31 Ağustos 2024 Cumartesi


MAFYA İKONU İLE ATATÜRK YAN YANA

TÜRK TOPLUMUNUN DÖNÜŞÜMÜ

MAFYA ÖZENTİSİ VE AHLAKİ DÖNÜŞÜM



NEVİN BİLGİN 

Marlon Brando ve Atatürk resimleri artık yan yana satılıyor. Duvarları süslemek üzere. Bu durum, Türkiye’de toplumsal değerlerdeki derin bir değişimin çarpıcı bir yansıması. Marlon Brando, sinema tarihinin en güçlü oyuncularından biri olarak bilinir, ancak onu ölümsüzleştiren rol, The Godfather (Baba) filmindeki Vito Corleone karakteridir. Brando, bu filmde mafya babası Vito Corleone’yi öyle etkileyici bir şekilde canlandırdı ki, bu karakter popüler kültürde bir ikona dönüştü.

The Godfather sadece bir suç filmi olarak kalmadı; aile, sadakat ve güç temalarıyla geniş kitlelere hitap eden bir destan haline geldi. Vito Corleone, soğukkanlılığı, stratejik zekası ve güçlü duruşuyla izleyicilerin zihninde bir tür kahraman figürü olarak yer etti. Ancak, bu karakterin aslında bir mafya babası olması ve yasadışı yollarla elde ettiği gücün, izleyicilerde hayranlık uyandırması, toplumun değerlerini sorgulamamız gerektiğine işaret ediyor.

Şimdi bu figür, Türkiye’nin modern kurucusu ve bağımsızlık mücadelesinin simgesi olan Atatürk’le aynı duvarda yer alıyor. Atatürk, ülkesini bağımsızlığa taşıyan, eğitim, laiklik ve ilerleme yolunda devrimler gerçekleştiren bir liderdi. Onun yanında yer alan Vito Corleone ise, mafya dünyasının karanlık ve tehlikeli yollarında yürüyen bir karakter. Bu iki figürün yan yana gelmesi, toplumun hangi değerleri yücelttiği konusunda derin bir sorgulama gerektiriyor. Mafya dünyasının bu şekilde kahramanlaştırılması, şiddetin ve yasadışılığın normalleştirilmesine katkıda bulunuyor mu? Ve bu durum, genç nesillerin ahlaki pusulasını nasıl etkiliyor?

İki resmin yan yana satıldığı yer ise Hatay'da turistik bir alan Çağlayan. 


30 Ağustos 2024 Cuma

 SAHTE GÜZELLİKLER

FİLTRELİ FOTOĞRAFLAR,  GÜZELLİK İÇİN KULLANILAN TAKMA ORGANLAR,  YAPMA ÇİÇEKLER, PLASTİK PASTALAR VE NİCE SAHTELİKLER





NEVİN BİLGİN 

Doğanın en zarif hediyelerinden biri olan çiçekler, yaşamın güzelliklerini ve geçiciliğini en iyi ifade eden varlıklardır. Hayatın döngüsünü anlatır aslında. Baharı müjdeler dökülür ve gider. Renkleri, kokuları ve dokuları kalır insanın aklında. 

Günümüz dünyasında bu doğal güzelliklerin yerini yapma çiçekler de alır oldu. Bu çiçekler, dışarıdan bakıldığında doğal olanlara benziyor, hatta onlardan daha güzel görünüyor. Ama kokusuz, dokusuz, ruhsuz. Ve bu eksiklikler, hayatın sahteliklerine doğru uzanıyor.

Yapma çiçekler, her mevsim aynı güzellikte kalırlar, solmazlar, dökülmezler. Ama ne kadar kusursuz olsalar da, onların yapısında eksik olan bir şey vardır: Ruh.  Koklamak istediğimizde, burunlarımız boş bir havayı solur. Onlar, gerçeğin yalnızca bir gölgesidir; yüzeyde güzel, ama içsel anlamda boştur. 

Günümüz dünyasında, hayatımızın pek çok alanında bu yapma çiçeklere rastlamak mümkün. Sosyal medya hesaplarında sergilenen mükemmel hayatlar, filtreli fotoğraflar. Gösterişli fakat içi boş ilişkiler, parıltılı fakat sığ başarılar, güzel bir elbiseyle gülerken fotoğraf çektirip gece yorganın içinde ağlamalar.... 

Yapma çiçeklerin sahteliğini getirir akla. Sahtelikler, içimizde bir boşluk, bir eksiklik hissi bırakır. Çünkü gerçek olanla sahte olan arasındaki fark, duyularımızın derinliklerinde yankılanır.

Doğal çiçekler, geçicidir. Solmaları, dökülmeleri, doğanın bir döngüsü içinde yer almaları, bize hayatın da bu döngüyle birlikte aktığını hatırlatır. Her şeyin bir başlangıcı ve sonu vardır; her güzellik, bir gün solacak ve yerini yenisine bırakacaktır. Bu geçicilik, aslında hayatın derin anlamını taşır. Yapma çiçekler ise, bu döngünün dışındadır. Onlar hep aynı kalır, hiç solmaz. Ama bu değişmezlik, onlara sahte bir ebedilik kazandırır. İçsel anlamları yoktur; çünkü değişimden, dönüşümden yoksundurlar.

Sahte güzelliklere kapılıp, gerçek olanın peşinden gitmeyi unutmak... Hayatınızdaki yapma çiçeklerin yerini sorguluyor musunuz, ne kadar farkındasınız? 


 DIŞ GÖRÜNÜŞ, GÖSTERİŞ, SADELİK


Nevin BİLGİN 

Günümüz dünyasında dış görünüş ve gösteriş, çoğu zaman değerin ve başarının ölçütü olarak kabul ediliyor. Parlak yüzeyler, göz alıcı ambalajlar ve albenili imgeler, genellikle bir şeyin içsel değerini gölgede bırakıyor. Ancak bu yanılsama, bizleri daha derin bir sorgulamaya itmeli: Gerçekten değerli olan, her zaman gözle görülen mi, yoksa sade bir kabuğun altında gizlenen mi?


Bu soruyu cevaplamak için “Hırsız Çalmaz Kavunu” ismini taşıyan meyvenin hikayesi üzerinde düşünmek anlamlı olabilir. Sert, soluk sarı kabuğuyla dışarıdan bakıldığında pek çekici olmayan bu kavun, aslında içindeki tatlı özüyle bir hazine barındırır. Dış görünüşü cazip olmadığı için “hırsızın bile çalamayacağı” bu meyve, içsel değerlerin her zaman yüzeyde görünmediğini hatırlatır. Sadelik, burada bir zayıflık değil, aksine derin bir erdem olarak karşımıza çıkar.


“Hırsız Çalmaz Kavunu”nun adı, bir yandan hırsızlığı ahlaki bir mesele olarak ele alırken, diğer yandan bizlere gösterişin ötesinde bir değer anlayışını benimsemeyi önerir. Bir şeyin değeri, yalnızca parlaklığı ve çekiciliğiyle ölçülmemeli; asıl kıymet, gözlerden saklı, belki de sıradan görünen şeylerde yatıyor olabilir. Bu kavun, hırsızın bile içindeki dürüstlük kırıntısını harekete geçirecek kadar sade ve gösterişsizdir, fakat asıl lezzeti bu sadeliğin içinde saklıdır.


Dolayısıyla, dış görünüş ve gösterişin peşinde koşarken, sadeliğin içinde barınan gerçek değeri kaçırmamak gerekir. En büyük hazineler, en sıradan görünen şeylerin içinde saklanabilir. Sadelik, gösterişin karşısında zayıf gibi görünse de, asıl erdemin ve içsel zenginliğin yattığı yerdir. “Hırsız Çalmaz Kavunu” örneği, bizlere bu derin gerçeği hatırlatır: Dış görünüş her zaman gerçeği yansıtmaz; bazen en sade şeyler, en büyük değeri barındırır.





29 Ağustos 2024 Perşembe

             MEÇHUL ASKER, 

                 ATATÜRK VE 30 AĞUSTOS



kaynak: https://www.finansgundem.com/foto-galeri/30-agustosun-gorulmemis-tarihi-fotograflari-galeri/1338



30 Ağustos 1924… O tarihte Dumlupınar’da gerçekleşen o anlamlı töreni hatırlamak, tarih sayfalarında bir yolculuğa çıkmak gibidir. Gelin, o günün atmosferini birlikte canlandıralım; 

Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Dumlupınar’da Meçhul Asker Anıtı’nın temel atma töreninde konuşma yaparken bulunuyordu. 
Bu anıt, Türkiye Cumhuriyeti tarihi için büyük bir öneme sahipti.
 İşte o anın yankıları:

Atatürk’ün Konuşması:

"Efendiler! Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa verdiği kıymetli açıklamalarla burada hazır olanlara Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı’nın ve kesin sonuç veren 30 Ağustos Savaşı’nın oluş şekli hakkında bir fikri özetlemişlerdir. Beş gün aralıksız geceli gündüzlü süren en büyük Meydan Savaşı”nın gerçek içeriği bugün verilen açıklamalardan fazla, yarın tarihin hakemleri tarafından, araştırmacıların inceleme araştırma ve kararları okunduğu zaman daha açık, daha belirgin bir şekilde anlaşılacaktır.

