş tütün kokusu, parfümle bastırılmaya çalışılmıştır ama nafiledir, koku her zaman galip gelir. 

Tütün gizlenmeyi sevmez, kendini belli eder.

Dolmuş şoförlerinin parmakları sarıdır. Direksiyonun üzerinde yılların dumanı birikmiştir. Cam yarım açıktır, duman dışarı çıkar gibi yapar ama geri döner, yolcuların saçlarına, kıyafetlerine siner.



Hastane acillerinin önü, tütünün nöbet yeridir. Sağlık çalışanları, hasta yakınları, güvenlik görevlileri... 

Hepsi bir sigarayı söndürmeden diğerini yakar. Yerde izmaritler, sönmemiş umutlar gibi dağılmıştır. Duman, “yasak” levhalarının üzerinde dolaşır, kimseyi dinlemez.

Yan dairede üç küçük çocuk vardır.

Evin içinde sigara içilir aspiratör sonuna kadar çalıştırılmıştır.

Ama kokunun gideceği yön bellidir, yan duvardan, havalandırmadan, kapı aralığından geçerek size ulaşır.


Tütün, duvar dinlemez. Evdeki sessizliğe siner, oyuncakların üstüne çöker, çocukların nefesine karışır.

Elektronik sigara modası da yayılmıştır. Dumanı daha beyaz, cihazı daha parlaktır ama sonuç aynıdır. 

Tütün, biçim değiştirir ama niyetini değiştirmez.

Öğretmenler teneffüste, doktorlar nöbet arasında, mühendisler molada...

Tütün, her meslek grubunda kendine yer bulur. 

Tütün kokusu, bir çağın sessiz tanığı.

Parfümler, nane şekerleri, elektronik cihazlar onu susturamaz.


 Günümüz İnsanı Hislerini Kaybetti mi?




Eskiden bir filmde ağlayan insanlar vardı.

Bir sahnede gözleri dolar, içleri sızlardı. 

Şimdi aynı sahnede biri ağlasa, yanındaki hemen telefonuna sarılıyor: Story atayım.

Artık hissetmek yerine gösteriyoruz.

Öfke, korku ve haz kaldı belki sadece.

Birine sinirlenmek kolay, bir şeyden korkmak da.

Ama bir çiçeğe bakıp sevinmek, bir şarkıyı dinleyip içtence duygulanmak, kalpten sevmek... bunlar sanki eskisi kadar güçlü değil.

Hızlı yaşıyoruz.

Her şey hemen olsun istiyoruz.

Yavaşlamaya, durup hissetmeye zaman yok.

Bir kahve içmek bile artık kahve molası paylaşımı.

Oysa eskiden bir kahve, iki kelime, bir bakış, bir sessizlikti.

Günümüz insanı hislerini kaybetmedi aslında.

Sadece hissetmeyi unuttu.

O duygular hâlâ bir yerlerde duruyor ama ekranların, bildirimlerin, koşuşturmaların altında kaldılar.

Belki de tek yapmamız gereken şey, biraz yavaşlamak.

 VİJİLANTİLİZM'İN YÜKSELİŞİ

VİJİLANTİLİZM VE MİLLİYETÇİLİK İLİŞKİSİ

Vigilantizm, resmi adalet ve güvenlik mekanizmalarının dışında gelişen, toplumsal normlara, ideolojilere ya da kimliklere dayanarak şiddet içerikli eylemler yürütme. Milliyetçilik ise bazı unsurlarıyla buna zemin hazırlayabilmekte. 



NEVİN BİLGİN

Neoliberalizmin zirvesiyle birlikte dünyada yükselen bir trend var Vijilantalizm. 

Peki nedir vijilantalizm; hukukun sınırlarını aşan, “topluluğu koruma” iddiası taşıyan ama resmi kolluk ve yargı yolları dışında geliştirilen şiddet ve baskı biçimleri. 

Birçok ülkede de yükseliyor. Milliyetçiliğin de biz ve öteki kategorileriyle etkin olduğu bir yapı da vijilantalizm için zemin oluşturmaktadır. 

Vijilanti kimdir?

Vijilanti, resmi yaptırım gücü olmayan ama kendisini “adaleti yerine getiren”, “toplumu koruyan” bir aktör olarak gören birey ya da grup olarak tanımlanabilir. Örneğin, resmi kolluğun yetersiz ya da meşru bulunmadığı algısının yaygın olduğu durumlarda, bireyler veya gruplar gönüllü şekilde devreye girmektedir. Yani resmi yetkisi olmasa da bir şiddet uygulama hakkı bularak düzen sağlama amacında olduğunu öne sürmektedir. 

Milliyetçilik bağlamında ise bu daha çok biz kimliği üzerinden hareket ederek, ötekilere karşı koruma refleksi geliştiren aktörleri yaratmaktadır. 

Vijilantizm nasıl bir eylemdir?

Vijilantizm, hukuki sistemin (polis, yargı vb.) dışında, toplumsal normlara, ideolojilere ya da kimliklere dayanarak yürütülen baskı, şiddet ya da gözetim eylemlerini kapsamaktadır. Bu eylemler şu yöntemleri içerebilmektedir. 

Fiziksel şiddet: linç, zorla dışlama, tehdit.

Gözetim ve kontrol: toplumsal normlara uymayanlara karşı baskı, sosyal dışlama.

Dijital mekanizmalar: sosyal medya üzerinden suçlu ilan etme, toplumsal linç kampanyaları. 

Kimlik temelli ayrımcılık ve dışlayıcı eylemler: etnik, dini ya da göçmen kökenli gruplara yönelik hatalı biz-öteki kodlamaları kapsamında. 

Bu şekilde, vigilanti eylemi hem normatif hem de şiddet içerikli olabilir, amacı genellikle statükoyu korumak, belirli bir kimliği ya da normu savunmaktır.

 dijital vijitalizm

Vijilantizmin farklı türleri nelerdir?

Vigilantizmi sınıflandırmak mümkündür. Aşağıda bazı türler ve kriterler sunulmuştur:

Örgütlü vs. bireysel: Örgütlü vigilantizm: Belirli bir ideoloji ya da kimlik etrafında şekillenen gruplar. 

Bireysel vigilantizm, tekil kişilerin ya da küçük grupların resmi dışı yaptırım üstlenmesi.

Fiziksel vs. dijital

Fiziksel vigilantizm: Sokak baskısı, linç, tehdit, göçmenlere ya da azınlıklara yönelik şiddet.

Dijital vigilantizm: Sosyal medya linç kampanyaları, kimlik temelli “öteki” ilan etme, çevrim içi takip/gözetim. 

Kimlik temelli vs. hukuki boşluk temelli

Kimlik temelli vigilantizm: Milliyetçilik, ırk, etnik kimlik gibi “biz–öteki” ekseninde şekillenir. Örneğin göçmen karşıtı vigilante saldırılar.

Hukuki boşluk temelli vigilantizm: Devletin güvenlik ya da adalet mekanizmalarının zayıf olduğu durumlarda ortaya çıkar. 

Meşru algılanan vs. gayri-meşru

Topluluk içinde bir dereceye kadar meşru görülen vigilantizm: Örneğin “suçla mücadele” söylemiyle desteklenen vigilant gruplar.

Tamamen gayri-meşru ve şiddet içerikli vigilantizm: Hukuk düzeninin açıkça dışına çıkan ve toplumsal meşruiyeti zayıf eylemler.


Vijilantizm ne zaman/hangi durumlarda gerçekleşir?

