31 Mayıs 2025 Cumartesi

                ÇIKAR ÇÖPLÜĞÜ VE 

            VİCDAN DOLANDIRICILARI



NEVİN BİLGİN 

Günümüzde insanlar "günaydın" derken bile acaba bu selamdan ne devşiririm diye düşünüyor. Eğer selam verip çıkarına uygun değilsiniz, gözünü kaçırıp, hızlıca uzaklaşıyor yanınızdan.

Gözlerinin içiyle değil, cebinin içiyle konuşuyor artık insanlar. "İyi akşamlar" diyenin aklında “yarın buna ne işim düşebilir, belki bundan bir iş çıkar” hesabı var. 

Her kelimenin bir faturası var, taksitli sevgiler. Duygular değil, ihtiyaç listesi okunuyor.

Çocuklar bile "Anneciğim, babacığım" diye sarılırken artık içten değil, içgüdüsel faydacılıkla yaklaşıyor. Ne zaman ki o anne baba bir işe yaramaz hale gelir, işte o zaman evlatlık görevden istifa ediyor. Eyvallah bile demiyor.




Gönül vermek, sevmek, dost olmak için "yatırım araçları"na uygun olmanız gerekiyor. Günü gelince bozdurulabilmeniz için. 

Tanıştığın biri ya da uzun zamandır görmedin bir akraban hemen sorulara başlıyor: "Nerede çalışıyorsun? Ne kadar maaş alıyorsun? Aaa yurtdışında mı yaşıyorsun?" 

Hele yurtdışında yaşıyorsanız ve Türkiye'ye gelmişseniz. O cümleyi kurduğun anda çevrende bir anda yeni “dostlar” peydah oluyor.  Öyle bir ilgi gösteriyorlar ki,  sanırsın başkan adayıyız. Amaç net: Gezilecek yer, kalınacak bedava otel, hatta belki yurt dışı kargo taşımacılığı… 

Kendini bir anda "Avrupa hattı" gibi hissedersin. Uçak biletin yoksa bile onların planı hazırdır: “Senin yanına geliriz yaa bir gün, hep hayalimdi zaten .... görmek.”

Kafada tilki gibi planlar yapılır. Uçuş hazırdır. 

Sen de anlam veremezsin bu ani samimiyete. Meğer samimiyet değil, samimi çıkar ilişkisiymiş. Sosyal medyada selfieler, storyler… Onlar için senin yanında olmak bir tatil değil, içerik üretimi. "Bugün İsviçreli arkadaşımdaydım" pozları, “viski + dost sohbeti + manzara” üçlemesi…

İyi bir pozisyondaysan aramalar durmaz. “Canım yaa, ne zamandır aklımdasın.” 

Ama koltuğu bıraktığın an telefonlar sus pus. Titreşim bile atmazlar. Çünkü sen değil, görevin önemlidir. 

Ne yazık ki birçok insan koltuğa dost, kişiye turisttir.

Akrabaların desen ayrı bir alem. Senin maaşını sorar, araban var mı, markası ne, otomatik mi manuel mi? Hatta müsait bir zamanında “hangi deterjanı kullanıyorsun?”a kadar gelir. Ama “İyi misin?” diye soran yok. Sorarlarsa da laf olsun diye. Sırtına vurur, “Sen güçlüsündür be!” der. Çünkü ağlamanı bile kıskanır bazıları.

Komşunun biri yalnız yaşayan kişiye utanmazca sorar onu ne kadar kıracağını sinsice bildiği halde: “Senin ev kime kalacak?” Merak değil, miras hesabı yapar. 

O soruyu soran şahıs lüks arabasıyla ortalıkta gezer, devlettten yıllarca çalışmadan maaş alır, dışarda başka işler takip eder. Sorsan "danışmanım" der. Hayatı boyunca danışan kimse yoktur oysa ona. Devletin yakasına yapışmış, fişi çekilmeyen bir priz gibidir. 

Bu çıkar çöplüğünde, bu kirli ilişkiler mezarlığında insan bazen aynaya bile güvenemez. Çünkü aynada gördüğü yüz bile, bazen birilerinin menfaatiyle şekillenmiş olabilir.

Çıkarla sevilmek, hiç sevilmemekten daha ağırdır aslında. Çünkü en azından nefret samimidir. Sevgiymiş gibi yapılan çıkar ilişkisi ise tam bir vicdan dolandırıcılığıdır.




 "BİR İNSANA NE KADAR ACI ÇEKTİREBİLİRSEN O KADAR KOLAY TANRI ADINA KONUŞABİLİRSİN" 

TARİKAT (THE COLONY)  FİLMİ ÜZERİNE

Emma Watson’ın başrolünde yer aldığı Colonia (Tarikat) (2015) filmi, gerçek bir tarikat olan Colonia Dignidad, yani Haysiyet Kolonisi’ni konu alır ve bu yapının ardındaki karanlık sistemi gözler önüne serer. Dışarıdan bakıldığında dindar, yardımsever bir Hristiyan topluluğu gibi görünen bu koloni, aslında içerisinde çocuk istismarı, beyin yıkama, cinsel şiddet ve siyasi işkencelerin yaşandığı totaliter bir tarikat düzenidir.

NEVİN BİLGİN

Emma Watson'ın başrolünde yer aldığı The Colony (Colonia, 2015), sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda bir tarikat rejiminin ürkütücü gerçekliğini açığa çıkaran politik bir gerilim filmi.

Gerçek olaylara dayanan film, Şili’de Pinochet diktatörlüğü sırasında faaliyet gösteren Colonia Dignidad adlı gizli bir tarikatı merkezine alıyor. Tarikat lideri Paul Schäfer, Nazilerle bağlantılı, sapkın ve baskıcı bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Bu yönüyle film, hem psikolojik hem de politik bir tarikat anlatısı sunuyor.

Lena (Emma Watson), 1973 Şili darbesi sırasında sevgilisi Daniel’in gözaltına alınmasının ardından onu kurtarmak için gönüllü olarak “Colonia Dignidad” adlı tarikat yerleşkesine katılır. Ancak içeri girdikten sonra buranın sadece bir dini kamp değil, aynı zamanda işkence, cinsel istismar ve mutlak itaate dayalı bir cehennem olduğunu fark eder.



Kadının Bakışından Tarikat

Emma Watson’un canlandırdığı Lena, kurtarıcı rolünde. Film boyunca Lena'nın dış dünyadaki özgür, şehirli kimliğiyle tarikatın baskıcı, cinsiyetçi düzeni arasında keskin bir çizgi yer alıyor. 

Kadınların konuşması,  göz teması kurması bile yasak olan bir tarikat. 

Film, kadın dayanıklılığı ve iradesine dair güçlü bir anlatı da içermekte. 

Tarikatın Yüzü

Filmde  Paul Schäfer karakteri, gerçek hayatta da Nazi geçmişine sahip bir vaiz. Schäfer’in tarikatı, dine, disipline ve dış dünyaya nefret duymaya dayalı. Kıyafetler tek tip, kadınlar hizmetkâr, erkekler asker gibi hizalanır. Liderin sesi Tanrı’nın sesi yerine konulmaktadır,  onun söylediği her şey yasa yerine geçer.

Yapı totalitarizmin küçük bir modelidir.  Burada din, yalnızca bir araçtır, esas olan itaattir. Film bu yapıyı işlerken zaman zaman Almanya’daki Nazi dönemine, bazen de Şili’deki askeri cuntaya açık göndermelerde bulunmaktadır.

Dış dünya neredeyse tüm film boyunca ulaşılamaz bir hayal gibidir.

Tarikatın kurallarına uyanların yüzlerinde donuk bir teslimiyet, gözlerinde ise sönmüş bir ruh vardır. 

Tarikatlar ve Diktatörlük İlişkisi

Film yalnızca dini istismar temasını değil, devlet-tarikat işbirliğini de ifşa etmektedir.

 Colonia Dignidad, Şili hükümetiyle gizli anlaşmalar yapmış, muhaliflerin yok edildiği bir karanlık bölgeye dönüşmüştür. Bu yapı, tarikatların sadece bireysel zihinleri değil, devletleri de esir alabileceğini göstermektedir. 