Beni milletim, Türk milleti, güvenine lâyık görerek bu hareketlerin başında bulundurdu. Bu görev ve işimin mutlu anısını duygulanarak sevinçle ve gururla saklıyorum. Görevlerini milletin vicdanından gelen gerçek ihtiyacına, yalnız onun yüksek fikrine uygun olarak yapmış olanlara özel bir vicdan rahatlığı ile bugün önünüzde bulunurken duyduğum mutluluğu ifade edemem.

Efendiler, tıpkı bugün gibi otuz sekiz yılı Ağustosu’nun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtlarda kahraman on birinci tümenimiz şu karşıki tepelerde savaşa zorunlu kılınan düşmanın ana kuvvetine taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal Köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren itici gücün ne olduğunu anlatmak için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim: 29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi hareketleri şubesi Müdürü Tevfik Bey, alışıldığı gibi o saate kadar çeşitli karar merkezlerinden ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden belirlediği ve gösterdiği genel durumu cephe komutanı İsmet Paşa’ya göstermiş ve o da hemen Paşa’ya göster emriyle Tevfik Bey’i yanıma göndermişti. Karahisar’da Belediye dairesinde bana ayrılan odada yatmaktaydım."







JOKER'İN YENİ FİLMİ 

JOKER VE DELİLİĞİN DANSI



NEVİN BİLGİN

Joker'in yeni filmi Ekim ayında vizyona girecek. Her filmde farklı bir felsefi tema üzerine oturan Joker filmlerinde,  toplumun birey üzerindeki baskısı ve bu baskının yarattığı deformasyon ortak vurguyu oluşturmaktadır. 

Joker, modern dünyanın karmaşıklığını, adaletsizliğini ve bireyin bu yapıya karşı verdiği mücadeleyi simgelerken, onun hikayesi, insanlık ile delilik arasındaki ince çizgide yürüyen bir varoluş mücadelesini anlatmaktadır. 

Filmlerde, Gotham hayali şehri vardır. Yağmur altında boğulan sokakları, çöp yığınları ve umutsuz insanlarıyla adeta bir akıl hastanesine dönüşmüş bir yer olarak tasvir edilmiştir. Arthur Fleck (Joaquin Phoenix), bu karanlık dünyanın içinde kaybolmuş bir palyaço. Onun hikayesi, yozlaşmanın ve saf kötülüğün sembolü olacak şekilde şekillenir.

Arthur, içsel bir savaşın pençesindedir. Hayat ona acımasız davranmış, toplum tarafından dışlanmış ve ezilmiştir. Dans ederek bu acıları bastırmaya çalışsa da içindeki fırtına hiç dinmez. Arthur’un yaşadığı psikolojik mücadele, onun yavaş yavaş Joker’e dönüşümünü gözler önüne serer.

Arthur’un dansı, hem özgürlüğün hem de deliliğin sembolü olarak görülür. Dans ederken, içindeki karanlıkla yüzleşir. Bu dans, onun gerçek kimliğini ifşa eden bir ritüel haline gelir. Joker’in özgürlüğe duyduğu açlık ve deliliğin kıyısında dans etmesi, izleyiciyi rahatsız eden ama aynı zamanda hipnotize eden bir an yaratır.

Joker, sadece bir anti-kahraman değil, aynı zamanda toplumsal eleştirinin de bir aracıdır. Film, yozlaşmış sistemi ve insanların umutsuzluğunu sert bir dille eleştirirken, Gotham şehrinin arka sokaklarında geçen hikaye, sınıf ayrımının ve toplumsal adaletsizliğin sembolüdür.

Film, hüzünlü ve yoğun müziğiyle izleyiciyi içine çekerken,  Gotham’ın kasvetli atmosferi, karakterin iç dünyasını daha da vurgulamaktadır. Film boyunca kullanılan müzik, Joker’in içsel karmaşasını ve deliliğe doğru olan yolculuğunu daha da belirgin hale getirmektedir.

Joaquin Phoenix, Arthur Fleck/Joker rolünde adeta bütün varlığını ortaya koyarken, onun performansı, derinlik taşımaktadır.  Phoenix, Joker karakterini hem trajik hem de tehditkar bir figür olarak canlandırarak izleyicinin zihinlerinde kalıcı bir iz bırakmaktadır. 

Joker, izleyiciyi rahatsız eden sahnelerle doludur. Arthur’un acı dolu gülüşleri, şiddet anları ve psikolojik gerilim, filmi unutulmaz kılarken, izleyiciyi hem Arthur’un dünyasına çekmekte hem de onun içsel çöküşüne tanıklık etmektedir. 

Arthur’un içsel çöküşü, adım adım izlenirken, Joker’e dönüşümü, seyirciyi etkilemektedir. Arthur’un çöküşü, modern toplumun acımasız yüzünü yansıtmaktadır. 

İnsanlık ve Delilik Arasındaki İnce Çizgi

Joker, insanlıkla delilik arasındaki ince çizgiyi sorgulamaktadır. Arthur’un trajik hikayesi, bu çizginin nerede başladığını ve bittiğini düşündürmektedir. Film, izleyiciyi kendi içsel sınırlarını sorgulamaya teşvik etmektedir.

Joker, izleyiciyi içine çekerken bir yolculuğa çıkarmaktadır.  Bu yolculuk, belki de kendi iç dünyasında bir Joker bulmasına neden olabilir. 


JOKER FİLMLERİNİN TARİHİ VE FELSEFİ

Joker karakteri, sinema tarihinde defalarca karşımıza çıkmış ve her seferinde farklı yorumlarla izleyiciyi etkilemiştir. İşte Joker filmlerinin bir listesi ve bu filmlerin felsefi altyapıları:

1. Batman (1989)

Yönetmen: Tim Burton

Joker Rolü: Jack Nicholson

Felsefesi: Tim Burton’ın 1989 yapımı Batman filminde Jack Nicholson’ın canlandırdığı Joker, kaotik ve mizahi bir anti-kahraman olarak öne çıkmıştır. Bu Joker, Gotham şehrinin düzenine karşı bir anarşisttir ve kaosun simgesi olarak karşımıza çıkar.

2. The Dark Knight (2008)

Yönetmen: Christopher Nolan

Joker Rolü: Heath Ledger

Felsefesi: Heath Ledger’ın unutulmaz performansı ile The Dark Knight’ta canlandırdığı Joker, kaosun ve anarşinin somutlaşmış hali olarak görülür. Bu Joker, modern dünyanın karmaşıklığına ve etik sorularına meydan okur, düzenin ve kaosun arasındaki dengeyi sorgular.

3. Suicide Squad (2016)

Yönetmen: David Ayer

Joker Rolü: Jared Leto

Felsefesi: Jared Leto’nun canlandırdığı Joker, daha genç ve çılgın bir versiyon olarak karşımıza çıkar. Bu Joker, toplumun karanlık taraflarını ve bireylerin sınırlarını zorlayan bir karakter olarak betimlenir. Leto’nun Joker yorumu, çılgınlığı ve hedonizmi ön plana çıkarır.

4. Joker (2019)

Yönetmen: Todd Phillips

Joker Rolü: Joaquin Phoenix

Felsefesi: Joaquin Phoenix’in başrolünde olduğu bu film, Joker’in köken hikayesini derinlemesine ele alır. Arthur Fleck’in toplumdan dışlanmışlığını ve bu dışlanmışlığın onu nasıl deliliğe sürüklediğini gözler önüne serer. Film, bireyin toplumsal yapıya uyum sağlamadığında nasıl bir canavara dönüşebileceğini sorgular.

5. Zack Snyder’s Justice League (2021)

Yönetmen: Zack Snyder

Joker Rolü: Jared Leto

Felsefesi: Bu filmde, Jared Leto’nun canlandırdığı Joker, daha karanlık ve rahatsız edici bir figür olarak yeniden sahneye çıkar. Joker’in bu versiyonu, distopik bir geleceğin simgesi olarak sunulur ve toplumsal çöküşün habercisi olarak görülür.

6. Joker: Folie à Deux (2024)

Yönetmen: Todd Phillips

Joker Rolü: Joaquin Phoenix

Felsefesi: Henüz vizyona girmemiş olan bu film, Joker’in hikayesini daha da derinlemesine inceleyecek. Filmin ismi, “Folie à Deux” (İki Kişilik Delilik) psikolojik teriminden gelir ve Joker’in zihinsel durumunu ve belki de başka bir karakterle olan saplantılı ilişkisini keşfetmeyi vaat eder.


 ATATÜRK'ÜN HASTALIĞI (2. BÖLÜM) 

ATATÜRK'E ANANAS SUYU İÇMESİ ÖĞÜTLENMİŞTİ ANCAK BULANAMIYORDU




NEVİN BİLGİN

Mustafa Kemal Atatürk'ün hastalığının arttığı 1938'in ilk aylarında yapılan muayeneler sonunda ananas suyu içmesinin iyi geleceği doktorlarınca bildirildi. Ancak bir türlü ananas bulunamıyordu. Ananas ve mikser arayışının olduğu o dönemdeki Çankaya Köşkü ve Türk Büyükelçilikleri arasında yazışmalara da yansıdı. 