Vigilantizmin ortaya çıkma koşulları arasında şunlar sayılabilir; 

Devletin güvenlik veya adalet sağlamada yeterli bulunmaması. Örneğin sosyo-politik krizlerde ya da savaş sonrası dönemde. 

 Etnik, dini ya da ulusal kimlik farklılıklarının belirgin olduğu toplumlarda vigilantizma daha yaygın olabilir. Örneğin göçmenlerin ya da etnik azınlıkların toplumu tehdit eden öteki  olarak kodlandığı durumlar.

 Ulus kimliğinin vurgulandığı, iç düşman ve dış düşman ayrımının keskinleştiği politik atmosferlerde vigilantizm meşruiyet kazanabilir.

Dijital medya ve sosyal medya üzerinden vigilantizm eylemleri yaygınlaşmıştır; çevrim içi linç, toplumsal baskı mekanizmaları güçlenmiştir.

Yerel düzeyde toplulukların kendi güvenliğini ya da hassasiyetlerini korumak üzere  örgütlenmesi, resmi güçten bağımsız olarak gerçekleşen vigilantizme zemin hazırlayabilir.


Milliyetçilik ile Vigilantizm Arasındaki İlişki

Milliyetçilik ve vigilantizm arasındaki ilişkide en önemli unsur "biz ve öteki" ayrımının güçlenmesidir.   Milliyetçi ideoloji, toplumu ulusal kimlik ekseninde örgütlerken, bu kimliğe uymayan ya da tehdit olarak görülen gruplar öteki olarak tanımlanır. 

Vigilantizm bu tanımlama üzerinden ötekiye karşı şiddet, baskı ya da dışlama uygular. Örneğin etnik çoğunluk-azınlık ilişkisi, ulusal kimlik tehdidi algısı gibi. 

Ulusu, milleti, vatanı koruma söylemleri, hukuki sınırların ötesinde bireylerin ya da grupların şiddete başvurmasını meşru gösterebilir. Milliyetçi vijilante gruplar bu söylem içinde konumlanabilir. 

Milliyetçilik ortamında kimlik temelli şiddet (etnik, dinsel, ulusal) yükselir ve vijilantizm bu şiddet biçimiyle örtüşebilir. Örneğin göçmenlere yönelik saldırılar, farklı etnik gruplara yönelik linç eylemleri.

Milliyetçi mobilizasyonlarda, resmi kurumların yetersiz görülmesi halinde vigilante gruplar devreye girebilmektedir. Böylelikle vigilantizm, milliyetçi hareketlerin gündelik şiddet aygıtı haline gelebilir.

Milliyetçilik internet ve sosyal medya ortamına taşındığında, çevrim içi vijilantizm biçimleri ortaya çıkabilmektedir.  Örneğin milliyetçi kullanıcı gruplarının vatan hainliği iddiasıyla farklı bireyleri hedef alması. Bu bağlamda dijital vigilantizm, milliyetçi kimliklerin hegemonik kılınması için bir araç işlevi görebilmektedir. 

Kaynakça: 

https://www.tandfonline.com/doi/abs

https://journals.sagepub.com/doi/full

https://journals.sagepub.com/doi/

https://www.defencesciencereview.com.pl/pdf-191673

https://acikerisim.sinop.edu.tr/items

https://dergipark.org.tr/en/pub/pek/issue/92539/1601130

https://ojs.emu.edu.tr/index.php/woman2000

https://dergipark.org.tr/tr/pub/mtusbbder/issue/89684


28 Ekim 2025 Salı

                  Cumhuriyet Heyecanı ve                                                 Hissettiklerimiz




Cumhuriyet Bayramı, bambaşka bir heyecandır. Bayraklar özenle asılır, kortejlerde yürünür, o günler hafızalara kazınır. Bir çocuk için heyecan, en güzel şiiri ezberleyip sınıfta okumaktır; bir diğeri için Atatürk şarkılarını coşkuyla söylemektir. 

Ama modern hayatın içinde bu heyecanları ne kadar yaşayabiliyoruz. 



Cumhuriyet Bayramı, 1,5 günlük tatile iki gün rapor ekleyip uzatmak, haftasonunu birleştirip uzaklara kaçmak ve sosyal medyada bunu paylaşmak mı? Ne yazık ki, özellikle de çoğu kamu görevlisi için bayram tatilleri bu şekilde uzayıp gidiyor...

Bu dönemlerde Cumhuriyet heyecanını ne kadar hissediyoruz? 



Oysa Cumhuriyet, bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını, özgürlük ve eşitlik için verilen mücadeleyi simgeler.

Bayrak sallamak, kortejde yürümek, bir şiirde, bir şarkıda duygulanmak, sosyal medyada yapay zekayla Atatürk'ün canlandırıldığını gördüğümüzde hissettiklerimiz...Yalnızca bir ritüel değil;. geçmişin fedakârlığını ve bugünümüzün değerini kalbimizde hissetmek için bir fırsattır. 


Cumhuriyet, yöneticilerin, halkın cesareti, azmi ve birlikteliği. Her bir bayramda bunu hissedebilmek. 

Bir an durup o günleri hatırlamak, bir çocuğun elinde sallanan bayrağı görmek veya kısa bir şiir dinlemek, Cumhuriyetin ruhunu tekrar yüreğimizde hissetmek....


 Cumhuriyetin İlanı ve Rauf Orbay’ın Tutumu

                fotoğraf. vikipedi. Sivas Kongresi

Nevin BİLGİN

1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatın kaldırılmasıyla Türkiye, fiilen adı konulmamış bir Cumhuriyet rejimine geçmiş oldu. Ancak yönetim biçiminin resmi olarak tanımlanması, devletin bağımsızlığının uluslararası alanda da kabul görmesini gerektirdiğinden, Lozan Barış Antlaşması imzalanana kadar Cumhuriyetin ilanı gündeme gelmedi. 

Lozan’ın 24 Temmuz 1923’te imzalanmasının ardından, iç politika meselelerine yönelinmiş ve Cumhuriyetin ilanı konusu ciddi biçimde tartışılmaya başlanmıştır.

Mustafa Kemal Paşa, Avusturyalı Neue Freie Presse muhabirine verdiği demeçte Cumhuriyetin ilan edileceğini ifade etmiş ve bu demeç, Anadolu’da Yenigün gazetesinin 24 Eylül 1923 tarihli nüshasında “Dâhili inkişafımız Cumhuriyet esasına müteveccih olacaktır” başlığıyla yayımlanmıştır. Bu haberin ardından Cumhuriyetin ilanı basında sıkça yer almış örneğin 9 Ekim’de Yeni Gün Gazetesi’nde “Yakında Cumhuriyet ilan olunacaktır” başlığıyla bir makale yayımlanmıştır.

Hükümet Buhranı ve Cumhuriyetin İlanı

27 Ekim 1923 tarihinde Fethi Okyar Hükümeti’nin istifası, Cumhuriyetin ilanı sürecinde kritik bir dönemeç olmuştur. 

Başbakan ve İçişleri Bakanı olan Fethi Bey, görev yoğunluğunu yalnızca Başbakanlıkta toplamak için İçişleri Bakanlığı’ndan istifa etmiştir. Aynı dönemde Meclis İkinci Başkanı Ali Fuat Paşa da Konya’daki İkinci Ordu Müfettişliği görevini üstlenmiş ve Meclis İkinci Başkanlığı görevinden istifa etmiştir.