Film, kurgudan çok, belgesele yaklaşan bir gerçeklik sunmaktadır.

“Bir insana ne kadar acı çektirebilirsen, o kadar kolay Tanrı adına konuşabilirsin"

FİLMİN LİNKİ

https://www.youtube.com/watch?v=hlm3wLwN-ac


30 Mayıs 2025 Cuma

 "YAŞAM ARSIZI"....belgeseli üzerine...


TOPLUMSAL YALNIZLIK VE SOSYAL DEVLETİN SORGULANMASI

BELGESELDE ESKİ BİR MİLLETVEKİLİNİN PAVYONA DÜŞEN ELİF'E EV AÇTIĞI DA İDDİA EDİLİYOR



Korumaya alınmayan, görmezden gelinen insanlar her türlü kötülüğe açık hale gelir. Yaşam Arsızı belgeseli, sadece bir ailenin değil, bir toplumun tümden çöküşünü anlatıyor. Bir trafik kazasında hem annelerini hem babalarını kaybeden üç kız kardeş... Kazadan sonra ikisi şizofreni teşhisi alıyor. Ama ne bir sosyal hizmet görevlisi, ne bir psikolog, ne bir devlet yetkilisi kapılarını çalıyor.

Akıl sağlıkları yerinde olmayan iki genç kadın, yıllarca Ankara sokaklarında, parklarda, terk edilmiş binalarda hayatta kalmaya çalışıyor. Ankara Güvenpark’ın tuvaletlerinde günlerce tecavüze uğramak… Gecenin karanlığında hiçbir güvenlik duygusu olmadan yaşamak… Bunlar kurgu değil. Bunlar yaşandı.

Sistem, bireyin yaşama hakkını, onurunu ve güvenliğini unuttuğunda ortaya çıkan tablo işte bu. Belgesel, sadece bir hikaye anlatmıyor; bize diyor ki: “Gör artık. Duy artık. Sırtını dönme.”



Nevin BİLGİN 

Yasemin Alkaya’nın yönetmenliğini üstlendiği Yaşam Arsızı (2008), Türk sinemasında nadir rastlanan türde bir belgesel-kurmaca örneği. Gerçek insanların kendi hayatlarını canlandırdığı bu film, toplumsal sistemin kıyısında unutulmuş bireylerin yalnızlıklarını ve bu yalnızlığa karşı verdikleri içsel direnişi anlatıyor.

Filmde anne ve babalarını aynı trafik kazasında kaybeden üç kız kardeşin yaşamı merkezde. Kazadan sonra ikisinin şizofreni hastalığına yakalanması, devletin sosyal hizmet mekanizmalarının işlemediğini açıkça gösteriyor. Bu kız çocuklarının annelerinin parçalanmış cekedini görmeleri, babalarının da aynı kazada ölmesi, izleyicinin içini burkan gerçeklik duygusunu artırıyor.

En büyük kardeş Elif, devlet memuru olmasına rağmen geçimini sağlayamıyor; kardeşlerine bakmak için önce gündelik işlerde çalışıyor, sonra çaresizce pavyonlarda çalışmaya başlıyor. Hem kardeşlerinin hem de kendi çocuklarının bakımını üstleniyor. Yalnızlık, burada sadece duygusal değil, ekonomik bir çöküş olarak da karşımıza çıkıyor.

      fotoğraf. Antrakt Sinema

Çünkü toplumun gözünde “aile yoksa, sorumluluk da yoktur.” Ama bu çocuklar hâlâ yaşıyor ve birileri onlara bakmak zorunda.

Sosyal Devletin Sorgulanması

Film boyunca en çok hissedilen şeylerden biri, sosyal devletin sorgulanması. Elif’in şu sözleri, devletin sorumluluk anlayışına tokat gibi çarpıyor:

“Ben kardeşlerime bakmak istedim. Ama asıl bir sosyal devlet, benim onlara bakmak istememe rağmen, ‘Hayır, sen bakamazsın, bu şartlarda onların bakımı sana bırakılamaz’ deyip, onları koruma altına almalıydı. Ama kimse ilgilenmedi.”

Bu itiraf, sosyal devletin sadece bir söylemde var olduğunu, uygulamada ise insanlar en savunmasız hallerindeyken ortada kimsenin bulunmadığını gösteriyor. Zihinsel dengesi bozulmuş, açıkça tedaviye muhtaç kız kardeşler Ankara Güvenpark tuvaletinle hortumla yıkanarak defalarda tecavüze uğruyor. 

Korumaya alınmayan toplumun yok saydığı bireyler, her türlü kötülüğe açık hale geliyor.

Başlarına gelen birçok olayın ardından Ürgüp'te bir bakımevine alınabiliyor yıllar sonra. 

Yıkıma rağmen varolmak

“Yaşam arsızı” ifadesi, sadece hayata tutunma çabasını değil; hayata rağmen yaşama direncini temsil ediyor. Filmde bu mücadeleyi en açık şekilde Elif üzerinden görüyoruz. Her şeye rağmen yaşamaktan vazgeçmemiş biri o. Sistemin dışında, toplumun uzağında, devletin umursamadığı bir yaşamda, kendi küçük evrenini kurmuş bir kadın.

Bu filmde aile mi önemlidir, birey mi, yoksa devlet mi? Aslında bu soruların da ötesinde bir gerçek var: İnsan. Çünkü sistemlerin unuttuğu şey, bireyin yaşama hakkı, onuru ve güvenliği. Film, bunu yüzümüze vuruyor.

Yaşam Arsızı, klasik anlamda ne bir sinema filmi ne de salt bir belgesel. O, bir çığlık. Devletin unuttuğu, toplumun görmezden geldiği, medyanın ilgisiz kaldığı insanların hikâyesini anlatıyor. Türk sinemasında belgesel türünün gücünü ortaya koyan önemli örneklerden biri olarak, izleyiciye vicdan muhasebesi yaptırıyor.

Belgesel,  sosyal devletin görevleri nelerdir sorusunu insanın yüzüne tokat gibi çarpıyor.

Bu filmi izlemek bir tercihten öte, bu topraklarda yaşayan bir birey olarak sorumluluk. Çünkü bu hikâyenin kahramanları yalnız değil, yalnız bırakıldılar. Ve belki, onları fark etmek bile bir başlangıçtır.


29 Mayıs 2025 Perşembe

 "ÇÖPÇÜLER"

BİR ŞARKININ PEŞİNDE, ERKİN KORAY MI, SOKAK ÇOCUĞU ALİ Mİ?

ÇÖPÇÜLER'İN KAYIP BESTECİSİ: SOKAK ÇOCUĞU ALİ



NEVİN BİLGİN 

"Dün gece çok aradım, aradım bulamadım

Kör olası çöpçüler, aşkımı süpürmüşler"

Çöpçüler şarkısının notaları kulağımıza geldiğinde, ilk akla gelen isim efsanevi sanatçı  Erkin Koray olur. Onunla özdeşleşmiş, Anadolu rock ruhuyla yoğrulmuş bir parçadır bu. Fakat çok az kişi bilir ki, bu şarkıyı aslında Erkin Koray değil, Sokak Çocuğu Ali bestelemiş ve ilk kez kendi kırkbeşliğinde seslendirmiştir.

Şarkının ilk adı “Aşkımı Süpürmüşler” olarak bilinir. 

Parça aslında derin bir hikâye anlatır. Sokak Çocuğu Ali’nin bahsettiği aşk herkesin düşündüğü gibi romantik bir sevgili değil, sigarası. Çöpçüler, sokaktaki o küçük bağımlılığı süpürüp götürürler, Ali ise ona yeniden ulaşamamanın acını çeker, yoksuldur, parası yoktur. 



Ancak yıllar sonra Erkin Koray’ın yorumuyla, güçlü gitarlar ve ritmik düzenlemelerle bambaşka bir ruh kazanır parça.  Şarkı, dinleyiciye kaybolmuş bir aşk hikâyesi gibi geliri; dizelerin arkasındaki gerçek anlam zamanla silinir. Ali’nin adı da öyle...