Bilal Şimşir'in "Atatürk'ün Hastalığı" adlı eserinde, şu bilgiler yeralmakta: 

"Doktorlar Atatürk'e ananas suyu içmesini öğütlemişlerdi. Ama bu suyu sağlamakta güçlük çekiyorlardı. Ananas Türkiye'de yetişen bir meyve değildi. Tropik iklimlerde sömürgesi olan Fransa'da bolca yeniyordu.Buna ve ısmarlanan ilaçların Paris'te hangi adresten alınacağının açık seçik belirtildiğine bakarak, Mart sonuna doğru Atatürk'ün bir Fransız doktoruna muayene ettirildiği söylenebilirdi. Gerçekten Fransız Profesörü Dr. Fiesenger'in Türkiye'ye gelip Atatürk'ü muayene ettiği tam bugünlerde açıklanacaktı."

"Doktorun soğuk algınlığı olarak gösterdiği hastalık Mart ayında da geçmedi Bu ay içinde Paris'ten yine maden suları ve ilaçlar ısmarlandı. 19 Mart 1938 günü Paris Büyükelçisi Suar Davaz bir miktar daha Vichy maden suyu yolladığını bildirdi. Cumhmurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü Süreyya Anderiman, 25 Mart'ta maden sularının alındığın ve parasının ödendiğini Paris'e yazdı. Maden suyu istenmesini pek karamsar yorumlamamak uygun olur. Atatürk maden suyu içmeye başladığına göre, önce yolananlar bittikçe par parti tekrar yollanması olağandır. Hem sonra, sağlığına düşkün birçko kimse, hiç hasta olmadıkları halde maden suyu kullanmayı tercih etmişler mi? Ama istenen yalnız Vichy suları değildi. 29 Mart'ta Ankara'dan Paris'e yine acele telgraf çekildi. 

'Taze ananas suyunun sıkılması için aletler ve makine acele göndnerilmesini saygılarımla dilerim'

Paris Büyükelçiliği ise ilaçları gönderdi ancak mikser Paris'te bulunamadı. Ananas suyu çıkarmaya mahsus alet her nevi meyve, bunlar meyanında ananas suyu çıkarır bir alet takdim olundu" 

Kaynakça: 

Şimşir, Bilal. Atatürk'ün Hastalığı


 DÖNÜŞEN ERKEKLİK, MODERN DÜNYADA CİNSİYET ROLLERİNİN ESNEKLİĞİ

ERKEK KORSESİ BİLE ÇIKTI, GÖBEĞİ 2 BEDEN BİRDEN KÜÇÜLTÜYOR

TAYT, YÜZÜK, ÇORAPSIZ PANTOLON, AĞDA, BOTOKS DERKEN ERKEKLER KORSE DE GİYMEYE BAŞLADI






NEVİN BİLGİN 

Franz Kafka’nın Dönüşüm adlı eserinde, Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini bir böceğe dönüşmüş halde bulur. Bu dönüşüm, yalnızca fiziksel bir değişim değil, aynı zamanda derin bir içsel yolculuğun, kimlik ve varoluşsal anlam arayışının metaforudur. Gregor’un, ailesinin ve toplumun gözündeki bu yeni hali, onun bireysel kimliğinin nasıl algılandığını ve nasıl yabancılaştığını ortaya koyar.

Bugün erkeklerin kişisel bakım ve estetik alışkanlıklarının giderek çeşitlenmesi, modern dünyada bir tür cinsiyetler arası yakınlaşmanın göstergesi olarak değerlendirilebilir. Dar pantolonlar, şık yüzükler, takılar, çorapsız ayakkabılar, botokslar, ağdalar,  tayt gibi tercihlerin ardından erkekler için göbeği ortadan kaldıran korseler çıktı. 

Elbette bu tür arayışlar erkeklerin kendi kimliklerini daha özgürce ifade etme isteğinin bir yansımasıdır. Bu dönüşüm, toplumun cinsiyet rollerine bakış açısının esnekleştiğini ve geleneksel sınırların giderek belirsizleştiğini göstermektedir. 

Bir zamanlar sadece kadınlarla ilişkilendirilen birçok estetik uygulama ve moda tercihi, artık erkekler arasında da kabul görmektedir. Bu durum, bireylerin kendilerini daha rahat ifade etmelerine olanak tanırken, aynı zamanda toplumsal normların nasıl değiştiğini de gözler önüne serer. Erkeklik ve kadınlık kavramları, geçmişte olduğu gibi keskin sınırlarla ayrılmak yerine, daha akışkan ve esnek bir hale gelmiştir.

Ancak bu değişim, bazıları tarafından kaygıyla karşılanabilir. Toplumsal normların değişmesi, yeni bir kimlik arayışına ve beraberinde belirsizliklere yol açabilir. Tıpkı Gregor Samsa’nın dönüşümü gibi, bu modern dönüşüm de bireyler için bir anlam ve kimlik arayışı sürecidir. Ama belki de en önemli olan, bu sürecin herkes için kabul görmesi ve bireylerin kendi kimliklerini özgürce ifade edebilme hakkının tanınmasıdır.

Erkeklerin estetik tercihlerindeki bu genişleme, sadece bir moda trendi değil, aynı zamanda modern dünyanın cinsiyet kimlikleri üzerindeki etkisini yansıtan derin bir toplumsal dönüşümdür. Bu dönüşüm, bireylerin kendileriyle ve toplumla olan ilişkilerini yeniden tanımlamalarına olanak tanır; tıpkı Gregor Samsa’nın, kim olduğunu ve ne anlama geldiğini sorguladığı gibi.


28 Ağustos 2024 Çarşamba


GÖSTERİŞİN GÖLGESİNDE: MODERN İNSANIN ZÜPPELEŞMESİ VE PSİKOLOJİK SEBEPLERİ

KENDİSİNİ DAHA DEĞERLİ HİSSETME ARZUSU

KENDİSİNİ ÜST STATÜYE YERLEŞTİRME ÇABASI

POPÜLER KÜLTÜRDEKİ YAŞAM TARZLARINA ÖZENME VE İMAJ YARATMA

DIŞSAL ONAY ARAYIŞI

İÇ DÜNYADAKİ GÜVENSİZLİĞİ BOŞLUĞU GÖSTERİŞLE DOLDURMA İHTİYACI




NEVİN BİLGİN 

Günümüzde toplumun farklı kesimlerinde gösteriş ve lüks tüketim eğilimleri belirgin bir şekilde artmış durumda. Bu durum, sadece ekonomik refahın bir göstergesi olmanın ötesindedir artık. Çünkü ekonomik gücü olmayan insanlar da ellerindeki yiyecek ve barınma ihtiyaçları için ayrılan parayı ya da borçlanarak bu tür alışverişlere para ve zaman ayırmaktadır. Modern insanın gösterişe olan eğilimi, karmaşık bir psikolojik ve sosyokültürel etkileşimin sonucudur. Ekonomik refah, medya etkisi, sosyal onay arayışı ve kültürel değerler, bu eğilimin temel taşlarını oluşturur. Gösteriş, bireyin kendini değerli hissetme, sosyal statü kazanma ve içsel çatışmalarını maskeleme çabasının bir yansıması olarak karşımıza çıkar. 

Aslında derin psikolojik ve sosyokültürel kökenlere işaret eden durumda, insanoğlu gösterişe diğer adıyla züppeleşmeye neden ihtiyaç duyar merak ettiniz mi? Bu tür davranışlar sergiliyorsanız bunun farkında mısınız? Gösteriş merakı insandaki hangi boşlukları doldurmaktadır. 



Tüketim Kültürü

Dünyada son yıllarda yaşanan ekonomik büyüme ve artan gelir seviyeleri yanında, insanların yeni dünya düzeninde ekonominin ayakta tutulması, zenginlerin daha da zengin olmasının sağlanması için insanların tüketim alışkanlıklarının film, reklam, popüler kültür ürünleri gibi pek çok sebeple değiştirilmesi günümüzdeki züppeleşmeyi yaratmış görünmektedir. 

Lüks tüketim ürünlerine olan talep, sadece ekonomik kapasitenin bir sonucu olarak değil, aynı zamanda statü sembolü olarak da görülmeye başlandı. Gösterişli yaşam tarzları, insanların kendilerini sosyal merdivenin üst basamaklarına yerleştirme çabasının bir parçası haline geldi. Bu durum, bireylerin psikolojik olarak kendilerini daha değerli hissetme arzusunu tatmin etme yolunda önemli bir araç haline gelmiş olabilir.

Medya ve Sosyal Medyanın Etkisi

Gösterişin artışında medyanın ve özellikle sosyal medyanın rolü yadsınamaz. Ünlülerin ve sosyal medya fenomenlerinin paylaşımları, idealize edilmiş yaşam tarzlarını ön plana çıkararak geniş kitlelerin bu yaşam tarzlarını benimsemesine yol açtı. İnsanlar, sosyal medyada gördükleri bu gösterişli hayatlara özenerek benzer bir imaj yaratma çabasına giriyorlar. Bu durum, bireylerin kendi kimliklerini oluştururken dışsal onay arayışını ve toplumsal kabul görme ihtiyacını daha da artırıyor.