Soldan sağa, Muzaffer (Kılıç), Rauf (Orbay), Bekir Sami (Kunduh), Mustafa Kemal (Atatürk), Ruşen Eşref (Ünaydın), Cemil Cahit (Toydemir), Cevat Abbas (Gürer).

Mustafa Kemal Paşa, bu boşalan görevler için aday göstermiş, fakat parti grubu bazı görevler için Rauf Bey ve Sabit Bey’in geçmesini istemiştir. 

Paşa ise Rauf Bey’in Meclis İkinci Başkanlığına seçilmesini, Başbakanlık görevinden duygusal olarak ayrılmasını örnek göstererek uygun bulmamıştır. 

Bu süreçte yeni hükümet iki gün boyunca kurulamamış ve ortaya hükümet buhranı çıkmıştır.

28 Ekim akşamı, İsmet Bey, Fethi Bey ve Kazım (Özalp) Bey de dahil olmak üzere bir grup Çankaya Köşkü’nde Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüş, hükümet buhranının çözümü üzerine konuşmuşlardır. 



Görüşmede Paşa, devlet şeklinin Cumhuriyet olmasından başka çare olmadığını ifade etmiş, arkadaşlarının da bu fikirde olduğunu görerek bir program hazırlamıştır.

Ertesi gün Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Bey, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesini değiştirmiş ve metin şöyle düzenlenmiştir:

“Türkiye Devleti’nin şekli, Hükümet-i Cumhuriyettir.”

Bu değişiklik, Meclis oturumunda yapılan tartışmalar sonucunda 158 oyla kabul edilmiş ve alkışlarla, “Yaşasın Cumhuriyet!” sloganlarıyla kutlanmıştır. Aynı oturumda Cumhuriyet ilanının halka duyurulması için 101 top atışı kararlaştırılmıştır.


Rauf Orbay ve  Eleştirileri

Hüseyin Rauf Orbay’ın tarihte en çok eleştirildiği konulardan biri, Cumhuriyetin ilanı olmuştur. Bu eleştirinin çıkış noktası, Rauf Bey’in Cumhuriyetin ilanını müteakip İstanbul gazetelerine verdiği beyanattır. 

Rauf Bey, bu demeçlerinde Cumhuriyetin erken ilan edildiğini ve bu karar nedeniyle halkta bir endişe oluştuğunu ifade etmiştir. Bu ifadeler Ankara’da büyük yankı uyandırmış, Ankara gazeteleri Rauf Bey’i eleştiren yazılar kaleme almıştır.

Dönemin Cebel-i Bereket Milletvekili İhsan Bey, Rauf Bey’in beyanatından dolayı mecliste açıklama yapmasını isteyen bir önerge vermiştir. 

Bunun üzerine Rauf Bey Ankara’ya giderek Halk Fırkası’nın 22 Kasım 1923 tarihli oturumunda açıklamalarda bulunmuştur. 

Açıklamasında, Cumhuriyetin ilanını İstanbul gazetelerinden öğrendiğini ve verdiği beyanattaki ifadelerin gazetelerde yazılanlardan edindiği izlenim dolayısıyla olduğunu belirtmiştir.

Rauf Bey, Cumhuriyet karşıtı olmadığını defalarca vurgulamış, sadece ilan sürecinin acele ve halkta endişe uyandıracak bir biçimde gerçekleştiğini düşündüğünü ifade etmiştir.

Araştırma bulguları, Rauf Bey’in Cumhuriyet karşıtı olmadığını, aksine Cumhuriyetin esaslarını desteklediğini ve basına verdiği demeçlerdeki ifadelerin İstanbul basınındaki haberlerden etkilenerek ortaya çıktığını göstermektedir. 


Kaynakça: 

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file

https://tr.wikipedia.org/wiki/Rauf_Orbay

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file

Soyak, Hasan Rıza. Atatürk'ten Hatıralar

Gürer, Turgut. Atatürk'ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, 

Uğurlu, Nurer. Gizli Belgelerle Rauf Orbay, İsmet İnönü Kavgası

Orbay, Rauf. Siyasi Hatıralar

Kocahanoğlu, Osman Selim. Atatürk ve Rauf Orbay Kavgası


 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN KARLSBAD GÜNLÜKLERİ

VE CUMHURİYET'E GİDEN YOL



Nevin BİLGİN 

1918 yılının Temmuz ayı… Osmanlı orduları dağılmakta, imparatorluğun gölgesi Anadolu’nun üstüne ağır bir perde gibi düşmekte. Mustafa Kemal Paşa, bu karanlık dönemde Avusturya’nın Karlsbad şehrindedir. Sağlık nedenleriyle gitmiştir ama aslında bu yolculuk, bir zihin inşasının başlangıcıdır.

Karlsbad’da “Geçen Günlerim” başlığıyla altı defter tutar. Bu defterlerin beşi Karlsbad’da, biri Viyana’da yazılmıştır. Sayfaların bir kısmı boştur; ama dolu olanlarda, geleceğin Türkiye’sine dair fikir tohumları filizlenmektedir. Fransızca notlar, alıntılar, düşünce kırıntıları... Atatürk, kitaplardan aktarmalar yapar, askeri ve toplumsal meseleleri tartışır. Fakat bunlar kuru gözlemler değildir; hepsi bir geleceğin hazırlığıdır.

Afet İnan, bu defterleri yayıma hazırlarken Atatürk’ün kendisinden aldığı şu telkini aktarır:

“Kamuoyunu ilgilendiren, faydalı olacak konular üzerinde dur.”

Bu bile, onun her yazısını milleti için bir hizmet aracı olarak gördüğünü gösterir.



Karlsbad Günlükleri’nden süzülen ana fikir açıktır:

Millî benliğini koruyan, fakat çağdaş medeniyetle uyum içinde bir Türkiye.

Atatürk bu ideali şöyle ifade eder:

“Türk milliyetçiliği, terakki ve inkişaf yolunda ve beynelmilel temas ve münasebetlerde, bütün muasır milletlerle bir ahenkte yürümekle beraber, Türk içtimai heyetinin hususi seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmaktır.”


Anafartalar’dan Karlsbad’a: Düşünceden Devlete Uzanan Yol

Bu satırlar, aslında 1915 Anafartalar cephesinde doğan bir ruhun devamıdır aslında. 

8 Ağustos 1915’te Mustafa Kemal, Anafartalar Grubu Kumandanı olmuştur. O günlerde cephede, subaylar ve erler arasında moral bozucu bir haber yayılır:

"Düşman zehirli gaz kullanacakmış!”

I. Dünya Savaşı’nın en korkunç silahlarından biri olan bu gaz, yalnız bedeni değil, maneviyatı da öldürür. Türk ordusunun elinde böyle bir silaha karşı hiçbir önlem yoktur. Paşa durumu değerlendirir, askerlere şu açıklamayı yapar:

“Ben düşündüm, buna karşı koyacak herhangi bir tedbire ve vasıtaya o zaman Türk ordusu malik değildi. Derhal şu fikri ileri sürdüm: Düşman zehirli gazı kullansa da bize tesir etmez, çünkü onlar deniz kenarındaki düzlük ovada, biz ise daha yükseklerdeyiz.”

Bu söz, cephede hızla yayılır. Korku yerini inanca bırakır. Gerçekten de düşman bir deneme yapar ancak rüzgârın yön değiştirmesi Türk ordusunu korur. Gaz bulutu denize dağılır.