Artık herkes "Çöpçüler" şarkısının Erkin Koray’a ait olduğunu sanmakta. Oysa asıl besteci, 1970'lerin sokaklarında kaybolan bir figür. 



Bugün bu şarkının hikâyesini bilmek, müzik tarihine başka bir açıdan bakmamızı sağlıyor. Kaybolan besteciler, unutulan isimler ve hep başkalarının sahipliğinde anılan şarkılar... Çöpçüler, sadece bir melodi değil; bir sanatçının sessiz mirası aslında. 

Kaynakça: 

https://www.urfadasin.com/kor-olasi-copculerin-sahneden-mabede-donus-hikayesi

https://t24.com.tr/yazarlar/umut-beskirma/sokak-cocugu-ali-erkin-koray-nihan-belgin-copculer-in-60-yillik-hikayesi,46951

https://www.youtube.com/watch?v=GEfn3CW5uZU


 TEZGAHIN ALTINDAKİ DÜNYA

YURDUM PAZARLARINDAKİ HİLELER



Nevin BİLGİN 

Her seferinde “Bir daha gitmeyeceğim” dediğimiz ama haftaya yine yolunu tuttuğumuz yurdum pazarları…

Başlangıçta umut büyük: “Bu kez seçtirmeden almayacağım. Çürük mü çürük, yemem bu sefer!”


Ama yine pazarcı amcanın o sihirli kelimeleri devreye giriyor:

“Abla sana taptaze, abla sana bahçeden, abla sana özel!”

"Hoop dedik. Elleme abla, herkes ellerse mal mı kalır bizde"

Kendimizi suçlu hisseder çürüklere koymasına ses çıkarmayız. Susarız, pusarız...


Ve yine kendimizi maydanozun kök kısmından yapılmı, küçüldükçe fiyatı artmış  bir “yarım demet”le eve dönerken buluruz.

Domatesler kırmızı mı? Elbette. Çünkü kırmızı şemsiye altında satılıyorlar. 


Tartı mı? Ne kadar doğur tartıyor vicdanına kalmış. Bir de okunabilse, yönü hep kuzeyde. 


Patatesin altına gizlenen çürüğü ise eve gelince “sürpriz yumurta” gibi açarız.

Pazarcı, “Bana anne dedi, bana abla dedi, bana dayı dedi,” diyerek sanki aileden sayılmayı hedefler.


Kardeşim, sen bana ‘abla’ dedin ama çürüğü de koydun"  diyemeyiz. Dersek, dövmekten beter yapar diye susarız, pusarız. 

Sıcak yaz günlerinde ter içinde, kışta soğukta elleri çatlamış hâlde çalışırlar ama etiketi, fiyatı ürünün üstüne koymayı sevmezler. 

“Kaç para bu biber?”

“Abla sana 25, ama sana 20… Ama yan teyzeye 30 çektim, senin hatrına.”

Fiş, fatura? Yok. Para üstü? Genellikle yok. “Bozuk yok” bahanesiyle bir sakızla üstü tamamlanır. Kimi zaman da paranın üstünü verdim der sizi yalancı çıkarırlar. 


Sabah saatlerinde kilosu 40 TL olan kabak, akşam ezanıyla 15 TL’ye düşer.

“Aaa bu sabah 40’tı?”

 “Ablacım sabah o kabak başka kabaktı...”

Fiyatı pahalı olan malı ise "yarım" yazısını göremeyeceğiniz kadar küçük yazarak size kandırmayı amaçlar. Çoğu kişi farketmez bir kilo yerine yarım kilo alır ve evinin yolunu tutar. 

Yeşillikler, salatalıklar nereden alındığı belli olmayan sularla durmadan ıslatılır

Cuma olunca da tüm tezgâhları bırakıp camiye koşarlar. Pazar biter, savaş alanı başlar. Her yer ezilmiş domates, dökülmüş marul, kokular…Ve ilerideki seyyar tuvaletin keskin kokusuna karışır. Bir de tükürük köfteci yaktı mı ateşi, kokulardan koku beğenir insan. 


Yere yakın tezgah, yerden mikrop mu kapar kimse farkına varmaz, sorgulamaz da. 

Ama yine de...


Ne olursa olsun, her pazartesi, her cuma...

Elimizde torbayla, aklımızda pazarlıkla, gönlümüzde taptaze umutlarla yine o sokaklara döneriz.

Yurdum pazarcısı...

Hem şikâyet ettiğimiz, hem onsuz yapamadığımız…


 KAHVE BARDAĞINDA KENDİNİ ARAYANLAR KULÜBÜ

KÜÇÜK ALMAK YASAK, ORTA ALMAK AYIP, HERKES BÜYÜK İSTİYOR

NE Mİ? 



Nevin BİLGİN 

Sabah yürüyüşüne çıkmışsınız, güneş yeni doğuyor, kuşlar cıvıldıyor, derken...



Kaldırımın kenarında içinde kahveyle bırakılmış kova bir karton bardakda kahve görüyorsunuz. Biraz daha yürüdüğünüzde yine duvar kenarlarına içilmeden bırakılmış, neredeyse 1 litre gelecek kadar büyük bardaklarda içinde kahve de olan bardaklarla karşılaşıyorsunuz. 



Üstünde üç beş İngilizce kelime. İçinde kahveye benzer koyu bir sıvı. Üzerinde de rujun izini taşıyan dudak izleri. Kim  içmiş belli değil, ama içememiş o da belli.

Atılmış. Kenara. Gözümüzün önüne.

Ve insan ister istemez düşünmeden edemiyor:

Bu devasa koca bardak benzeri kovalar kimin ezikliğiyle dolduruldu?

Bir kahve zincirine giriyorsunuz. Karşınızda o klasik şapkalı, önlüklü çalışan:

“Hellöö, grande mi olsun, venti mi? Tall zaten küçük değil, karışmasın... Macchiato’ya ekstra şat ister misiniz? Badem sütüyle daha fit oluyor.”



Fit mi? Pardon ama insan içine yarım litre kahveyle gezince “fit” değil, sıcak termos gibi görünüyor.

Yani bu bardakları taşıyan gençlerin hepsinin elinde aslında içilmemiş bir içecek değil, içselleştirilmiş bir aşağılık kompleksi ve bilinçaltına yerleştirilmiş markalar, bu markaların yarattığı statüler var. 

Sanki o bardak, ne kadar yabancı kelime varsa o kadar “elitlik puanı” veriyor.

Üstelik bu bardaklar sadece kahve değil, birer statü göstergesi. 

Elde dolaştırılınca daha da bir statü kazanıyorsunuz sanki. 

“Ben orta boy sade Türk kahvesi içmem, benim içkim büyük boy fıstıklı kinoa köpüklü espresso shotlı mocha!” Eee? Sonuç? İçemeyip kaldırıma at. 

Afiyet bal şeker olsun.

Ve bu bardaklara o kadar para döken tayfa kim?

Aylık harçlığı babasından gelen öğrenciler...

“Bana sponsor olan sevgilim var” diyenler....

Ya da kredi kartı ekstresini “görmeyen”, harcayan, harcamakta haz ve statü arayanlar.

200 liraya bir şey alındı diyelim. Tüketilse bari. Ama koca kovayı tüketmek ne mümkün. Bir tanesi 5 kişiye yeter zaten. 

Yok. Yarım bırakılır çünkü aslında kimse ne içtiğini bilmiyor. Önemli olan o bardakla gezmek. İşlevi yok ama cool duruyor. 

Ve hiç kimse sormuyor:

Neden okullarda, kantinlerde, kampüslerde meyve satılmıyor?

Neden taze sıkılmış portakal suyu, süt bulamıyoruz?

Neden yoğurt satan bir tezgâh bile yok ama 15 çeşit espresso türevi var?

Çünkü meyve ‘havalı’ değil. Muzla story atamazsın. Yoğurtla cool görünemezsin. Ama elinde markalı bir kova kahve varsa...

İşte o zaman “global vatandaş”sın.Öyle mi acaba? 


Ya da en azından, küresel kafede sömürge statüsünde bir kahve taşıyıcısı.

Sonra yine geliyor o ses kulaklara:

“Grande mi olsun?  Venti zaten premium...”