Psikolojik Dinamikler: Sosyal Gösteriş ve Onay Arayışı

Gösteriş merakının ardında yatan en temel psikolojik faktörlerden biri, sosyal onay arayışıdır. İnsanlar, başkalarının gözünde değerli ve başarılı görünmek için gösterişli yaşam tarzlarına yönelirler. Bu davranış, bireylerin kendilik saygısını artırma ve sosyal çevrelerinde bir statü kazanma arzusundan kaynaklanır. Gösteriş, aynı zamanda bireyin içsel dünyasında var olan boşlukları ve güvensizlikleri maskeleme işlevi de görebilir.

Projeksiyon ve Züppeleşme

Projeksiyon, bireyin kendi içsel çatışmalarını ve güvensizliklerini dışa yansıtma mekanizmasıdır. Modern toplumda züppelik olarak adlandırılabilecek gösterişçi davranışlar, bireyin kendi eksikliklerini başkalarına yansıtma çabası olarak da değerlendirilebilir. Bu davranış, kişinin kendi içsel çatışmalarını görmezden gelmesine ve bunları dışsal başarılar ve maddi sembollerle örtmeye çalışma çabasıdır.

Kültürel ve Toplumsal Etkiler, Eğitimsizlik

Gösterişin artmasında kültürel ve toplumsal değerlerin de önemli bir rolü vardır. Yine eğitim en önemli faktörlerden birisidir. 

Modernleşme süreci, toplumun tüketim alışkanlıklarını ve değerlerini değiştirmiştir. Gösterişli ürünler ve markalar, artık sadece birer tüketim aracı değil, aynı zamanda sosyal statü sembolleri olarak da algılanmaktadır. Bu durum, bireylerin kendi kimliklerini ve sosyal rollerini belirlerken lüks tüketim ürünlerine yönelmelerine neden olur.

Sürekli Dikkat Çekmeye Çalışır

Gösteriş hastalığına sahip kişiler, sürekli dikkat çekmeye çalışırlar, lüks pahalı şeylerle övünür ve başkanlarını kıskandırmaya çalışırlar. 

Tedavisi ise psikoterapi ve psikiyatrik tedavi şeklinde yapılmaktadır. Bu tedavilerle kişinin özsaygısı arttırılarak başkalarının onayına olan aşırı bağımlılık azatılmaya çalışılmalıdır. 

https://www.acibadem.com.tr/ilgi-alani/sistit-nedir-belirtileri-nelerdir/

https://www.felsefe.gen.tr/egitim-ve-toplum-iliskisi/

https://www.iienstitu.com/blog/egitim-ile-teknolojinin-iliskisi

https://www.psikolojibilgisi.com/suru-psikolojisi-nedir-neden-olur-ornekleri-nelerdir.htm

https://www.onlinepsikolog.com/blog/iliskiler/psikolojide-yansitma-nedir

https://www.psikologbaharkaya.com/blog/transaksiyonel-analiz-ego-durumlari-ve-yasam-pozisyonlari


27 Ağustos 2024 Salı

 


HAYATIN DALGALARINDA YONTULMAK





Nevin Bilgin 

Denizin kıyısında, irili ufaklı taşlar yan yana dizilmiş, üst üste yığılmış halde beklerler. Dalgalar her dakika, her saniye onların üzerinden geçer. Sert olan köşeler zamanla yumuşar, köşeler yuvarlaklaşır, taşlar pürüzsüz hale gelir. Doğanın sabırla işlediği bu süreç, tıpkı insanın yaşam yolculuğuna benzer.

İnsanın ruhu da zamanla şekillenir. Hayatın getirdiği olaylar, çekilen acılar, yaşanan mutluluklar; hepsi birer dalga gibi gelir geçer. Her biri, insanın sertliğini, sivri yanlarını alır, onu daha yuvarlak, daha pürüzsüz hale getirir. Hayatın bu törpüleyici gücü, insanı olgunlaştırır, ona bilgelik kazandırır.

Taşlar gibi, insanlar da zamanla yontulur. Yaşanan her an, derin izler bırakır. Kimi zaman bir acı, insanın en sert yanını yumuşatır; kimi zaman bir mutluluk, ruhunu pürüzsüzleştirir. Dalgaların taşları şekillendirmesi gibi, yaşam da insanı yontar, ona kendini bulma fırsatı sunar.

Dikkat ettiniz mi hiç? Hayatın üzerimizden geçen dalgaları, her birimizi kendi benzersiz formumuza ulaştırmak için şekillendirir. Zamanla, taşlar gibi...


 DEMOKRASİNİN SAVUNMA MEKANİZMASI OSTRACİSM

TİRAN OLABİLECEĞİNDEN KORKULANLAR SÜRGÜN EDİLİRDİ









NEVİN BİLGİN 

Demokrasinin doğum yeri olan Antik Atina döneminde,  M.Ö. 487 ile 416 yılları arasında uygulanan ostracism, bu dönemin en dikkat çekici ve tartışmalı demokratik koruma mekanizmalarından biri olarak öne çıkmaktadır. 

Ostracism, demokrasiyi koruma amacıyla geliştirilen bir tür sürgün sistemi olup, tiranlık tehlikesine karşı Atinalıların geliştirdiği bir savunma stratejisiydi.

Ostracism’in İşleyişi ve Amacı

Ostracism, Atinalıların tiran olabileceğinden korktukları yöneticilerin isimlerini ostrakon adı verilen seramik parçalara yazmasıyla gerçekleştirilen bir halk oylaması sürecidir. Bu seramik parçaları, adeta oy pusulası işlevi görüyordu. Yöneticiler, agora meydanlarında toplandığında, halk kendileri için tehlikeli olabilecek kişilerin isimlerini bu seramik parçalara yazarak oylama yapıyordu. En çok oy alan kişi, on yıl boyunca Atina dışına sürgün ediliyordu.

Bu uygulamanın temel amacı, güçlü ve potansiyel olarak tiran olabilecek kişilerin demokratik düzeni tehdit etmesini engellemekti. Ostracism, sürgün edilen kişinin mal varlığına el konulmadan ve statüsü değiştirilmeden uygulandı. On yılın sonunda, sürgün edilen kişi Atina'ya geri dönebildi ve eski unvanlarıyla yaşamına devam edebildi. Bu sistem, demokrasinin korunması açısından bir güvence olarak görülüyordu.

Ostracism’in Dönüşümü ve Politika ile İlişkisi

Ostracism, başlangıçta demokrasinin sigortası olarak düşünülse de, zamanla amacından sapmıştır. Bazı Atinalı yöneticiler, rakiplerini zayıflatmak veya ortadan kaldırmak amacıyla halkın görüşlerini etkileyerek ostracism’i bir silah olarak kullanmışlardır. Bu durum, uygulamanın zaman içinde nasıl siyasi hesaplaşmalara ve güç oyunlarına dönüştüğünü göstermektedir. 

Ünlü Atinalı yöneticilerden Themistocles, Kimon ve Alcibiades, ostracism uygulamasıyla sürgün edilenler arasında yer almıştır. Bu kişiler, güçlerini artırmak isteyen rakipleri tarafından ostracism ile hedef alınmışlardır.

Tiranlardan Kurtulmanın Alternatif Yolu: Tyrannicide

Antik Atina’da ostracism dışında tiranlardan kurtulmanın bir diğer yolu da “tiranside” (tyrannicide) olarak bilinen uygulamaydı. Tiranların aşırı güçlenmesini engellemek amacıyla, site devletleri anti-tiran yasaları yürürlüğe koymuşlardır. Bu yasalar, demokrasinin geleceğini tehdit eden kişileri ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Tiranların yok edilmesi, demokrasinin güvenliği için alınan bir önlem olarak görülmüştür.

Ostracism’in Tarihsel Sonu

Ostracism, ilk olarak Hipparchus’un M.Ö. 487'de Atina’dan on yıl sürgün edilmesiyle başlamış, son olarak M.Ö. 417’de Hyperbolos’a uygulanmış ve bu tarihten sonra uygulama tarihe karışmıştır. Ostracism’in uygulama süreci, hem demokrasinin korunmasında hem de siyasi manipülasyonlarda önemli bir rol oynamıştır.

Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi » Makale » “OSTRACISM”, THE PEOPLE’S WAY OF PROTECTING DEMOCRACY FROM TYRANTS IN ANCIENT ATHENS (dergipark.org.tr)

2145399 (dergipark.org.tr)

107867 (dergipark.org.tr)

Academic Knowledge » Makale » Antik Çağda Ticaret: Karia Bölgesinde Bir Araştırma (dergipark.org.tr)

Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi » Gönderim » "OSTRACISM", ANTIK ATINA'DA HALKIN DEMOKRASIYI TIRANLARDAN KORUMA YOLU (dergipark.org.tr)



ANLAMINDAN ÇIKAN DÜĞÜNLER

KAPİTALİZMİN GÖSTERİŞ ARACI MI, KÜLTÜREL BİR GELENEK Mİ? 

EVLİLİK Mİ, DÜĞÜN MÜ? 

SEVGİ, AŞK, MÜTAVAZİLİK YERİNİ GÖSTERİŞE, TÜKETİME BIRAKTI




NEVİN BİLGİN

Düğünler, tarih boyunca kültürel ve toplumsal önem taşıyan etkinlikler olmuştur. Ancak günümüzde, bu geleneksel ritüeller büyük bir tüketim fenomenine dönüşmüştür. Özellikle büyük ölçekli ve lüks düğünler, sosyal medyanın etkisiyle daha da gösterişli hale gelmiştir. Adeta düğünler tüketim kültürünün bir oyuncağı olmuştur. 