Böylece askerlerin maneviyatı daha da güçlenir,  Mustafa Kemal’e olan güven sarsılmaz bir inanç hâline gelir.

Karlsbad’da tuttuğu defterlerdeki sabır, düşünme disiplini, analiz gücü Anafartalar’daki o soğukkanlı, akılcı tavrın devamıdır.



Cumhuriyet’e Doğru

1915’in Anafartalar’ı ile 1918’in Karlsbad’ı arasında görünmez bir köprü vardır.

Bir yanda savaş meydanlarında cesaretin, diğer yanda düşünce masasında vizyonun doğduğu yerlerdir bunlar.

O köprü, sonunda 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, ardından 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ne çıkar.


M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları,

Yayına Hazırlayan: Afet İnan,

Türk Tarih Kurumu Yayınları.

https://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/ataturk_karlsbad_hatiralari.pdf


26 Ekim 2025 Pazar

                    Heidegger'in Kulübesi

             Günümüz İnsanının Lüks Evleri


        Fotoğraflar: Fikriyat

Martin Heidegger’in kulübesi, yalnızca bir yaşam alanı değil, aynı zamanda bir felsefi simgedir. Alman filozof Martin Heidegger, modern dünyanın hızına ve teknolojinin egemenliğine karşı bir duruş geliştirmiştir. 

Ona göre insan, çoğu zaman gündelik hayatın koşuşturmacasında kendi varoluşunu unutmuş, “dasein” dediği, yani dünyada olma hâlini fark edemez hâle gelmiştir. 

20.yüzyılın başında Heidegger, varoluşunu düşünmek, dünyayla olan ilişkisini sorgulamak için basit bir kulübeye çekilmişti. Ahşap duvarlar, çıplak zemin, rüzgârın ve yağmurun sesleri… Her şey doğanın ritmiyle uyumlu, her nesne varoluşun anlamını hatırlatacak şekilde yerli yerinde. Bu kulübe, modern insanın karmaşasından ve gereksiz objelerden arınmış, sadece düşünmeye, hissetmeye ve var olmanın farkına varmaya davet eden bir sığınaktı.

Günümüzün lüks evleri ise bambaşka bir dünya sunar. Büyük cam cepheler, akıllı sistemler, son teknoloji mutfaklar ve geniş salonlar… Konfor, prestij ve görkem ön plandadır. Her şey kontrol altındadır; doğa içerideki klimalar ve manzaralarla deneyimlenir, ama doğa ile doğrudan temas neredeyse hiç yoktur. İnsan, evini bir fetiş gibi döşer; sahip olduğu her şey kendini göstermek ve sınırlarını belirlemek içindir.

Heidegger’in kulübesinde zaman yavaşlar, düşünce derinleşir, varlık duyumsanır. Günümüz evlerinde zaman hızla akar, görsellik ve işlevsellik bir araya gelir, ama varoluş çoğu zaman gözden kaçırılır. Kulübe ile lüks ev arasındaki fark, sadece yapı malzemesi veya büyüklükte değil; insanın dünyayla ve kendisiyle kurduğu ilişkinin yoğunluğunda gizlidir.




Bu farkındalık, insanın kendisiyle ve çevresiyle ilişkisini anlaması, varoluşunu sorgulaması için gereklidir. İşte Heidegger’in kulübesi, bu sorgulamanın ve düşüncenin mekânı olarak ortaya çıkar.

Kulübe, Almanya’nın Kara Orman bölgesinde, Todtnauberg köyü yakınlarında küçük bir yapıdır. Ahşap duvarlar, basit bir masa, birkaç sandalye ve kitaplarla dolu raflarla çevrilidir. İçerisi sade ve mütevazıdır; modern dünyanın karmaşasından uzak, sessiz ve doğal bir ortam sunar. 



Pencereden dışarı baktığınızda ormanın yeşil örtüsü, rüzgârın ağaçlarla dansı ve kuşların sesi duyulur. Bu basit çevre, Heidegger’in felsefesiyle bütünleşir; insanın varoluşunu düşünmesi için gerekli huzuru ve zamanı sağlar.

Kulübe, Heidegger’in yazılarını yazdığı, felsefi düşüncelerini geliştirdiği, öğrencileriyle tartışmalar yaptığı bir mekândır. Burada geçen zaman, modern dünyadaki hızlı akışla ölçülmez; burada ölçülen, insanın kendi varlığıyla kurduğu bağdır. Kulübe, sadece fiziksel bir mekân değil, aynı zamanda felsefi bir deneyim alanıdır. Heidegger’in “varlık ve zaman” üzerine geliştirdiği fikirler, bu sessiz, sade ve doğayla iç içe mekânda şekillenmiştir.

Felsefi açıdan kulübe, görünmeyeni görünür kılma işlevi taşır. Modern insan, teknoloji ve kalabalık hayatın içinde kendi varoluşunu unutmuşken, kulübe ona durmayı, düşünmeyi, anlamayı hatırlatır. Heidegger’in orada geçirdiği saatler, felsefesinin temel taşlarını oluşturur: insanın dünyadaki yeri, zamanın algılanışı, doğayla ilişkisi ve varoluşun kendisi. Kulübe, basitliğiyle derinlik, sessizliğiyle yoğunluk barındırır; her köşesi filozofun içsel dünyasının ve düşünsel yolculuğunun izlerini taşır.

Heidegger’in kulübesi, günümüzde sadece tarihsel bir mekân olarak değil, felsefenin somut bir simgesi olarak da kabul edilir. İnsan, modern hayatın karmaşasından uzaklaşıp kendi varoluşunu sorgulamak istediğinde, Heidegger’in kulübesi gibi bir sığınak arar. 

Kulübe, düşüncenin ve doğayla bütünleşmiş varoluşun somut hâle gelmiş hâlidir. Burada zaman, hesaplanmış dakikalarla değil, varoluşun farkındalığıyla ölçülür; burada insan, hem kendisiyle hem de evrenle baş başa kalır.

Heidegger’in kulübesi, basit bir yapıdan çok daha fazlasıdır. O, düşüncenin mekânıdır, varoluşun sessiz evidir, felsefenin somutlaşmış hâlidir. Modern insanın unutmaya eğilimli olduğu derin düşünce ve varoluş farkındalığını hatırlatan bir simgedir. Orada geçen her an, bir yaşamın, bir emeğin ve bir düşüncenin birikimidir. Kulübe, Heidegger’in felsefesini anlamak isteyenler için hem fiziksel bir ziyaret hem de zihinsel bir yolculuk. 


                   Görmediğin Emek Üzerine




Bir konser izlersin. Sahne ışıkları parlar, müzik yükselir, alkışlar çoğalır. Yarım saat, belki bir saat… sonra eve dönersin ve “Güzeldi” dersin. Ama sahnenin ardında kaç ay süren provalar, kaç kez çatlayan sesler, kaç gece uykusuz geçen saatler olduğunu bilmezsin.

Bir film izlersin. Hikâye akar, karakterler konuşur, müzik eşlik eder. Otuz dakika, belki bir saat… Ama o sahnelerin ardında kaç kişinin ter döktüğünü, bir repliğin kaç kez tekrarlandığını, ışığın açısını yakalamak için beklenen sabır dolu anları hiç düşünmezsin.

Bir yazı okursun. Belki üç dakikada bitirirsin. Oysa her cümlenin ardında yılların birikimi, defalarca okunan kitaplar, silinip yeniden yazılan paragraflar vardır. O yazı, bir düşüncenin damıtılmış hâlidir. Sen ise sadece “Güzelmiş” dersin.