Yani küçük almak yasak. Orta almak ayıp. Herkes büyük istiyor. 

Komplekslerimiz gibi büyük. 

Ama bilin ki bardak büyüdükçe, insanın içsel sorunları da büyüyor. 



28 Mayıs 2025 Çarşamba

        DOLMUŞİZM




Nevin BİLGİN 

Bir ülke düşünün… Ray yok ama ralli var.

Modern ülkeler raylı sistem kurar, otobüs seferleri dijital saatle işler, biletler QR kodla okur, fatura cebine düşer. 

Ama Türkiye’de işler başka: Bizde dolmuş var. Dolmuşizm var. 

Hem de başlı başına bir ulaşım değil, bir yaşam biçimi.

İngiltere metro hattını genişletirken, Japonya trenleri saniyesiyle işletirken bizde hâlâ para üstü “ön tarafa uzatılır.” Para elden ele geçer durur. 

Ulaşımda dijitalleşme mi? Olur olur... 

Önce şoför abinin bitcoin sohbeti ya da onun alacağı yolcuları alan önceki dolmuşçu arkaşını başka bir dolmuşçu arkadaşına telefonda anlatması, yani dedikodusu bitsin.

2024 yılındayız ama hâlâ para elle elle yolculuk ediyoruz. Ne bilet var, ne fiş, ne fatura. 

Kime ne ödedin belli değil, hatta nereye kadar gideceğini şoför bile bazen tahminle belirliyor. Biri 100 lira verir, biri 200 bozar, öndekinin elinde beş kişinin para üstü vardır. 

Mini bir banka şubesi gibi çalışır dolmuşun ön koltuğu.



Yolcusu azsa arabada 10 km hızla gider, sağ sola bakarak yolcu arar gözleri neredeyse apartmanların önünden insan toplayıp dolmuşun içine atacak kadar kızgındır. Yolcusu tıka basa doluysa ralliye yola devam eder. 

Avrupa’da insanlar trenle okula gider, bizde “Öğrenci misin?” sorusuna ezilerek cevap verir. Kimlik çıkarılır, bazen inandırıcı bulunmaz. 

O sırada şoför hala , telefonun diğer ucundaki dolmuşçu arkadaşına veryansın etmektedir:

– “Abiii önümü kesti ya! Tüm yolcuyu o aldı. Vallahi yazık!”

Burası Türkiye, burada dolmuşlar sadece yolcu değil, duygu da taşır.

Kimi dolmuşun dikiz aynasında çocuk patiği sallanır, kimisinde “Anama söz verdim hız yapmayacağım” yazılıdır — tabii bu yazının hemen altında 120 km hızla giderken müzik eşliğinde manevra yapılır.

Fonda Müslüm Gürses. Dolmuşun içindeki resimleriyle acı çekerek bakar insana. 

Bir kolunda uzun bir tesbih direksiyonu tutar. Diğer elinde telefon son durağa kadar konuşur şoför abi. Bir yandan da sinirle sürekli selektör yapar, kornaya basar. 


Bir yanda müzik çala,  bir yanda şoför abimiz telefonda kripto para yorumlarına döner: 

– “Abi soğuk cüzdana geçtin mi? Ben ,,, almayı düşünüyorum.”

20 kişi oturuyorsa, 20 kişide ayakta yolcu alınır, herkes sürtünmeli son durağa kadar nefes almmadan ayakta durur. Trafik polisleri tabi bu durumu görmezler nedense....

Dolmuşçuluk sistem değil, duygudur.

Plan değil, doğaçlamadır.

Dolmuşizm, gelişmekte olan ülkelerin doğaçlama çözümlerle yaşama tutunma biçimidir. Ama kabullenelim: artık bu sistem de yorgun.

Ve hâlâ şu yazıyı görürseniz bilin ki gerçek bir dolmuştasınız:

"Yer yok ama gel."


 DİJİTAL SÖMÜRGECİLİK, PLATFORM KAPİTALİZMİ VE SAVUNMASIZ İNSAN

VERİ SÖMÜRGECİLİĞİ NEREYE GİDİYOR? 

PEKİ NE YAPMALI? 

Dijital çağda sömürgecilik, toprak değil veri üzerine kuruludur.

Mücadelenin de şekli değişmiştir: Veri egemenliği, algoritmik adalet ve dijital demokrasi çağın yeni mücadele alanlarıdır


            Fotoğraf: Textumdergi

Nevin BİLGİN

Günümüz dijital ekonomisi, sadece teknolojiye dayalı bir üretim modeli değil, aynı zamanda küresel ölçekte bir güç ilişkileri ağıdır. Bu ağın merkezinde ise dijital platformlar yer almakta.

 Nick Srnicek’in Platform Capitalism (2017) adlı çalışması, bu dönüşümün hem ekonomik hem de politik yönlerini açıklıyor. Srnicek, dijital platformların yeni bir kapitalist model sunduğunu iddia ederken, aynı zamanda bu modelin sömürü biçimlerini yeniden ürettiğini ileri sürmektedir. 

Srnicek, dijital platformları beş kategoriye ayırıyor: reklam platformları (Google, Facebook), bulut platformları (Amazon Web Services), endüstriyel platformlar (GE, Siemens), ürün platformları (Apple), ve yalın platformlar (Uber, Airbnb). Bu platformlar, veriyi sermayeye dönüştürerek klasik üretim biçimlerinden ayrılıyor. Ancak bu, sadece ekonomik bir yeniden yapılanma değil, aynı zamanda bir veri sömürgeciliği sistemi.

Bu yapılar, küresel çapta veri toplayarak merkezileşir ve yerel ekonomileri veri üreticisine indirger. Örneğin, gelişmekte olan ülkeler dijital platformları kullanırken sürekli veri üretir, fakat bu veriler gelişmiş ülkelerdeki şirketler tarafından işlenir, satılır ve yeniden değerlendirilir. Bu durum, klasik kolonyal düzenin dijital bir yansımasıdır.

 DİJİTAL SÖMÜRGECİLİK NEDİR?

Dijital sömürgecilik, bilgi, veri ve algoritmaların küresel ölçekte bir avuç teknoloji şirketi tarafından kontrol edilmesi anlamına gelir. Afrika, Asya ve Latin Amerika gibi bölgelerdeki kullanıcılar, büyük ölçüde ABD merkezli şirketlerin altyapılarına bağımlıdır. İnternet erişimi, veri merkezi hizmetleri, arama motorları ve sosyal medya tekelleşmiştir.

Bu düzende, ekonomik artı-değerin büyük kısmı Kuzey’de birikirken, Güney ise veri sağlayıcı ve dijital tüketici konumunda kalır. Bu yeni sömürü biçimi, neoliberal politikaların dijital bir güncellemesidir.


NE YAPMALI?

Srnicek’e göre, bu platform düzenine karşı üç temel strateji öne çıkmaktadır:

a) Kamusal Alternatifler Geliştirmek

Devletlerin, veri temelli kamu platformları oluşturması gerekir. Örneğin ulaşım, barınma, eğitim gibi alanlarda Uber ya da Airbnb’ye alternatif kamu platformları geliştirilebilir. Bu, platform sosyalizmi olarak adlandırılabilir.

b) Platform Kooperatifçiliği

Çalışanların sahip olduğu platformlar sayesinde kar değil, ortak yarar hedeflenir. Bu model, hem sömürü ilişkisini ortadan kaldırabilir hem de demokratik bir üretim biçimi oluşturabilir.

c) Uluslararası Veri Adaleti Politikaları

Veri akışlarının düzenlenmesi ve gelişmekte olan ülkelerin veri üzerinde hak iddia etmesi için yeni hukuki çerçeveler gereklidir. Bu çerçevede, “veri egemenliği” ulusal bir güvenlik meselesi haline gelir.


Srnicek’in önerileri değerli olmakla birlikte, uygulamada ciddi engellerle karşı karşıyadır. Devletlerin yeterli teknolojik altyapıya ve bilgi birikimine sahip olmaması, kamu platformlarının geçiş sürecini zorlaştırabilir. Öte yandan, büyük teknoloji firmalarının lobi faaliyetleri ve dijital altyapıya sahip olmaları nedeniyle politik dönüşüm oldukça sancılı olacaktır.