Kapitalizmin Düğünler Üzerindeki Etkisi

Kapitalizm, tüketim odaklı bir ekonomi modelidir ve bu model, düğünleri de etkisi altına almıştır. Düğünler, artık sadece iki kişinin bir araya geldiği mutlu anlar değil, aynı zamanda büyük bir tüketim ve gösteriş arenası haline gelmiştir. Tüketim kültürü, bireyleri sürekli olarak yeni ihtiyaçlar yaratmaya ve bu ihtiyaçları karşılamak için daha fazla harcamaya teşvik eder. Düğünler, bu kültürel dinamiklerin en belirgin örneklerinden biridir.

Mukesh Ambani’nin Düğünü

Toplumun kültürel yapısı ve eğitim seviyesi de düğünlerin sadelik ve gösterişini etkilemektedir. Düğünü bir statü aracı haline dönüştürmeye çalışan 3. dünya ülkelerinde tarihsel olarak mütevazi olan geleneksel törenlerin ihtişamlı bir yarışa dönüştüğüne sahne olunmaktadır. 

Örneğin Asya’nın en zengin insanı Mukesh Ambani’nin oğlu Anant Ambani’nin düğünü, bu fenomenin en çarpıcı örneklerinden biridir. Düğün, yaklaşık altı ay süren bir kutlama serisiyle başlamış ve Rihanna, Justin Bieber gibi ünlü isimlerin sahne aldığı bir görsel şölen halini almıştır. Ambani ailesinin düğünleri, sadece büyük bütçelerle değil, aynı zamanda gösteriş ve lüksle tanınır hale gelmiştir. Bu tür düğünler, sosyal medyada paylaşılan ve adeta bir tüketim ve statü göstergesi olarak kullanılan büyük etkinliklerdir.

Gösteriş ve Kültürel Değerler

Tüketim ekonomisinin etkisi altında düğünler, artık sadece kültürel bir gelenek olmaktan çıkmış, tüketim ve gösteriş aracı haline gelmiştir. Düğünlerde kullanılan mekanlar, kıyafetler ve organizasyonlar, genellikle sosyal statüyü ve maddi gücü sergilemek için tercih edilmektedir. Geleneksel kültürel ritüeller yerini, lüks ve gösterişe bırakmıştır. Düğün merasimleri çok parçalı yapılara, değişik malzemelere indirgenerek aşk ve sevginin anlamı da metalaştırılmıştır. 

Yatta, Katta Düğün Organizasyonları

Örneğin, Hindistan'daki düğünler genellikle renkli gösteriler, danslar ve büyük bir atmosferle tanınır. Ancak bu gösteriş, kapitalist sistemin bir parçası olarak, sosyal medyada daha fazla beğeni ve takipçi kazanmak için kullanılan bir araç haline gelmiştir. Gösterişin artması, kültürel ve geleneksel değerlerin geri planda kalmasına neden olmaktadır.

Yatta Düğün Organizasyonları

Yatta, katta, kırda, bağda, bahçede, salonda yapılan düğün organizasyonları, kurulan şirketler, değişik düğün konseptleri romantizmi bozarak düğünü gerçek anlamından uzaklaştırmıştır. Düğünler sadece bir kutlama değil, aynı zamanda büyük bir tüketim ve gösteriş olayı haline gelmesini sağlamaktadır.

Sosyal Medyanın Rolü

Sosyal medya, düğünlerin nasıl algılandığını ve yaşandığını önemli ölçüde etkilemektedir. Sosyal medya platformlarında paylaşılan düğün fotoğrafları ve videoları, genellikle en iyi anları yansıtıırken, bu da insanların düğünlerin gerçekliği hakkında yanıltıcı bir algı oluşturmasına neden olmaktadır.  Mutlu çiftler, çoğu zaman bu özel anları paylaşırken, zor zamanlarını veya içsel mücadelelerini paylaşmaktan kaçınmaktadırlar. Bu durum, sosyal medyada paylaşılan görüntülerin gerçekliğini sorgulama gerekliliğini ortaya koymaktadır.

Kültürel ve Sosyal Etkiler

Kapitalizmin düğünler üzerindeki etkisi, sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve sosyal düzeyde de belirgin bir değişim yaratmaktadır. Düğünlerin gösterişe dayalı hale gelmesi, kültürel ve geleneksel değerlerin azalmasına neden olurken, tüketim kültürünün ön planda olmasına yol açmaktadır. Çiftler, düğünlerinin sosyal medya ve toplum gözündeki imajını önemseyerek, bu süreci bir tüketim ve gösteriş aracı olarak kullanmaktadır.

Aşk ve Evlilik

Aşk ve evlilik, tarih boyunca çeşitli kültürlerde farklı şekillerde anlaşılmış ve uygulanmıştır. 

"Aşk" kelimesinin kökeni, Farsça "aşeka" kelimesine dayanır; bu kelime, sarmaşık anlamına gelir. Sarmaşık gibi, aşk da bazen karmaşık ve sarmaşık bir yapı arz eder.

Eski yüzyıllarda "kur yapmak" ifadesi, "sonucu uzatmak" anlamına gelirdi. Bu anlam, 16. yüzyıldan itibaren "flört etme" anlamına dönüşmüştür.

Bilinen en eski aşk mektubu, M.Ö 2500 yılına tarihlenen Mezopotamya’dan gelmektedir. Sümer kralı Kral Su-Sin'in karısına yazdığı taş tablet üzerindeki bu mektup, aşkın yazılı belgelerle ifade edildiği ilk örneklerden biridir.

İlk Evlilik Belgesi

Mezopotamya'da bulunmuş olan ilk evlilik belgesi, evliliğin resmi olarak kayıt altına alındığı en eski örneklerden biridir.

Balayının Kökeni

"Balayı" terimi, Kuzey Avrupa'da, kaçırılan kızların yerini sadece yiyecek ve bal getiren yakınlarının bilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu gelenek, düğün sonrası ilk günlerin özel bir şekilde kutlanmasını ifade eder.

1598 yılında "flört" kelimesi "dalga geçmek" anlamına geliyordu. Ancak, sonraki 100-200 yıl içinde bu kelime "davet için arama" veya "kur yapma" anlamına dönüşmüştür.

Romalılar, düğünlerde bereket simgesi olarak kurabiyeleri ufalayarak gelinin başına atarlardı. Ayrıca, gelin ve damat aynı kurabiye parçasını paylaşırlardı. Bu gelenek, modern düğün pastasının köklerinden biri olarak kabul edilir.

Asurlular, nikahı gelinin başını örtmesiyle tescil ederlerdi. Bu uygulama, evliliğin resmi bir şekilde tanındığını gösteren eski bir gelenektir.

Eski Yunan'da, aşk evlilikten sonra başlardı. Damat, kaynanasına hediyeler alırken, kız babası çeyiz hazırlığı yapardı. Yunan kültüründe, evlilik ve aşk arasındaki ilişki önemli bir yere sahiptir.

Çin'de evlilik, aileler tarafından düzenlenirdi ve genellikle aşk yerine aile bağları ve çıkarlar ön plandaydı. Aileler, gençleri evliliğe teşvik ederdi.

Eski Mısır'da, özellikle firavunlar arasında, aile içi evlilikler yaygındı. Firavunlar, taht sevdası nedeniyle kız kardeşleriyle evlenirlerdi. Bu durum, halk arasında da görülmüş ve boşanma oranları düşük kalmış, kadın hakları ise gözle görülür şekilde ilerlemiştir.

Eski Yunan'da aşk, evlilikten sonra başlıyordu. Damat kaynanasına hediyeler sunar, kız babası çeyiz hazırlardı. Bu kültürel alışkanlık, evliliğin sosyal ve ekonomik yönlerini ön planda tutar.

Sümerler, evlilikte birçok kural ve yasa uygulamışlardır. Baba ve anne çocuklar üzerinde eşit haklara sahipken, eşler arasında eşit haklar yoktu. Erkek, aldatıldığında karısını ölüm cezasına çarptırabilir veya çocuk sahibi olamıyorsa boşayabilirdi.

2024'te (Ocak ayı fiyatları) Düğün Ne Kadar Tutar?


Düğün Masraf Listesi Fiyat (TL)

Düğün Mekanı & Organizasyon(*)           150.000

Gelinlik                                                             20.000

Damatlık                                                      8.000

Düğün Fotoğrafı Çekimi                              7.000

Gelin Saçı & Makyaj                                    10.000

Gelin Arabası Kiralama ve Süsleme              6.000

Nikah Şekeri                                                     4.000

Düğün Davetiyesi                                             4.000

Gelin Aksesuarları                                     5.000

Evlilik Toplam Masraf                                 214.000 


25 Ağustos 2024 Pazar


ANKARALI ROCK GRUBUNUN KONSERLİ DÜĞÜNÜ






Ankara'da müzik yolculuğuna başlayan müzik grubu PANÇ'ın en mutlu günüydü 25 Ağustos. 