Bir şiir, bir roman, bir karikatür… Sıradan görünür. “Ne var ki bunda?” dersin. Ama işte o sıradanlık, ustalığın en zor hâlidir. Kolay görünenin ardında en çok emek gizlidir.

Sanat, görünmeyeni görünür kılma işidir. Ne yazık ki çoğu zaman görünmeyen emeği de gözden kaçırırız. İzler, dinler, okur, sonra unuturuz. Sorgulamazsak sadece tüketiriz. Oysa sanat, tüketilmek için değil, hissedilmek için vardır. Her saniyesi emekle yoğrulmuş bir hayat parçasıdır.

Bir dahaki sefere bir konser izlediğinde, bir yazı okuduğunda, bir film bitirdiğinde… Dur. Düşün. O anın ardında kimler vardı? Kaç kişi sustu, kaç kişi yoruldu, kaç kişi inandı?

Çünkü sanat, sadece görünen değildir. Sanat, görünmeyeni görebilme cesaretidir.

 Kuraklık Demişken....

Çörten: Türk Evlerinde Su Yönetiminin Geleneksel Aracı



Türk evlerinin mimarisinde, çatılardan akan yağmur suyunu yönlendirmek ve evin duvarlarını, temellerini korumak için çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Bu yöntemlerden biri de çörtendir. Çörten, özellikle saçaklardan akan suyu uzaklaştırmak için kullanılan bir tür oluk sistemidir. Geleneksel olarak ahşap veya kurşun malzemeden yapılan çörtenler, hem dayanıklı hem de estetik bir çözüm sunuyordu. Ahşap çörtenler genellikle büyük kütüklerden oyularak hazırlanır, suyu doğrudan bahçe veya yağmur oluğuna iletirken doğal bir görünüm sunardı. Kurşun çörtenler ise dayanıklılığı ve paslanmazlığı ile bilinir, özellikle şehir merkezlerindeki evlerde tercih edilirdi.


Dünyanın ilk kilisesi, Konya yakınlarındaki Sille yerleşkesinde, ‘Hristiyanlar’ın annesi’ olarak bilinen Constantin’in Annesi Helena tarafından sağlanan serbestlik ile 327 yılında inşa edilen ve günümüzde de Azize Helena adıyla bilinen kilise . Kilisedeki zincir sarkıtılan çörtenler.


Günümüzde, çörten yerine çoğunlukla plastik borular kullanılmaktadır. Plastik boruların montajı hızlı ve ucuzdur, hafif oldukları için işçilik kolaydır ve çeşitli çaplarda üretilebilirler. Ancak plastik malzemenin en büyük dezavantajı, sıcak-soğuk değişimlerine ve dış etkilere karşı zamanla çatlama ve kırılmaya meyilli olmasıdır. Ayrıca estetik açıdan, özellikle geleneksel taş ve ahşap evlerde görsel uyum sağlaması zordur




 Türkiye'de Bir Komün Deneyimi: Fatsa
 

1979'da NİSAN ve TEMMUZ arasında Komünist Sistem Denemesi


          fotoğraf. birartıbir.org

Nevin BİLGİN 

1979–1980 yılları, Türkiye tarihinde yerel yönetim ve halk katılımı açısından eşine az rastlanan bir deneyimin yaşandığı dönemdir. Ordu’nun Fatsa ilçesi, bağımsız bir belediye başkanı olan Fikri Sönmez’in önderliğinde, halkın kendi yaşamını örgütlediği ve doğrudan yönetime katıldığı bir sosyal deneyim merkezi haline geldi. Bu süreç, Türkiye’de sosyalist düşüncenin pratiğe aktarıldığı nadir örneklerden biri olarak hafızalara kazındı.

Fikri Sönmez, mahallelerde kurulan komiteler aracılığıyla yerel yönetimi halka açtı. Bu komiteler, genellikle 100–200 kişiden oluşuyor, her komitenin yürütme kurulu tek sayılı kişilerden seçiliyordu; kimi 7, kimi 11, kimi 13 kişiden oluşuyordu. Aday olmak isteyen herkes ismini yazabiliyor, kararlar halkın ve komitenin çoğunluğu ile alınıyordu. Sönmez’in amacı, halkın kendi sorunlarını kendisinin çözebilmesi ve karar alma süreçlerine katılım göstermesiydi. Bugün “Beyaz Masa” adıyla bilinen katılımcı yönetim anlayışı, Fatsa’da mahalle komiteleri aracılığıyla 40 yıl önce hayata geçirilmişti.



Fatsa’da sosyal yaşam da bu süreçten derinden etkilendi. Dayanışma ilişkileri gelişiyor, mahalleler adeta birer topluluk hâline geliyordu. Halkın birbirine güveni yüksek, insanlar birbirine saygılıydı; pazarcılar sebze ve meyvelerini kasalar içinde açıkta bırakıyor, kimsenin dokunmayacağını biliyordu. Günümüz koşullarında bunun hayal edilmesi zor olsa da, Fatsa’da bu güven duygusu hayatın doğal bir parçasıydı. Komiteler, halkın ihtiyaçlarını belirleyip çözüm yolları üretiyor, kısa süre içinde yolların iyileştirilmesinden altyapı sorunlarının çözümüne kadar birçok işte aktif rol alıyordu.

Eğitim de komün deneyiminin önemli bir parçasıydı. Komite üyelerine sosyalizm, devrimcilik ve insan ilişkilerinde etik değerler öğretilmeye çalışılıyor, komşuya saygı ve birlikte yaşam kültürü geliştirilmek isteniyordu. Ancak bu eğitim ve bilinçlendirme süreci, deneyimin ömrü kısa olduğundan tam anlamıyla uygulanamadı. Komitelerin çoğu Nisan-Mayıs 1979’da seçilmişti, Temmuz 1980’de askeri müdahale ile her şey sona erdi. Haziran ayında fındık hasadı gibi ekonomik faaliyetler devam ederken, Temmuz ayında halkın kendi yaşamını düzenleyecek planlar yapılması düşünülüyordu; ancak direniş başka bir noktaya kaydı ve çatışmalara dönüştü.

Fatsa, kültürel açıdan da canlı bir deneyim sunuyordu. 8–11 Nisan 1979’da düzenlenen Fatsa Şenliği, halkın yoğun katılımıyla gerçekleşti ve dönemin önde gelen edebiyatçıları ve düşünürleri Can Yücel, Gülten Akın, Ünsal Oskay, Murat Belge ve Tuğrul Eryılmaz gibi isimler şenliğe katıldı. Şenlik, sadece dayanışmayı değil, kültürel üretimi ve sosyal birliği de destekledi. Halk, siyasi fikirlerin ötesinde, toplumsal katılımın ve birlikte yaşamın değerini deneyimliyordu.

           fotoğraf: 1+1 ekspres

Fatsa Komünü, merkezi hükümet ve sağcı çevreler tarafından bir tehdit olarak algılandı. 11 Temmuz 1980’de askeri müdahale ile bu deneyim sonlandırıldı. Fikri Sönmez tutuklandı, yargılandı ve ağır hapis cezasına çarptırıldı; 4 Mayıs 1985’te cezaevinde hayatını kaybetti. Her ne kadar kısa ömürlü olmuş olsa da, Fatsa Komünü, Türkiye’de halkın doğrudan katılımıyla yönetim deneyiminin nadir örneklerinden biri olarak hafızalarda yerini aldı. Komünal yönetim, dayanışma ve güven üzerine kurulu sosyal yaşam, yerel demokrasi ve toplumsal örgütlenme açısından önemli bir miras bıraktı.