Bu noktada, sadece ekonomik değil kültürel ve toplumsal farkındalık da gereklidir. Dijital okuryazarlığın artırılması, kullanıcıların veri bilinci kazanması ve dijital haklar konusunda örgütlenme şarttır.

https://textumdergi.net/platform-kapitalizmi/

https://www.oerproject.com/OER-Materials/OER-Media/PDFs/1200/Unit6/Opium-Wars-and-Economic-Imperialism

https://amt-lab.org/blog/2024/11/digital-colonialism-in-the-global-sphere

https://birikimdergisi.com/guncel/11570/platformlar-ve-platform-sosyalizmi-topluma-dair-neler-soyluyor


27 Mayıs 2025 Salı

 MİLYON DOLARLIK DUVARLARIN ARDINDA: CİLVELEŞMELER, HORULTULAR, KAVGALAR, MATKAP SESLERİ



NEVİN BİLGİN 

Kutu gibi binalar. Üst üste yığılmış daireler, yan yana dizilmiş rezidanslar, site içi evler... Aynı duvarlara yaslanmış ama birbirine yabancı hayatlar. Bu evlere girdiğinde kendisini özgür sanan ve panoptikonda yaşam süren hayatlar...

Komşuluk dediğin hâlâ var ama artık başka bir biçimde: Hem kültürel olarak uzak, hem eğitim olarak, hem de insanî olarak... Herkes birbiriyle iç içe ama kimse kimseye dokunamıyor.

Geceleri yatağa girdiğinizde, yan dairede ne olduğunu istemeseniz de duyarsınız. Birinin horlaması, ötekinin cilveleşmesi, bir başkasının kavgası... Gürültü paylaşımsızdır, izinsizdir, kendiliğinden bulaşır. Üst kattan çocukların koşuşturması mı dersiniz, alt kattaki televizyonun sesi mi... Tüm hayatlar, ince duvarların ardından size sızar.

Biri sigara içer, dumanı sizin salonunuzdadır. Biri oje sürer, kokusu sizin mutfağınızdadır.

 Aspiratörle çekilen her koku, sizin burnunuzdadır artık. Ne pişirilirse pişirilsin, siz de o yemeğin misafirisinizdir. 

Matkap sesi gün boyu sürer; çünkü birileri emeklidir ve belki de tek hobisi duvar delmektir. Öyle ya, zaman çok, sabır bol, duvar kalın ama ses geçiren cinsten.

Komşular vardır, ama paylaşamazlar. Bahçedeki asmanın yaprağı bile mesele olur. Küçük bir kırgınlıkta ağaçlar kesilir, çiçekler sökülür. Apartman yönetimi ise başlı başına bir dramadır. Kimin ne yaptığı belli olmayan toplantılar, herkesin istemediği halde para vermek zorunda kaldığı işler... Çatılar yapılır, mantolamalar yenilenir, çardaklar kurulur, otopark boyanır, peyzaj yapılır... Hepsi için bir bedel ödenir ama kimse neye niçin katlandığını tam olarak bilmez.

Asansörde karşılaşmak istemez artık insanlar. Mecbur kalırlarsa da yalnızca çıkarı olanlar "günaydın" der birbirine. Çünkü herkes herkesi aslında fazlasıyla tanır: Yan dairenin gürültüsünü, tartışmalarını, alışkanlıklarını... Kim kiminle ne yapıyor, kim ne düşünüyor; hepsi gözlemlenir, konuşulur, izlenir. Modern bir panoptikon kurulur her apartmanda; herkesin birbirine baktığı, kimsenin gerçekten görmediği bir düzen...

Ve tüm bu yaşantılar, bu kutucuklar... Milyonlara satılır. Alınır, satılır, kiralanır... Ama içindekiler hiç değişmez. Aynı yabancılık, aynı sesler, aynı kokular, aynı tahammülsüzlük.

Kutular değişir, ama insan hâlâ aynı darlığın içinde sıkışıp kalır.


TÜRKİYE, YAHUDİLER VE HOLOKOST: CORRY GUTSTADT’IN KİTABI



Nevin BİLGİN 

20.yüzyılın en büyük insanlık suçlarından biri olan Holokost, yalnızca failleri ve kurbanları değil, aynı zamanda seyirci kalanları da tarihin terazisinde tartmıştır. Türkiye, II. Dünya Savaşı sırasında resmî olarak tarafsız bir ülke olmasına rağmen, Avrupa’da yaşanan soykırımla çeşitli düzeylerde temas hâlindeydi. Corry Gutstadt’ın “Türkiye Yahudileri ve Holokost” adlı çalışması, bu temasın sınırlarını, biçimlerini ve ahlaki sonuçlarını sorgulayan derinlemesine bir incelemekte.

Alman-Türk ilişkileri, antisemitizm, vatandaşlık politikaları ve Türkiye’nin savaş sırasındaki diplomatik tercihleri, kitabın odaklandığı temel alanlar.

Gutstadt, kitabında iki temel sorunun peşine düşer: Türkiye, Avrupa’daki Yahudilere yönelik soykırımı ne ölçüde biliyordu ve buna karşı nasıl bir tutum aldı? Bu sorulara yanıt ararken, dönemin diplomatik belgelerine, arşiv kaynaklarına, kişisel mektuplara, Nazi Almanyası’nın propaganda faaliyetlerine ve Türkiye basınındaki yansımalara başvuruyor.

Özellikle Almanya’daki Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye Cumhuriyeti arşivlerindan belgeler de yer alıyor. 



Holokost Karşısında Türkiye’nin Tutumu

Türkiye, savaş boyunca resmî olarak tarafsız kalmakla birlikte, Almanya ile ekonomik ve diplomatik ilişkilerini sürdürmüştür. Gutstadt’a göre Türkiye’nin Holokost karşısındaki tavrı da bu “denge siyaseti”nin bir parçasıdır. Kitap, Türkiye’nin Nazi Almanyası’ndaki Yahudi karşıtı politikaları net şekilde bildiğini, hatta bazı durumlarda Türkiye vatandaşı Yahudilerin bile bu soykırıma kurban gittiğini ortaya koymakta. 

Vatandaşlık Politikası ve Dışlayıcı Uygulamalar

Kitapta dikkat çeken bir diğer nokta da, Türkiye’nin vatandaşlık politikalarının Yahudi toplumu üzerindeki etkisidir. Nazi Almanyası’nda yaşayan bazı Türkiye Yahudilerinin durumları, onların “korumasız” bırakılması da yeralmakta.

Bu süreçte antisemitizmin hem bürokratik hem de toplumsal düzeyde nasıl işlediğini, basın ve siyasi söylemler üzerinden analiz eder.

Kurtarıcı Mı?

Gutstadt,  Türkiye'nin binlerce Yahudiyi kurtardığı görüşünü de sorgulamaktadır. Kitap, bu tür anlatılar konusundaki arşiv belgelerine yer vermektedir. Bu konuya eleştirel olarak yaklaşmaktadır. 

Gutstadt’ın çalışması, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndaki “pasif iyilik” imajını sorgulaması açısından önemlidir. Ancak bazı eleştirmenler, yazarın Türkiye’ye karşı fazla sert ve tek yönlü bir yaklaşım içinde olduğunu da savunmaktadır. Örneğin, savaş koşulları, sınırlı bilgi akışı ve siyasi denge politikaları, Türkiye’nin eylemsizliğini tamamen ahlaki bir kusur olarak yorumlamayı zorlaştırabilir. 

Türkiye Yahudileri ve Holokost, yalnızca tarihçilerin değil, etik, siyaset bilimi ve insan hakları alanında çalışanlar için de bir kaynak niteliğinde. da dikkatle okuması gereken bir eser. 

Gutttstadt, Corry, Türkiye, Yahudiler ve Holokost


26 Mayıs 2025 Pazartesi

Kapitalizm: Kıl Üzerinden De Büyüyen Endüstri

Modernizm ve Denetlenen Beden

Kapitalizm, bedeni önce “kusurlu” ilan eder, sonra “çözümünü” satar.

                 https://www.vox.com/2015/5/22/8640457/leg-shaving-history

Nevin BİLGİN 

Bir kadının bacağını tıraş etmesi, yalnızca kişisel bir tercih midir, yoksa bir yüzyıllık sosyoekonomik mühendisliğin sessiz sonucu mu?