Grubun gitarist ve solistlerinden Doğa Geniş dünya evine girdi ve Oya Baştaş ile evlendi. 

Düğünde grubun verdiği konser büyük beğeni aldı. Önce Doğa Geniş, eşine yaptığı besteyi seslendirdi.  Ardından grubun solisti Oğuz Kaan Oruçoğlu parça seslendirdi. Doğa Geniş de eşlik etti.

Doğa Geniş'in kardeşi Deniz Geniş'in konuşması da büyük beğeni aldı.



 






 EİNSTEİN-MARİĆ SÖZLEŞMESİ VE ERKEN 20.YÜZYILDA ERKEK-KADIN İLİŞKİLERİ


KAPİTALİZMİN CİNSİYET ROLLERİ VE TOPLUMSAL NORMLAR




Nevin Bilgin 

Einstein’ın evliliği, hem kişisel hayatı hem de toplumsal yapılar hakkında önemli dersler sunan bir örnek olarak değerlendirilebilir. Einstein'ın eşi Mileva Marić ile olan ilişkisi, hem bireysel hem de toplumsal cinsiyet dinamikleri açısından dikkat çekicidir. Evliliklerinde yaşanan sorunlar, kadın ve erkek arasındaki güç dengesizliklerini, kapitalizmin ve toplumsal normların bireylerin hayatlarına etkilerini anlamak açısından önemlidir.

Kadın ve Erkek Arasındaki Tahakküm

Einstein ve Mileva'nın evliliği, 20. yüzyılın başlarındaki toplumsal cinsiyet rollerinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. 


Mileva, bir fizikçi olarak Einstein ile eşit bir şekilde akademik alanda yer almak istese de, toplumsal normlar ve Einstein’ın kişisel tutumları nedeniyle bu eşitlik sağlanamadı. Einstein’ın akademik başarıları ve ünlü kişiliği, Mileva'nın katkılarını gölgede bırakırken, Mileva'nın kendi kariyerine yeterince odaklanabilmesi de zorlaştı.


Bu durum, toplumsal cinsiyet tahakkümünü ve erkek egemenliğinin nasıl bireyler üzerinde baskı yarattığını göstermektedir. Kadınların, özellikle de entelektüel ve profesyonel alanlarda, erkekler kadar destek görmemesi, kadınların kariyerlerinin genellikle erkeklerin kariyerleriyle kıyaslandığında daha az öne çıkmasına neden olmaktadır. 

Kapitalizmin Etkileri

Kapitalizmin getirdiği ekonomik ve toplumsal yapılar da bu dengenin şekillenmesinde önemli bir rol oynar. 

Einstein ve Mileva'nın ilişkisi, dönemin kapitalist değerleriyle şekillenen bireysel ve toplumsal beklentilere örnek teşkil etmektedir. Kapitalist toplumlarda, genellikle erkeklerin ekonomik ve toplumsal alanlarda daha güçlü bir konumda olması, kadınların kendi potansiyellerini gerçekleştirmelerini zorlaştırır.

Einstein’ın bilimsel başarıları ve toplumsal statüsü, kapitalist sistemin bireylerin hayatlarında nasıl etkili olduğunu ve bu sistemin erkeklerin avantajına çalıştığını göstermektedir. 

Kadınların ise bu sistemde daha marjinal bir rol üstlenmeleri, onların entelektüel ve profesyonel katkılarının genellikle yeterince tanınmamasına yol açmaktadır. 




22 Ağustos 2024 Perşembe

 

SESSİZLİĞİN EŞKİYALARI (1) 




NEVİN BİLGİN

Sabahın ilk ışıkları ya da gecenin karanlığı mıydı hâkim olan? Zamanın diliminde, caddeler ve sokaklar köpeklerin egemenliğine teslim olurdu. Bir köpek sürüsünü görüp de caddenin bir yanından diğer yanına savrulurken, arabaların çarpmasına bile razı gelirdi insan. Kalp hızlanır, tedirginlik sarardı dört bir yanı. Köpekler topluca havlayarak gelir, kentin sokaklarında hüküm sürerdi. Kimileri kapitalizmin yeni kazancı mama paketlerine sığınıp, kimileri modern dünyanın yalnızlaştırdığı kalbine bir insan yerine bir köpeği ya da kediyi oturtmuştu.

Sabahları adımlarını dikkatle atmak zorunda kalırdın; durakta beklerken korkuyla etrafı kolaçan eder, köpeklerin yaklaşıp yaklaşmadığını kontrol ederdin. Gecenin karanlığı çöktüğünde ise köpeklerin sesleri birbirine karışır, apartman balkonlarına ve teraslarına hapsedilmiş köpekler ile sokaklarda kabadayılık yapan köpek çeteleri arasında bir yankı bulurdu. Gece, bilgisayar oyunlarındaki gibi insanı sinsi bir kaçışa, sokaklarda kaybolan bir gölgeye dönüştürürdü. Gecenin sessizliğine sığınmak ne mümkündü; son model arabasını son sürat deneyen, müziğin sesini sonuna kadar açıp pencereleri indirerek gecenin dinginliğini paramparça edenler vardı.

KOKEREÇCİLER VE YARIM EKMEK ARASI

Gece, sakladığı her şeyi gizleyebilirdi ama bu gürültücüleri saklayamazdı. Gün ışığında bir şehirde, herkesin gözü önünde, elinde sopayla hamile bir kadını öldüresiye dövenlerin, yanındaki seyircilerin dehşeti gelir akla. Gecenin sessizliğinde  insanlar, köşedeki kokoreççilerden ekmekarası alırdı.  Onlar gece oldu mu çıkar, yürüyen lokantalarıyla sokaklara tezgâh kurarlardı. 

Şehrin parklarına girilemezdi; köpekler yüzünden, emekliler gökyüzünü ve ağaçların görkemini seyrederek geçmişi anamazdı. Korku ve parasızlık, şehrin insanlarını birbirine yabancılaştırmıştı; yan kapıdaki ölümden, doğumdan bihaber kalır olmuşlardı.

Köyler ve ilçeler ise farklı bir âlemde miydi? Şehirlere bağlanmış, köylülükten çıkarılıp mahalleye dönüştürülmüş, ama neye dönüştüğü belli olmayan terk edilmiş hanelerle doluydu. Kapısına kilit vuran, odun kömür yakamayan yaşlılar, çocuklarının ya da parası varsa huzurevlerinin yolunu tutmuştu. Ekmek ve makarna poşetleri yoldaş olmuştu onlara. Sabahın ıssızlığı, gecenin sessizliği ülkemin her köşesinde kaybolmuştu.

LAĞIN KOKULARI, LOGAR KAPAKLARI, FARELER

Bir yaz günü, lağım kokusu logar kapaklarından metrelerce öteye kadar yayılırdı. Kediler, sevimli bakışlarıyla evlerin önünden kaybolmuş, anılarla birlikte silinip gitmişti. Şimdi kedi büyüklüğünde fareler gezinirdi sokaklarda. 

KOŞTURURKEN AKILDA PARA

Gündüz oldu mu arabalar son sürat geçer, insanlar koşuştururdu. Herkes fiyatlardan, pahalılıktan dem vurur; okumaz, yazmaz, sadece duyduklarına inanır olmuştu. Apartman ve evlerin tadilatları hiç bitmezdi; giren fayansı değiştirmeden, lavaboyu kırmadan çıkmazdı. 

Sokak ve caddelerde belediyenin hiç bitmeyen tamiratları, her yıl yenisi yapılan kaldırımlar insanın aklına Avrupa ülkelerindeki tarihi 1700'leri gösteren logar kapaklarını getirirdi. 

EL OVUŞTURAN ERKEKLER

Tadilat tadilat üstüne. Araba sıfır mı sıfır. Her şey filmlerdeki gibi olsun isterdi insanlar; tarlalarına villa kondurup yol geçiren, parasına para katmayı hayal eden erkekler, ellerini ovuşturur, gözlerini zenginliğe dikmiş beklerdi. Ne olmuştu onlara sahiden? Nerede kaybetmişlerdi gerçekliği? Ya da gerçeğin ta kendisi bu mu olmuştu değişen değerlerle? Zengin olmak? Zengin olup mutlu olmak. Zengin olup güçlü olmak. 

Günün birinde, sabahın ıssızlığını, gecenin sessizliğini yeniden bulacak mıydı bu şehirler, bu k köyler, ilçeler?

Kaldırımda ya da yolda hiç bitmeyen tamirat sesleri, işçilerin "ha ha, ho ho" nidaları yırtardı şehrin sessizliğini. Küçük bir yerdeyseniz, bu sesler bir an olsun peşinizi bırakmazdı. 11 caminin ezanı aynı anda değil de farklı zamanlarda yükselirdi semaya, ve köpekler, ezan sesine sebepsizce eşlik ederdi, bir hüzün korosu gibi. Benzin papalı diye elektirikli arabalar gelirdi sağdan soldan farkedemezdiniz sessizliklerinden. Devrilervermesine razıydı Anadolu insanı. Artık yok olmuştu onu şehre taşıyan belediye otobüsleri, Mehmet Emmi'nin dolmuşu. 