Fatsa deneyimi, günümüzde bile katılımcı yönetim, mahalle komiteleri ve sosyal dayanışma fikirleri için bir referans noktası olarak değerlendirilmektedir. Halkın kendi yaşamına sahip çıkması, komiteler aracılığıyla karar alması ve sosyal hayatın güven, saygı ve dayanışma üzerine inşa edilmesi, Fatsa’yı Türkiye’de bir komün deneyimi olarak eşsiz kılmaktadır.

Kaynakça

https://birartibir.org/baska-bir-dunya-mumkun-diyorsan

https://bianet.org/yazi/fatsa-devrimi-surekli-ve-kesintisizdir-294951

https://www.devrimcihareket.com/olumsuzlugunun-39-yilinda-fikri-sonmez-ve-fatsa/

https://tr.wikipedia.org/wiki/Fikri_S%C3%B6nmez

Bora, Tanıl. Fatsa Şeyi. 

https://birikimdergisi.com/haftalik/11106/fatsa-seyi

https://www.birgun.net/haber/fikri-sonmez-in-bilinmeyenleri-261729


                            TEKİNSİZLİK...



Nevin BİLGİN

"Tekin” demek, güvenilir, emin, huzurlu anlamına geliyor. 

Dolayısıyla “tekinsiz”, güven vermeyen, rahatsız eden, iç huzuru bozan demek.

Günlük konuşmada “Bu ev biraz tekinsiz” dendiğinde, o yerin uğursuz, tuhaf, korkutucu bir havası olduğu ima edilir.

Sigmund Freud’un 1919’da yazdığı Tekinsiz Üzerine makalesi de var. 

Freud’a göre: Tekinsizlik, aslında bize tanıdık olan bir şeyin, bastırılmış bir biçimde geri dönerek bizi huzursuz etmesi. 

Yani korkunun kaynağı “tamamen yabancı” değil; bilakis bir zamanlar tanıdık olan, ama bilinçdışına itilen bir şey. 

Tekinsizlik, bir zamanlar rüyaların ve eski konakların karanlık köşelerinde dolaşırken, bugün  ekranların içinden bize bakıyor.


Bir yapay zekâ sesinin fazla insanca tonlaması, bir yüzün deepfake ile can bulması ya da eski bir fotoğrafta göz kırpan bir anlık hata…

Hepsi tanıdık ama yabancı  işte tam da bu yüzden tekinsiz.

Freud’un “bastırılmış olanın geri dönüşü” dediği şey, bugün bambaşka bir biçimde karşımıza çıkıyor.

Biz, makinelerin içine kendi suretimizi yerleştirirken, sanki kendimizi orada bir yerlerde kaybettik.

Ekranda gördüğümüz her “benzerimiz”, artık sadece bir görüntü değil; insan ile nesne arasındaki sınır bulanıklaştı. 

Eskiden gölgelerden korkardık, şimdi kendi dijital gölgemizden ürküyoruz.

Bir avatar, bizim gibi gülüyor bir yerde...

Bir ses klonu bizi taklit ediyor ve susmuyor.

Dijitaldeki sessiz yankılar, insana dair olanı hem büyülüyor hem de huzursuz ediyor.

Belki de asıl tekinsizlik, artık  makine ile insan arasında. 


24 Ekim 2025 Cuma

Dijital Yalnızlık, Zamanın Ruhu, Nikbinler ve Eylülzede



Nevin BİLGİN

Bir çağ düşünün: Herkes birbirine bağlı, ama kimse kimseye dokunamıyor.

Ekran ışığıyla aydınlanan odalarda, iletişim nasıl var bellil değil. 

İşte bu sessiz kalabalıklar çağında, Nikbinler’in Eylülzede adlı şarkısı birden yeniden duyuldu 10 yıl gecikmiş bir yankı gibi.

Serkan Selay’ın kaleminden çıkan sözler, bir mevsimin melankolisinden çok daha fazlasını anlatıyor.

Eylülzede sadece bir sonbahar çocuğunun hüznü değil; dijital çağın içinde, duygularını kaybetmeden kalmaya çalışan insanların iç sesi. “Islak taşlar”, “yorgun kaldırımlar” gibi imgeler, fiziksel sokaklardan çok artık sanal yalnızlığın yollarına benziyor.

Nikbinler’in müziği, tıpkı bugünün insanı gibi iki dünyanın arasında:

Bir ayağı bu alemde, diğeri sanal alemdi. 

Uşşak makamının içli melodisiyle elektronik dokular birleşince, ortaya hem geçmişin sıcaklığı hem bugünün yabancılaşması çıkıyor. Belki de bu yüzden şarkı 2014’te değil, ancak 2025’te yankı buldu. Çünkü zamanın ruhu o duyguyu şimdi anladı.

Eylülzede teknik oalrak yapay zeka tarafından üretilmiş bir parça değil. Şarkının sözleri Serkan Selay tarafından yazılırken vokaller Berika Karadağ tarafından seslendirildi. Ancak prodüksiyon sürecinde yapay zeka destekli ses düzenleme ve armoni işleme teknikleri kullanılmıştır. Bu nedenle parça, hem insan hem de yapay zeka ile oluşturulmuş hibrit bir müzik çalışması. 

Zamanın ruhu dediğimiz şey, aslında topluca hissettiğimiz görünmez bir iletişim belki de. 

Yorgunlukla, yalnızlıkla ve geçmişe duyulan özlemle titreşen insanların ruhunda. 

Eylülzede de tam bu titreşime denk düştü. Gerçek duygular, yapay ışıltılar arasında.

Nikbinler, adının anlamına sadık bir grup. “Nikbin” iyimser demek. 

Eylülzede, dijital yalnızlık çağında insani bir sığınak oldu.

Çünkü bazı şarkılar modaya değil, zamana ait belki de...


Ay bulutta saklanır

Eylül gözlerine doğduğu gece

Ay bulutta saklanır

Eylül gözlerine doğduğu gece

Hüzün öyle derin iklimlerde

Bir kelime, binbir hece

Hüzün öyle derin iklimlerde

Bir kelime, binbir hece

Köşe başlarımda, ilk gözyaşlarımda

Bir eylül yağmurusun ıslak şehir taşlarımda

Köşe başlarımda, ilk gözyaşlarımda

Bir eylül yağmurusun ıslak şehir taşlarımda

Bir sevdadır şu hayat

Ağrısı yürek çarpıntılarında

Bir sevdadır şu hayat

Ağrısı yürek çarpıntılarında


























Babalar ve Oğulları: Fazıl Say Babası İçin Çaldı




Ahmet Say Müzik ve Edebiyat Ödülleri, hem bir anma hem de kuşaklar arası bir sanat buluşmasıydı.

Çankaya Belediyesi'nin öncülüğünde Atatürk Sanat Merkezi'ndeki törende, Ahmet Say, Müzik ve Edebiyat ödülleri sahiplerini buldu. Ahmet Say alanında kalıcı izler bırakmış bir yazardı. Müzik Tarihi, Bingöl Hikâyeleri ve Kocakurt gibi eserleriyle hem halk kültürünü hem müzik bilgisini edebiyatla buluşturdu.