Modern kadının bedenini tıraş etme pratiği, kişisel bakımın ötesinde; moda endüstrisinin, tüketim kapitalizminin, patriyarkanın ve modern ideolojilerin kesişim noktasında şekillenen bir davranıştır. Oysa tarihin büyük bir bölümünde kadınlar bacaklarını ya da koltuk altlarını tıraş etmiyordu. Vücut kılları ayıp değildi, görünür de değildi. Giysiler örtüldükçe beden, kılıyla birlikte doğaldı. Ancak beden görünür olmaya başladığında, kıllar da "istenmeyen" hâle geldi.

1910’larda Başladı

20. yüzyılın başında, özellikle ABD ve Avrupa'da dansçılar ve aktrisler – sahne kostümleri gereği – vücutlarını sergilemek zorundaydı. 1915 yılında, Harper's Bazaar dergisinde ilk kez bir koltuk altı tıraş reklamı yayımlandı. Aynı dönemde, Gillette firması kadınlara özel ilk tıraş bıçağını piyasaya sürdü. Neden mi? Çünkü kadınlar için yepyeni bir pazara ihtiyaç vardı. Erkeklerin tıraş olduğu bir dünyada, kadınların bedenine yönelen bu yeni güzellik dayatması, kapitalizmin parfümlü paketidir.

https://www.vox.com/2015/5/22/8640457/leg-shaving-history

1920’ler–30’lar: Moda Kısaldı, Kıl Açığa Çıktı

Etek boyları dizin üstüne çıkarken, kolsuz elbiseler de gece hayatında popülerleşti. Bu da kadınların vücut kıllarını “sorun” hâline getirdi. Tıraş bıçakları, tüy dökücüler, kremler ve pudralar hızla yaygınlaştı. Çorap endüstrisi ise bu süreci örtmekte önemli bir rol oynadı: Koyu renkli, kalın çoraplar kılları gizlerken, 2. Dünya Savaşı’yla birlikte naylon kıtlığı başlayınca kadınlar çorapsız kalakaldı. Görünen bacak, tıraşı zorunlu hâle getirdi. Böylece "temiz bacak", "kadınsı bacak"la eşdeğer kılındı.

1946: Bikini ve Ağdanın Doğuşu

Savaş sonrası yıllarda, 1946’da bikini moda sahnesine çıktı. Ve kadının her yeri kapitalizmin ilgi alanına girdi. Ağda bantları, lazerler, tüy dökücüler, güzellik salonları... Tıraş, artık yalnızca bir bakım değil, bir sektör olmuştu.

 Kıl  Endüstrisi

Kozmetik sektörü, kadın bedeninin her bir milimetresine değdi. Vücut kılları bir “problem” olarak tanıtıldı, çözümü ise piyasada satılmaya başlandı. Tıraş bıçağı firmaları, kadınların “kusursuz ten” ihtiyacını üretip, çözümünü raflara koydu. Bu strateji, yalnızca ekonomik değil, ideolojik bir manipülasyondu: Kadın, kendi doğal halinden utanmalıydı. Ancak çözüm, marketteydi.

Feminizm ve Kılın Simgesel Direnişi

1970’li yıllarda, feminist hareketler kadınların vücutlarını özgürleştirmeye çalıştı. Kıl, patriyarkal güzellik normlarına karşı bir direnişin sembolüne dönüştü. Vücut kıllarını almamak, kadınların erkek bakışı için değil, kendileri için yaşama taleplerini sembolize etti. Ancak tüketim kültürü öyle güçlüydü ki; bu alternatif güzellik anlayışı kitlesel bir norm hâline gelemedi.

Modernizm ve Denetlenen Beden

Modern toplum, bedeni sadece güzellik değil; disiplin, kontrol ve üretkenlik nesnesi olarak da şekillendirdi. 

Michel Foucault’nun beden politikaları çerçevesinde, kılsız beden, düzenli ve kontrol edilen bireyin göstergesidir. "Bakımlı kadın", artık sadece estetik değil; çalışabilir, ilişki kurabilir, arzulanabilir, sosyal kabul görebilir bir varlık anlamına gelir.

Kadınların bacaklarını tıraş etmesi, bugün sıradan bir tercih gibi görünse de; moda, savaş, çorap, reklâm, endüstri, erkek bakışı, ve modernizmin iç içe geçtiği tarihsel bir zorunluluğun ürünüdür. Kapitalizm, bedeni önce “kusurlu” ilan eder, sonra “çözümünü” satar. Feminizm, bu döngüyü kırmak ister. Ama çoğu zaman, bizler bu iki kutbun arasında, kendi bedenimize ne kadar biz karar veriyoruz sorusuyla baş başa kalırız.

Kaynakça: 

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/780238

Foucault’da İktidar, Beden ve Özne Üçlüsü  

https://www.academia.edu/63254796/Foucault_ve_Beden

https://sosyolojikbaglam.org/wp-content/uploads/2020/12/DemirkanButler2020.pdf

https://iep.utm.edu/foucfem/

https://www.vox.com/2015/5/22/8640457/leg-shaving-history

https://tr.wikipedia.org/wiki/Gillette

25 Mayıs 2025 Pazar

 DUDAK BÜZMELİ, GÖZ DEVİRMELİ, LEOPAR DESENLİ, DAR PANTOLONLU, YÜKSEK TOPUKLU HABERLER

yerine

Yapay Zekalı Robot Spikerler ve Yeni Medya Düzeni



Nevin BİLGİN 

Bir zamanlar haber sunucuları, düzgün konuşmaları, net ses tonları ve sade kıyafetleriyle ekranlara çıkar; yalnızca haberi sunarlardı. Sabit bir kamerayla, ciddi bir duruşla izleyicinin karşısına geçerlerdi. Kimse ceketinin markasını, saçının nasıl olduğunu ya da eteğinin fiyatını merak etmezdi. Çünkü izleyici, haberi önemserdi, sunucuyu değil.

Ancak artık ekranlar farklı. Spikerler ayakta; ekranın köşesi değil, tamamı ayaktan onların görüntüsene ait.  Haberin içeriği arka planda kalırken, ön planda dar pantolonlar, yüksek topuklular, abartılı mimikler, leopar desenli elbiseler, dudak büzmeler ve göz devirmeler var. 

Sunucular artık kelimelerle değil, bakışlarla konuşuyor. "Ne dediğime değil, nasıl baktığıma bakın" der gibiler. Mimikler kasıtlı, pozlar bilinçli. Moda haftasından çıkmış gibi duran kıyafetlerle ekrana çıkıp "acı haberleri" bir bakış eşliğinde sunuyorlar.

Ve en kötüsü: işe yarıyor. Reytingler artıyor, sosyal medyada yorumlar uçuşuyor. Reklam gelirleri artıyor. 

"Bugün ne giymiş?", "Saçı ne güzeldi!", "Biraz fazla büzdü dudağını sanki…" Haber değil, dekor konuşuluyor. Olan bitene bakınca şu soruyu sormadan edemiyor insan:

Ekranda gerçekten haber mi var, yoksa biz hep birlikte bir gösterinin parçası mı olduk?

Kadın Spikerlerin Yükselişi

Görselliğin ön plana çıktığı bu yeni medya düzeni aslında uzun bir tarihsel sürecin ürünü. 1970'lerle birlikte Amerika'da ortaya çıkan bir durum. 

             Yapay zekalı robot spiker (Çin) 

Jean Enersen, Amerika'da hafta içi ana haber bültenini sunan ilk kadın spiker oldu. Onu 1976’da Barbara Walters izledi ve ABC Akşam Haberleri’nde ana haber spikeri olarak televizyon tarihine geçti. 1983 yılında Connie Chung, CBS Evening News’te görev alarak bir diğer ulusal haber kanalında ekranın merkezine oturan ikinci kadın oldu. 1999’da Diane Sawyer, Good Morning America programında eş sunuculuğa getirildi. Ve 2006 yılında Katie Couric, bir ulusal televizyon kanalında (CBS) tek başına haber sunan ilk kadın spiker olarak yeni bir dönemi başlattı.