Caddeden gelen inşaat gürültüsüne, yeni taşınan kiracının bitmek bilmeyen tadilat sesi karışırdı. Üst kattakiler, sürekli koltuk çekip şarkı söyleyen komşular; bazen bir gece alemi, bazen de bir iç çekiş olurdu onların şarkıları. Gecenin karanlığına sığınmak ne mümkündü bu gürültülerin arasında.

İnsan, bu karmaşanın içinde nasıl huzur bulurdu ki? Gecenin sessizliğine kaçıp sığınmak, belki de en çok arzulanan şeydi; ama o sükûneti bulmak, bir hayale dönüşmüştü. Şehir, adeta bir yankı odası gibi, her köşeden seslerin birbirine çarptığı bir karmaşaya dönüşmüştü. Gece, insana huzur vaad ederdi ama onu da elinden almışlardı. Ne köpeklerin havlamaları, ne de camilerden yükselen ezan sesleri bu sessizliği getirebilirdi; çünkü sessizlik, çoktan bu şehrin sınırlarından sürülmüştü.



21 Ağustos 2024 Çarşamba

YENİDEN İNŞAANIN BEDELİ DOĞAL HAYATIN YOKOLUŞU

DEPREMİN ARDINDAN GELEN  ÇEVRESEL FELAKET





                            Asi Nehri Kıyısında kum ocakları

NEVİN BİLGİN 

Depremin yıkıcı etkilerinin ardından Hatay, hem fiziksel hem de çevresel olarak ciddi bir dönüşüm sürecine girdi. Yıkılan binaların, harabeye dönen yaşam alanlarının yeniden inşası için büyük bir seferberlik başladı. Ancak bu süreç, beraberinde başka yıkımları da getirdi. Enkaz kaldırma çalışmaları, çimento ve beton üretimi için açılan taş ocakları ve çevresel etkileri kontrolsüzce yayılan çimento fabrikaları, Hatay'ın doğal zenginliklerini tehdit eden yeni bir kriz doğurdu.



Deprem Molozları ve Milleyha Kuş Cenneti

Deprem sonrasında, bölgedeki molozların nereye döküleceği sorunu hızla büyük bir çevre krizine dönüştü. Yıkılan binaların enkazları, yerel yönetimlerin ve inşaat firmalarının iş birliği ile taşınırken, bu atıkların nereye döküldüğü konusu tartışmaların merkezine oturdu. Hatay'ın Samandağ ilçesinde bulunan ve kayıtlı 302 kuş türüne ev sahipliği yapan Milleyha Kuş Cenneti, bu krizin en net örneklerinden biri haline geldi.

Doğa Koruma Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nün koruması altındaki bu sulak alana, depremden geriye kalan moloz ve atıkların döküldüğüne dair haberler, bölgede yaşayan yaban hayatı uzmanları, kuş gözlemcileri ve çevreciler tarafından kamuoyunun dikkatine sunuldu. Emin Yoğurtçuoğlu gibi tanınmış kuş gözlemcileri, bu durumun yaban hayatı için büyük bir tehdit oluşturduğunu vurgulayarak, acil önlem alınması çağrısında bulundular.



Molozların bu tür koruma altındaki alanlara dökülmesi, ekosistemin dengesini bozarken, orada yaşayan kuşların yaşam alanlarını da yok etme tehlikesi taşıyor. Bu durum, sadece Hatay’ın değil, ülke genelindeki birçok doğa severin ve çevrecinin de tepkisini çekti. Milleyha’daki bu durum, insan eliyle yapılan tahribatın ne denli yıkıcı olabileceğinin bir kanıtı olarak hafızalara kazındı.

Çimento Fabrikaları ve Çevreye Yaydığı Tehdit

Hatay'daki deprem sonrası yeniden inşa süreci, bölgede faaliyet gösteren çimento fabrikalarının iş yükünü artırdı. Ancak bu fabrikaların çevresel etkileri, hem yerel halkı hem de çevreyi olumsuz etkiliyor. Çimento üretim sürecinde açığa çıkan toz ve gazlar, bölgedeki hava kalitesini ciddi şekilde düşürmekte. Özellikle solunum yolu hastalıklarına zemin hazırlayan bu kirlilik, fabrikaların yakınında yaşayan insanlar için büyük bir sağlık riski oluşturuyor.



Hava kirliliğinin yanı sıra, bu fabrikalar tarafından üretilen yüksek sesler, çevredeki yerleşim alanlarında yaşayan insanlar için rahatsızlık verici bir düzeye ulaşmış durumda. Gürültü kirliliği, günlük yaşamın kalitesini düşürmekte, uyku düzenini bozmakta ve uzun vadede psikolojik sorunlara yol açabilmektedir.

Çimento üretiminde kullanılan hammaddelerin, özellikle kalker ve marnın çıkarılması, doğaya verilen zararın başka bir boyutunu oluşturuyor. Bu hammaddelerin çıkarılması için dağların ve doğal alanların tahrip edilmesi, doğal kaynakların hızla tükenmesine yol açıyor. Üstelik bu süreç, su kaynaklarının da aşırı şekilde kullanılmasına neden olmakta, bu da çevresel sürdürülebilirliği tehdit eden başka bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.



Moloz Döküm Alanları: Hatay’ın Yeni Çevresel Sorunları

Deprem sonrası enkazın temizlenmesiyle birlikte ortaya çıkan büyük miktardaki moloz, Hatay'da yeni döküm alanlarının oluşmasına neden oldu. Antakya ilçesi Karlısu Mahallesi’nde kurulan moloz döküm alanı, günlük olarak binlerce kamyonun giriş yaptığı bir merkez haline geldi. Bu kadar büyük miktardaki molozun doğrudan çevreye dökülmesi, uzun vadede hem toprağın hem de yeraltı sularının kirlenmesine yol açabilir.

Molozların düzensiz şekilde dökülmesi, sadece doğal çevreyi değil, aynı zamanda bölgenin tarım arazilerini ve yerel halkın yaşamını da olumsuz etkilemekte. Toprak yapısının bozulması, tarım verimliliğinin düşmesine ve ekosistemin dengesinin bozulmasına neden olabilir. Ayrıca, moloz döküm sahalarının yönetiminde yaşanan eksiklikler, çevresel felaketlerin habercisi olabilir.



Çimento Üretimi ve Maden Ocaklarının Gölgesinde Hatay’ın Geleceği

Çimento fabrikalarının çevresel etkileri, sadece hava kirliliğiyle sınırlı değil. Deprem sonrası artan inşaat faaliyetleri, Hatay’da yeni maden ocaklarının açılmasına ve mevcut ocakların kapasitesinin artırılmasına neden oldu. Bu ocaklar, doğal alanların yok edilmesine ve ekosistemin geri dönülemez şekilde bozulmasına neden olabilecek bir tehdit oluşturuyor.



Asi Nehri’nin kıyısında açılan yeni ocaklar, nehir ekosistemini ve su kalitesini olumsuz yönde etkileyebilir. Üstelik, bu ocaklardan elde edilen malzemelerin çimento üretiminde kullanılması, Hatay’daki inşaat sektörünün büyümesi için önemli bir kaynak oluşturuyor. Ancak, bu büyümenin bedeli, ne yazık ki çevresel yıkım olarak geri dönüyor.

Hatay’ın yeniden inşa süreci, bir yandan şehrin ayağa kalkmasına ve halkın evlerine dönmesine yardımcı olurken, diğer yandan doğal hayatı ve çevreyi geri dönülmez şekilde tahrip ediyor. Molozların koruma altındaki alanlara dökülmesi, çimento fabrikalarının yaydığı kirlilik ve maden ocaklarının açılması gibi sorunlar, şehrin geleceğini tehdit eden büyük çevresel sorunlar olarak karşımıza çıkıyor.


                         BAŞINI KALDIR VE BAK

Mavi maviydi gökyüzü

Bulutlar beyaz beyazdı

Boşluğu ve üzüntüsü

İçinde ne garip bir yazdı 

(Ahmet Hamdi Tanpınar)



Ne zaman en son gökyüzüne baktınız? Bu basit soruyla başlamak istiyorum. Şehirlerin yüksek binaları, koşuşturmalarla dolu hayatlarımız, iş ve stres dolu günler… Hepsi bizi gökyüzünden koparıyor. Eskiden daha basit yaşamlar sürerken, gökyüzüyle olan bağımız daha kuvvetliydi. Bugün, pencerelerin arkasından, beton yığınlarının arasından görebildiğimiz kadarını görüyoruz. Gökyüzü artık bir avuç kadar küçük, erişilmesi zor bir mavi örtü haline geldi.

Günlük koşuşturmaların arasında, bir an durup gökyüzüne bakmayı ihmal ediyoruz. Oysa ki, gökyüzüne bakmak, hem ruhumuza hem de bedenimize iyi gelen bir eylem. Sadece birkaç dakika bile olsa, maviliklerin içine dalıp, bulutların şekillerine hayal kurarak bakmak, bir nevi meditasyon etkisi yaratabilir.

Gökyüzüne bakmak, aslında hayatı yavaşlatma fırsatıdır. Büyük şehrin koşuşturması içinde durup, sadece birkaç saniye bile olsa, o sonsuz maviliğe gözlerimizi dikip, hayal kurmak. Bir kuşun uçuşunu izlemek, bulutların peşinden gitmek… Bize unutturulan, hayatın ne kadar güzel ve dingin olabileceğini yeniden hatırlatır.