Bu yıl ödüller, edebiyat dalında Murathan Mungan’a, müzik dalında ise Nil Venditti’ye verildi. Ardından Fazıl Say, babası adına sahneye çıktı. Yanında, güçlü sesiyle Seda Kırankaya vardı. Say, ilk kez Murathan Mungan’ın “Kırılgan” adlı şiirine yaptığı besteyi de seslendirdi.

Konserin en özel anı, Fazıl Say’ın babası için çaldığı bölümdü. Piyanonun tuşlarından yükselen melodiler, Ahmet Say’ın kaleminden taşan fikirlerin bir yankısı gibiydi. Oğul, babasının bıraktığı sanat mirasını müziğe dönüştürmüş; kelimeler sese, düşünceler ezgiye karışmıştı.



Gece, bir konserden çok daha fazlasını temsil etti:

Bir babanın emeğini, bir oğulun minnettarlığını ve sanatın kuşaklar boyunca süren bağını.

Ahmet Say Kimdir?

Altan Ahmet Say (6 Eylül 1935, İstanbul - 10 Mayıs 2022, Ankara), Türk müzik yazarı ve eleştirmeni. Türkiye'nin az sayıdaki müzik yazarından birisidir. Müzik kitapları üniversitelerin müzik bölümlerinde temel eser olarak okutulmuştur. Türk piyanist ve besteci Fazıl Say'ın babasıdır.



Murathan Mungan'ın Kırılgan Şiiri

kırılgan bir çocuğum ben

yüreğim cam kırığı

bütün duygulardan önce

öğrendim ayrılığı


saldırgan diyorlar bana

oysa kırılganım ben

gözyaşlarım mücevher

saklıyorum herkesten


ürküyorlar gözümdeki ateşten

ürküyorlar dilimdeki zehirden

ürküyorlar o dur durak bilmeyen

gözükara cesaretimden


23 Ekim 2025 Perşembe

                         YAYA OLMAK...



Kaldırımlar öyle dar ki insan yürürken sanki Tetris oynamak zorunda kalıyor. 

Elektrik direkleri de olmasa zaten o alan da kalmayacak yayaya uçması gerecek. 

Ağaçlar engel diye çoktan kesildi zaten. 

Esas engel arabalar ve dükkan işgalleri.

Yani yürümek istiyorsan ya ninja gibi zıplaman lazım ya da dükkan sahiplerinden izin isteyip “affınıza sığınıyorum, geçebilir miyim?” demen gerekiyor. 

Şehirde yaya olmak, parkta sincap olmak kadar zor; çünkü her adımda başka bir engelle karşılaşıyorsun!



 ÜLKÜCÜ İMAJI VE DEHŞET BEY FİLMİ

DEHŞET BEY, FEDAİLER OCAĞI, MAFYAYLA MÜCADELE VE DEVLET


              fotoğraf: nokta gazetesi

NEVİN BİLGİN 


"Dehşet Bey”, yalnızca bir aşk hikayesi olarak okunamayacak kadar katmanlı bir yapıya sahip; film, Fedailer Ocağı gibi radikal ve tarihsel olarak tartışmalı bir örgütün üst düzey tetikçisi Dehşet Engiz’in Dr. Abide’ye olan aşkını merkezine alarak, ideoloji, görev ve insan doğası arasındaki çatışmayı derinlemesine işliyor. 

Murat Menteş’in yazdığı ve Kutlukhan Perker'in çizdiği aynı adlı çizgi romanından beyaz perdeye uyarlanan bir film. 

Başlangıçta acımasız, soğukkanlı ve neredeyse insani duygulardan arınmış bir figür olarak sunulan Dehşet, Abide’ye duyduğu sevgiyle birlikte örgütün katı kurallarını sorgulamaya başlıyor. Bu çatışma, izleyiciye sadece bireysel bir dramatik gerilim sunmakla kalmaz; aynı zamanda ideolojik yapının birey üzerindeki baskısını ve insan olmanın kaçınılmaz yönlerini gözler önüne seriyor.

Film, Dehşet’in dönüşümünü dramatik odak haline getirerek izleyicide empati uyandırır; izleyici, katı ve korkutucu bir örgütün temsilcisi olan karakterin duygusal kırılganlığına tanık oluyor. Bu anlatım, örgütün sert imajını yumuşatır ve tarihsel olarak olumsuz algılanan milliyetçi ideolojilerin “insani” yanlarını öne çıkarıyor. 

Bu strateji, filmdeki aşk ve duygusal derinlik üzerinden örgütün imajını düzenleme amacını açıkça ortaya koyuyor. Radikal ve yasaklı bir örgüt, aşk ve vicdan, insan ve duygusal çatışmalar ele alınıyor.

Tarihsel bağlamı düşündüğümüzde, Fedailer Ocağı gibi örgütler genellikle korku ve disiplinle hatırlanıyor; film, bu sert imajı Dehşet’in kişisel dönüşümü ile dengeleniyor ve milliyetçi imajın izleyicide daha kabul edilebilir bir biçimde algılanmasını sağlıyor. 

Aşk burada sadece dramatik bir öğe değil, aynı zamanda ideolojiyi insanileştiren, milliyetçi ve sert imgeleri törpüleyen bir metafor olarak işlev görüyor. 

Böylece “Dehşet Bey”, aksiyon ve gerilim kadar, propaganda ve ideolojik mesaj açısından da stratejik bir yapı sunuyor: İzleyiciye karakterin içsel çatışmasını izlettirirken, örgütün katı milliyetçi imajını yumuşatıyor ve izleyiciyi sorgulamaya davet ediyor.


 Görünmeyen Gücün Sahipleri: Sekreterler



Sekreterler, tarih boyunca yalnızca yazışmaları yöneten kişiler değil; bilgiye erişimi olan, sır saklayan, strateji kuran ve duygusal denge sağlayan aktörler olarak var olmuşlardır. 

Modern iş dünyasında bu roller daha da çeşitlenmiş; sekreterler artık yalnızca yardımcı değil, karar süreçlerini etkileyen, krizleri yöneten ve kurumun nabzını tutan kritik figürler hâline gelmiştir.

Sekreterlik mesleğinin kökeni Antik Roma ve Yunan’a kadar uzanmaktadır. O dönemlerde “secretarius” olarak adlandırılan kişiler, devlet sırlarını bilen ve yöneticilere danışmanlık yapan yazmanlardı. 

Benzer biçimde, eski Türk devletlerinde de “umumi katip” veya “mahsus kalem müdürü” gibi unvanlarla görev yapan kişiler, yalnızca yazışma yönetimi değil; diplomatik ilişkiler, bilgi yönetimi ve güvenlik açısından da hayati bir rol üstleniyorlardı.



20. yüzyılda daktilonun yaygınlaşmasıyla sekreterlik, ofislerin vazgeçilmez bir parçası hâline geldi. Ancak bu meslek yalnızca teknik becerilerle sınırlı kalmadı; sekreterler, yöneticilerin ruh hâlini yöneten, ofis içi ilişkileri dengeleyen ve çoğu zaman kararları perde arkasından etkileyen kişiler olarak konumlandılar.

Sekreter figürü sinemada sıkça karşımıza çıkar ve çoğu zaman iş dünyasındaki güç dengelerinin kilit noktası olur. Bu karakterler bazen romantik ilişkilerin merkezinde yer alırken, bazen de toplumsal ve profesyonel dönüşümlerin temsilcisi olarak öne çıkar.