Bu gelişmeler kadınların ekranda daha görünür olmasını sağladı, ama zamanla bu görünürlük içerikten çok dış görünüşle ölçülmeye başlandı. Kadın spikerlerin yükselişi bir yandan temsil gücünü artırırken, öte yandan onların ne giydiği, nasıl baktığı, hangi tonda konuştuğu gibi detaylar çoğu zaman söylediklerinin önüne geçti.

Ve Şimdi: Yapay Zekalı Robot Spikerler

Teknoloji hızla ilerliyor; artık haber spikerleri sadece insanlar değil. Çin’in devlet haber ajansı Xinhua, yapay zekâ destekli robot spikerleri devreye aldı. Qiu Hao adlı dijital spiker, kırmızı kravatı ve çizgili takım elbisesiyle gerçek bir yayıncı gibi başını sallıyor, göz kırpıyor ve jestlerle haberi sunuyor. 

7/24, yılın her günü yorulmadan haberleri iletebilen bu yapay zeka spikerler, ses tonu, mimikler ve jestler açısından canlı bir izlenim yaratacak şekilde geliştirildi.

Xinhua ve Çinli arama motoru Sogou tarafından geliştirilen bu yapay zekâ spikerler, makine öğrenimiyle gerçek sunucuların sesini ve hareketlerini taklit ediyor. Ama bu gelişme beraberinde yeni soruları da getiriyor:

·İnsan haber spikerlerine ne olacak?

·İzleyici gerçek mi, yapay mı ayrımını yapabilecek mi?

·Yapay zekâ spikerler, haberin tarafsızlığı ve etik durumu konusunda nasıl davranacak?

·En önemlisi, haber artık ne kadar gerçek ve ne kadar gösteri?

Medyanın yüzü değişirken, haber alma biçimimiz de kökten dönüşüyor. Ekranlarda artık sadece dudak büzmeli, göz devirmeli, şık giyimli spikerler değil; robotlar da olacak. Bu yeni düzen, izleyiciyi ne kadar bilgilendiriyor, ne kadar oyalıyor, zaman gösterecek.


https://www.google.com/search?q=%C3%A7in+de+yapay+zekal%C4%B1+robot+spiker&rlz=1C1GCEU_trTR1161TR1161&oq=%C3%A7in+de+yapay+zekal%C4%B1+robot+spiker&gs_lcrp=EgZjaHJvbWUyBggAEEUYOTIHCAEQIRigATIHCAIQIRigATIHCAMQIRigATIHCAQQIRifBdIBCDg3NDJqMGo3qAIIsAIB8QXmUuxIb8anNQ&sourceid=chrome&ie=UTF

Yapay zeka robot spikeri linki


24 Mayıs 2025 Cumartesi

 PSİKANALİZLE MİLLİYETÇİLİĞİ OKUMAK

Milliyetçilik terapi mi, nevrotik mi?

"YAŞAMAK GALİP OLMAKTIR”

İZZETTİN ŞADAN’IN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI

Psikiyatrist Dr. İzzettin Şadan, milliyetçiliği hem bir kolektif terapi aracı, hem de bir nevrotik savunma sistemi olarak tanımlıyor. 



Nevin BİLGİN 

Cumhuriyet’in erken döneminde şekillenen milliyetçilik tartışmaları, yalnızca siyasetçiler ve tarihçiler arasında değil, psikoloji, sanat ve edebiyat alanında da olmuştur.

Bu çok katmanlı ortamda öne çıkan isimlerden birisi de Dr. İzzettin Şadan’dır. Şadan, Türkiye’de psikanaliz akımının ilk temsilcilerinden biri olarak yalnızca klinik bir uzman değil, aynı zamanda ideoloji ve kimlik üzerine derin düşüncelere sahip bir entelektüeldir.



Freud’un hayattayken onunla doğrudan temasta bulunmuş, hatta Freud’un “bizzat yanında çalışmış ilk ve tek Türk talebesi” olarak anılmıştır. Bu yönüyle yalnızca Türkiye’nin değil, Avrupa psikanalitik çevrelerinin de ilgisini çekmiştir.

Freudyen Miras ve Türkçeye Katkıları

İzzettin Şadan, yalnızca kuramsal metinler üretmekle kalmadı, psikanaliz literatürünü Türkçeye kazandırmak için de çalıştı. İsviçreli psikiyatrist Eugène Bleuler’in, aynı zamanda C.G. Jung’un da hocası olan bu önemli bilim insanının Schizophrenie (Şizofreni) adlı eserini Türkçeye çevirerek 1929 yılında yayımladı. Bu çeviri, Türk tıbbı ve psikiyatrisi açısından tarihsel bir dönüm noktasıydı.

Bununla da yetinmeyen Şadan, Freud henüz hayattayken, yani 1934 yılında, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun çıkardığı “Yeni Adam” dergisinde psikanalitik makaleler kaleme aldı. Bu yazılar, psikanalizi yalnızca bir tedavi yöntemi olarak değil, aynı zamanda bireyin ve toplumun ruhsal yapısını açıklamak için bir felsefi araç olarak da gören yaklaşımının en açık göstergesiydi.



Milliyetçilik ve Orhun Dergisi’ndeki Anket

İzzettin Şadan’ın milliyetçiliğe dair en net ve çarpıcı görüşü, Orhun dergisinde yayınlandı. Dönemin önde gelen entelektüellerine yöneltilen “Milliyetçilik sizin için ne ifade ediyor?” sorusuna Şadan, şu yanıtı vermiştir: “Kendi milletimin en küçük menfaati için, bütün eşeriyen imhasına bile taraftarım.”

Bu ifade, yalnızca aşırı bir milliyetçilik değil, aynı zamanda psikanalitik bir dürtünün – yani yaşamak ve üstün gelmek arzusu –nun  dışavurumu olarak görülmüştür. 

Şadan’ın milliyetçilik anlayışı, bireyin hayatta kalma güdüsünün, millet düzeyine aktarılmış hâlidir. Onun için milliyetçilik bir fikir değil, varoluşsal bir savunma mekanizmasıdır.

Psikanalizle Milliyetçiliği Okumak

Şadan, bireylerdeki id – ego – süperego çatışmasını toplumlara da uyarlamıştır. Birey için id neyse, millet için çıkar odaklı güdüler odur. Bu bağlamda “eşeriyenin imhası” ifadesi, bir dış dünyaya yöneltilmiş psikanalitik saldırganlık olarak okunmaktadır.

Şadan’a göre millet, kolektif bir organizmadır; geçmiş travmaları, bastırılmış korkuları ve yüceltilmiş benliği vardır. Bu organizma, tehdit altında hissettiğinde kendini korumak ve yeniden tanımlamak için agresifleşir. Yani onun milliyetçiliği, tarihsel olduğu kadar nevrotiktir de.

“Yaşamak Galip Olmaktır” 

İzzettin Şadan’ın düşüncesinde öne çıkan temel ilke “Yaşamak galip olmaktır.” olmuştur. 

Tıpkı birey gibi millet de yaşamak, gelişmek, ayakta kalmak ve rekabette öne çıkmak zorundadır. Bu yüzden milliyetçilik, bir duygu ya da romantik aidiyet değil, bir savunma refleksi ve hatta bir saldırı güdüsüdür.

 İdeolojik Kimlik

Şadan’ın yazılarında bireysel patolojiler ile toplumsal kimlik bozulmaları iç içe geçmiştir. Ona göre bir bireyin yaşadığı nevroz, zamanla toplumun da yapısına sirayet edebilir. Bu bağlamda Şadan, milliyetçiliği hem bir kolektif terapi aracı, hem de bir nevrotik savunma sistemi olarak tanımlamıştır. 

Milletlerin tarihsel travmaları, onları ya içe kapanmaya ya da dışa saldırmaya itebilir. Bu, aslında bireydeki bastırılmış arzu ve korkuların, toplum düzeyine aktarılmış hâlidir. 