Hayatımızda ne kadar sık gökyüzüne bakıyoruz? Gökyüzünün değişen renklerine, bulutların dansına, gün batımının muazzam güzelliğine ne kadar zaman ayırıyoruz? Bu soruları kendimize sorup, belki de bugün birkaç dakika ayırıp, başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmalıyız.

Gökyüzüne bakmayı unutmayın. Çünkü belki de aradığınız huzur, o mavi boşlukta saklıdır.

 ASIRLARDIR BİTMEYEN TARTIŞMA: YASAK MEYVE VE AĞAÇ

ELMA MI, İNCİR Mİ, ÜZÜM MÜ? 



NEVİN BİLGİN 

" Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz. (Araf, 19)”

“Şeytan, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: Rabbinizin sizi bu ağaçtan alıkoyması melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir.” (Araf, 7/20)

Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın yasak meyveyi yemeleriyle cennetten kovulmaları, hem İslam hem de Hristiyan geleneğinde önemli bir hikaye olarak yer alır. Bu olay, insanın günah ve itaatsizlik ile yüzleşmesi ve dünyadaki varlığının başlangıcı olarak kabul edilir. 

Âdem ve Havva’nın cennetten kovulma hikayesi, farklı kutsal kitaplarda ve kültürel anlatılarda yer alan bir mitolojik olaydır. Bu hikayede, Âdem ve Havva, cennet bahçesinde yaşarken Allah tarafından kendilerine yasaklanan bir meyveyi yemeleri nedeniyle cennetten kovulmuşlardır. Yasaklı meyve ve giyindikleri ilk yapraklar hakkında farklı kaynaklarda çeşitli bilgiler bulunmaktadır.



Yasaklı Meyve ve Bilgi Ağacı

Kutsal kitaplarda geçen anlatılarda, yasaklı meyve genellikle “iyi ve kötüyü bilme ağacı” olarak bilinir. Tevrat’a göre bu ağaç, cennet bahçesinin ortasında yer almakta olup, Âdem ve Havva’nın yemeleri yasaklanmış olan meyveyi taşıyan ağaçtır. Ancak, bu meyvenin tam olarak ne olduğu konusunda farklı yorumlar bulunmaktadır. Hristiyan kültüründe, bu meyve sıklıkla elma olarak tasvir edilirken, İslam kültüründe meyvenin türü belirtilmez.


           https://www.ecenurak.com/yasak-elma-adem-havva-ve-lilith/


İlk Yapraklar

Âdem ve Havva, yasaklı meyveyi yedikten sonra çıplak olduklarının farkına varmışlardır. Bu farkındalık, onların utanmalarına ve vücutlarını örtme ihtiyacı hissetmelerine neden olmuştur. Kutsal kitaplara göre, Âdem ve Havva vücutlarını incir yapraklarıyla örtmüşlerdir. İncir yaprağı, bu nedenle, örtünmenin ilk sembolü olarak kabul edilmiştir.

Cennet Bahçesi ve Sembolik Anlamlar

Cennet bahçesi, hem İslam hem de Hristiyanlıkta, Tanrı'nın yarattığı, nimetlerle dolu bir yer olarak tasvir edilir. Bu bahçede, Hayat Ağacı ve Bilgi Ağacı olmak üzere iki önemli ağaç bulunmaktadır. Hayat Ağacı, ölümsüzlüğün sembolü olarak görülürken, Bilgi Ağacı iyi ve kötüyü bilme yetisini temsil eder.

Mitolojide ve Sanatta Yansımalar

Âdem ve Havva’nın cennetten kovulma hikayesi, sanat tarihinde de birçok kez işlenmiştir. Özellikle Orta Çağ ve Rönesans döneminde yapılan resim ve heykellerde, yasaklı meyve ve yapraklarla örtünmüş Âdem ve Havva figürleri sıkça görülür.

Minyatürlerde Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın Tasviri

İslam minyatür sanatı, tarih boyunca hem dini hem de edebi konuları betimlemiştir. Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın yasak meyveyi yemeleri ve cennetten kovulmaları da sıkça işlenen bir temadır. Bu sahneler, genellikle el yazmalarının içinde, tam sayfa veya yarım sayfa olarak, zengin detaylarla işlenmiştir.



Minyatür Kompozisyonları

Minyatürlerde Hz. Âdem ve Hz. Havva genellikle cennet bahçesinde, yemyeşil ağaçlar ve meyvelerle dolu bir ortamda betimlenir. Bu sahnelerdeki cennet, bereketli topraklar, çeşit çeşit çiçekler ve farklı türde ağaçlarla süslenmiştir. Minyatürlerdeki zengin renk paleti, bahçenin bolluğunu ve kutsallığını yansıtmak için dikkatle seçilir.

Hz. Âdem ve Hz. Havva, genellikle yarı çıplak olarak resmedilir. Vücutları ince detaylarla işlenmiş kumaş parçalarıyla örtülüdür, bu kumaşlar genellikle kat kat çizilir ve minyatürlerde kullanılan akıtma ve tarama teknikleriyle zenginleştirilir. Hz. Âdem'in elinde bir asa tutarken resmedilmesi, onun peygamberlik ve bilgelik simgesi olarak görülmesini sağlar. Hz. Havva ise daha zarif ve ince detaylarla işlenmiş, göğsü açık bir biçimde resmedilir. Havva'nın yüzündeki hafif tebessüm, onun daha hoşgörülü ve memnuniyet dolu bir ifadeye sahip olduğunu gösterir. Buna karşılık, Hz. Âdem daha düşünceli ve dalgın bir şekilde tasvir edilir.



Figürlerin Yüz Özellikleri ve Giysileri

Figürlerin yüz hatları, genellikle Orta Asya Türk tipi olarak bilinen yuvarlak yüzlü, badem gözlü ve ince dudaklı olarak çizilir. Saçlar ise uzun ve örgülü, özellikle Havva'nın saçları beline kadar uzanan, dikkat çekici şekilde tasvir edilmiştir. Figürlerin başlarındaki hareler, kutsallıklarını vurgulayan önemli bir detaydır. Bu hareler, genellikle alev biçiminde işlenir, bu da İslam minyatür sanatının Hristiyan ikonografisinden farklı bir yorum geliştirdiğini gösterir.

Hz. Havva’nın üzerinde yer alan küpeler, bileklerini süsleyen kalın bilezikler ve ayaklardaki halhal, dönemin kadınlarının takı tutkusunu ve bu tutkunun sanat eserlerinde nasıl yer bulduğunu gösterir. Havva’nın Hz. Âdem’e uzattığı eli, Osmanlı dönemi resim sanatında sıkça görülen ve daha sonra Levni'nin tek kadın portrelerinde devam eden bir detaydır; özellikle serçe parmağın havada kalması, bu sembolik anlatımın bir örneğidir.

Cennetteki Ağaçlar ve Meyveler

Cennet bahçesindeki ağaçlar, her türlü meyveyi barındıran, görkemli ve bereketli olarak tasvir edilmiştir. Bu ağaçlardan biri, yasak meyvenin yer aldığı İyi ve Kötü Bilginin Ağacı’dır. Minyatürlerde bu ağaç genellikle bahçenin merkezine yerleştirilir ve etrafında diğer meyve ağaçlarıyla birlikte tasvir edilir. İyi ve Kötü Bilginin Ağacı’nın meyvesi ise genellikle elma olarak temsil edilmiştir, ancak bu elmanın rengi ve şekli çeşitli sanatsal yorumlara göre değişiklik gösterebilir.

İblis'in Tasviri

İslam sanatında yılan figürü, genellikle Yahudi ve Hristiyan ikonografisinden farklı olarak daha az kullanılmıştır. İblis’in Hz. Âdem ve Hz. Havva’yı kandırdığı sahnelerde ise İblis, insan formunda veya bazen yarı insan yarı hayvan olarak tasvir edilebilir. Bu tasvirler, minyatürün işlendiği dönemin sanat üslubuna ve eserin ait olduğu kültürel bağlama göre değişiklik gösterir.

İlk insanın yasak meyveyi yemesiyle cennetten kovulması, insanoğlunun bilgiye açılmasını simgeler. Bu mit, semavi dinlerde de yer alır. Kuran’da yasak meyvenin ismi geçmez, ancak sembolik olarak insanın kozmik bilgiden uzaklaşmasını ifade ederb Türk mitolojisinde de ilk insanın yaratılışı ve yasak meyve motifi bulunur. Yasak meyve, ezoterik bilginin kaybı ve insanın dünyevileşmesi anlamında önemlidir.

https://www.altayli.net/ezoterik-bilgi-kaynaginda-yasak-meyve.html

https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunigsfd/issue/53335/670371

https://dergipark.org.tr/tr/pub/tubar/issue/16977/177430

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1021038

https://www.kabala.info.tr/kutuphane/baruh-halevi-aslag/makaleler-baruh-halevi-aslag/iyi-ve-kotun

https://mitoloji.org.tr/yasam-agaci-hayat-agaci-ve-mitoloji/

https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-16670/cennet-bahcesi/

https://www.okudum.net/adem-ve-havvanin-cennetten-kovulma-hikayesi/