Öne Çıkan Filmler

Sekreter (2002): Lee karakteri, patronuyla kurduğu sadomasochistik ilişki üzerinden hem kişisel hem mesleki bir dönüşüm yaşar. Bu filmde sekreterin görünmeyen gücü, duygusal ve psikolojik bir boyut kazanır.


Working Girl (1988): Yönetmenliğini Mike Nichols’ın yaptığı ve başrollerinde Melanie Griffith, Harrison Ford ve Sigourney Weaver’in yer aldığı bu film, Staten Island’dan Manhattan’a kariyer hedefiyle gelen Tess McGill’in hikayesini anlatır. Sekreter olan Tess, akşam okullarından aldığı eğitimle patronunun fikirlerini çalmak isteyen bir üst yöneticiye karşı kendi yeteneklerini gösterir. Film, iş dünyasındaki cinsiyet eşitsizliğine dikkat çekerken, karakterin stratejik zekâsını ve kişisel dönüşümünü ön plana çıkarır. Film, 6 Akademi Ödülü adaylığı ve 4 Altın Küre kazandı.


Ofis Romantizmi (1977): Sovyet döneminden gelen bu yapımda, sekreterin patronuyla olan ilişkisi hem komik hem dokunaklı bir biçimde işlenir. Karakter, duygusal zekâsı ve insani yönüyle ön plana çıkar.

Kaynakça: 

Atalay, Ayşe Çay, Mesleklerin İsmini Değiştirmek İmajlarını Değiştirmek İçin Yeterli Mi (Sekreterlik Mesleği Örneği)


 Osmanlı Hanedanı Frengi'den Haremle Mi Korundu?

Harem ve Frengi: Hanedanın Soyunu ve Sağlığını Korumak



Nevin BİLGİN 

Osmanlı İmparatorluğu’nun en gizemli kurumlarından biri olan harem, yüzyıllar boyunca değişik yorumlarla karşılanmıştır. 

Batılı seyyahlar ve oryantalist yazarlar burayı “zevk ve ihtirasın mekânı” olarak anlatmaktadır. Harem; devletin soy, sağlık ve güvenlik sistemini de içeriyordu. 

Harem, padişahın özel alanı olduğu kadar, hanedanın biyolojik devamını ve padişahın sağlığını koruyan kapalı bir kurumdu.

Soy Güvenliği

Osmanlı’da tahta çıkma hakkı yalnızca haremde doğan meşru erkek çocuklara aitti.

Dolayısıyla harem, yalnızca kadınların yaşadığı bir yer değil, hanedanın soy üretim merkeziydi.

Saraya alınan kadınlar, soyluluk, ahlak ve özellikle sağlık açısından titizlikle seçilirdi.

Bu kadınlar önce uzun bir eğitim sürecine girerdi: müzik, dikiş, edep, din bilgisi, Osmanlıca yazı gibi dersler alırlardı.

Ancak sarayda belirli olgunluğa eriştiklerinde padişaha takdim edilirlerdi.

Böylece harem, hem kadın eğitiminin, hem de hanedan soyunun korunmasının kurumsal yapısı hâline gelmişti.



Bakirelik Esastı

Osmanlı haremine alınan kadınların büyük çoğunluğu bakireydi. Bu, sadece ahlaki değil, tıbbi ve soy güvenliği açısından zorunlu bir kuraldı. Harem’e giren her kadın önce “muayene-i sıhhiye”, yani sağlık muayenesinden geçirilirdi. Özellikle frengi (syphilis), belsoğukluğu gibi cinsel yolla bulaşan hastalıklara karşı inceleme yapılırdı. Daha önce evlenmiş veya cinsel ilişkiye girmiş bir kadının haremde bulunması istisnaî durumdu. Cariyeler genellikle Kafkasya, Gürcistan, Bosna veya Çerkez kökenli, 8–14 yaş arası genç kızlardı. Bu kızlar yıllarca eğitilir, disiplinli biçimde büyütülür ve yalnızca padişahın ilgisini çekerlerse “ikbal” ya da “haseki” konumuna yükselirlerdi.

Tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Saray Teşkilatı adlı eserinde bunu açıkça belirtir:

“Cariyelerden hiçbiri evvelce evlenmiş değildir; haremde bakire olarak bulunurlar.”

Aynı şekilde Leslie Peirce, The Imperial Harem: Women and Sovereignty in the Ottoman Empire (Oxford University Press, 1993) adlı eserinde:

“Haremdeki kadınların büyük kısmı saraya bakire olarak girer, padişahın cinsel temas hakkı dışında hiçbir erkekle temasları olmaz,”

der.

Bakirelik, haremde soyun saflığı ve hastalıksız nesil üretimi anlamına geliyordu.

🔹 Frengi Salgınları

15. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’da frengi salgınları büyük bir toplumsal yıkım yarattı.

Savaşlar, açık fahişelik, korunmasız ilişkiler ve hijyen eksikliği, frengiyi krallar dahil herkese bulaştırdı.

Bazı hükümdarlar ve soyluların bu hastalıktan öldüğü veya etkilendiği tarihî kayıtlarda yer alır:

Dönem

Kişi

İddia

Kaynak

15.–16. yy

Kral Henry VIII (İngiltere)

Frengi geçirdiği iddia edilir, ancak ölüm nedeni kesin değildir.

PubMed / PMC

15. yy

Kral Edward IV (İngiltere)

Ölümünün frengiyle bağlantılı olabileceği öne sürülür.

Cambridge University Press

18. yy

Joseph I, Kutsal Roma İmparatoru

Cinsel yolla bulaşan bir hastalık nedeniyle soyunun devamı engellenmiş olabilir.

Wikipedia – Joseph I

19. yy

Lord Randolph Churchill

Frengiden öldüğü iddia edilmiş, sonradan reddedilmiştir.

WinstonChurchill.org

20. yy başı

Vladimir Lenin (SSCB)

Beyin felci ve sinir çöküşünün frengiyle bağlantılı olabileceği iddia edilmiştir, kanıtlanmamıştır.

IWTravel

1900’lü yıllarda frengiden kesin olarak ölen bir lider yoktur, ancak birçok siyasi figürün frengi şüphesi taşıdığı bilinmektedir.

Bu da tıbbi gizlilik ve dönemin politik nedenleriyle örtülmüştür.

Haremde Korunma ve Denetim Mekanizması

Osmanlı sarayında frengi tehlikesi, harem sisteminin sıkı kurallarıyla büyük ölçüde önlendi:

Kadınlar harem hekimleri tarafından düzenli olarak muayene edilirdi.

Saraya giren her kadın önce karantina sürecine tabi tutulurdu.

Harem dışı temas kesinlikle yasaktı.

Bu yapı sayesinde padişah ve hanedan üyeleri cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korundu.

Yani harem, sadece soyun devamını değil, hanedanın biyolojik sağlığını da güvence altına alıyordu.


Kaynakça: 

https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/30350130/

https://winstonchurchill.org/publications/finest-hour/finest-hour-117/keeping-the-memory-green-and-the-record-accurate-leading-churchill-myths

https://pubmed.ncbi.nlm.nih.gov/7642984/

https://tigindergisi.com.tr/Makaleler

https://ansiklopedi.tubitak.gov.tr/ansiklopedi/harem

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Saray Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları.

https://historycollection.com/16-historical-figures-who-suffered-from-stds/

https://tarihistory.com/arastirmalar/ortacagin-aidsi-frengi/

https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/03/160311_harem_tartismasi

Cengiz Göncü, Harem ve Cariyelik

https://www.youtube.com/watch?v=wSw14kQorHg