Dr. İzzettin Şadan’ın milliyetçilik anlayışı, Cumhuriyet’in erken döneminde sıradışı bir yere sahiptir. Onun düşüncesi, milliyetçiliği yalnızca kültürel ya da politik bir bağlamda değil, psikolojik, bilinçaltı ve patolojik bir düzlemde incelemiştir. 

Kaynakça: 

https://www.academia.edu/61156636/%C4%B0ZEDD%C4%B0N_%C5%9EADANIN_UNUTULMU%C5%9E_B%C4%B0R_MAKALES%C4%B0_R%C3%9CYA_VE_EFSANE_

https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmed-niyazi-ozdemir/izzettin-sadanin-dunya-gorusu-2036122

https://www.academia.edu/83154485/Turkey_Psychoanalyzed_Psychoanalysis_Turkified_The_Case_of_%C4%B0zzettin_%C5%9Eadan

https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2021/10/01/izzeddin-sadanin-unutulmus-bir-makalesi-ruya-ve-efsane/

https://www.yenisafak.com/yazarlar/mehmed-niyazi-ozdemir/ciddi-bir-filozofumuz-2035844


23 Mayıs 2025 Cuma

 GÖRÜNÜR OLMAK MI, GÖRÜLMEYE ZORLANMAK MI

LEOPAR DESENİNİN, TAYTIN VE AÇIK GÖBEĞİN ARDINDAKİ BEDEN POLİTİKASI

SİSTEM KADINI NASIL SÜREKLİ BAKILAN BİR NESNEYE DÖNÜŞTÜRDÜ? 

MİNİ ETEKLİLERİ KORUMA DERNEĞİ BİLE KURULDU

fotoğraf: Swist

Nevin BİLGİN 

Erkek egemen sistem kadını tarih boyunca iki biçimde konumlandırmıştır: ya saklamış, ya sergilemiştir. Ya evin duvarları ardına hapsetmiş ya da vitrinlere çıkarmıştır.  Kadınların ne giyeceğine dair verilen her karar, sadece bir “moda” tercihi değil, bir iktidar gösterisi, bir ideolojik yönlendirme ve çoğu zaman da beden üzerindeki bir denetim biçimi olmuştur. Kadının görünür olması, beğenilme arzusundan çok daha fazlasını içermektedir; bazen bu bir meydan okuma, bazen de sistemin kadını sürekli bakılan bir nesneye dönüştürmesinin sonucu olarak istenmeden edinilen bir vitrin kimliğidir.

Bugün sokakta leopar desenli elbise, tayt, göbeği açık bluz giyen kadınların varlığı, sadece bir stil seçimi değil; aynı zamanda modernleşmenin, bireyselleşmenin, sosyal medya etkisinin ve kadın bedeni üzerindeki kadim tartışmaların güncel bir yansımasıdır.

Mini etek, 1960’larda moda sahnesine çıktığında, kadınların hem kendi bedenlerine sahip çıkma hem de toplumla bir hesaplaşma biçimi haline gelmiştir. Kıyafetin kısalığı, özgürlüğün uzunluğunu temsil eder hale gelmiştir. Ne var ki bu yeni görünürlük, sistemin yeni bir tepkisiyle karşılaşmıştır. Bazı Avrupa ülkelerinde mini etek yasaklanmıştır. İngiltere’de "Mini Eteklileri Koruma Derneği" kurulmuştur.  Kadınların kıyafeti, yine kadının değil toplumun meselesi haline geldi. Erkek egemen bakış, kadın bedenini “korunması gereken” bir alan olarak kodlanmıştır. Aslında korunan, kadının bedeni değil, erkek egemen düzenin sınırlarıdır. 

Tarihten Bugüne: Kıyafetin Siyaseti

Kadın bedeni yüzyıllardır hem sakınılması gereken bir “ayıp” hem de cezbedici bir “objeye” dönüştürülmüştür.

Orta Çağ’da Vatikan, kadınların omuz ve göğüs dekoltelerini kısıtlamak için ahlak yasaları çıkarmıştır.

1920'lerde kadınlar pantolon giyince “erkekleşti” denilerek dışlanmıştır.

1960’larda mini etek, özgürlük simgesi olarak doğdu ama birçok ülkede “ahlaka aykırı” bulunarak kamusal alanda yasaklanmıştır.

1966’da İngiltere’de bazı kadınlar, mini eteğe yönelik saldırılar artınca “Mini Eteklileri Koruma Derneği” kurdu. Çünkü kıyafet bir mesaj ve görünürlük hakkı olmuştur.


Tayt, Leopar, Göbek: Ne Anlatıyorlar?

Bugünün taytı, leoparı ya da göbeği açık tişörtü, geçmişin korse ve duvakları kadar politiktir. Çünkü hâlâ aynı sorular soruluyor:

“Bu kadın neden böyle giyiniyor?”, “Kimi kışkırtmak istiyor?”, “Saygı istiyorsa böyle giyinmesin!”

Bu soruların ardında yatan düşünce şudur:

Kadının bedeni kamusal bir mesele, hatta bir tartışma alanıdır.

Oysa kadının görünür olması, beğenilme arzusundan çok daha fazlasını içerir. Bazen bu bir meydan okuma, bazen de sistemin kadını sürekli bakılan bir nesneye dönüştürmesinin sonucu olarak istenmeden edinilen bir vitrin kimliğidir.


Bedenin Sahibi Kim?

Bu noktada en hayati soru karşımıza çıkar:

Kadın kendi bedenini mi sergiliyor, yoksa sistem mi onu görünür olmaya zorluyor?

Bu sorunun yanıtı çok katmanlıdır:

·Bazı kadınlar için görünürlük, kendini ifade etme biçimidir.

·Bazıları için ise bu bir zorunluluktur; sosyal medyada beğeni alma, iş bulma, kabul görme gibi baskılar görünür olmayı dayatır.

·Bazen bu görünürlük özgürleştiricidir, bazen de yeni bir tutsaklıktır.


Tayt, mini etek, leopar desen ya da göbeği açık bir tişört, bu yüzden sadece kıyafet değil; bir kimlik ifadesi, bir beden politikası ve bir kültürel pozisyondur.

Kaynakça: 

dergipark.org.tr/en/download/article-file/1159947 

https://www.lottievjackson.com/mary-quant-mini-skirt-revolution

https://catlakzemin.com/ingiliz-mini-etek-boyunu-savunma-toplulugu/

https://goodintention.co/blog/the-history-behind-the-iconic-miniskirt-protest/

https://www.tarzinbu.com/blog/icerik/leopar-deseni-neyi-ifade-eder?srsltid=AfmBOooZOCrr29pLfsiGpZSBEBU03iMrwNUAiXwCEwzPxZZxu4rCf0k0


 SAÇ KESİYORLAR, FİŞ KESMİYORLAR: GÜZELLİK SEKTÖRÜNDE KAYITDIŞI ZENGİNLİK


Nevin BİLGİN 

Modern şehir hayatının vazgeçilmezi haline gelen kuaförler, güzellik merkezleri ve berber salonları... Kadınlar saçlarını kestiriyor, boyatıyor; tırnaklarına manikür, pedikür yaptırıyor. Erkekler her ay düzenli olarak berbere gidip saç ve sakal tıraşı oluyor. Peki tüm bu hizmetlerin karşılığında fiş veya fatura alınıyor mu?

Cevap net: Hayır.

Bugün bir kuaföre gidip saçınızı sadece uçlarından aldırmak isteseniz dahi 350 liradan aşağı bir ücret ödemek neredeyse imkânsız. Boya, kesim, bakım derken bazı kadınlar bu salonlara 1000 ile 15000 lira arasında ücret bırakıyor. Erkekler için durum farklı mı? Hayır. Jiletli ustura devri bitti, şimdi pilli makinelerle birkaç dakikalık tıraşa yine en az 350 lira alınıyor.

Ancak mesele ücrette değil. Mesele kayıt dışılıkta.

Bu işlemlerin kaçı resmi olarak kayda geçiyor?

Kaçı faturalandırılıyor, kaçında fiş veriliyor?

LÜKS ARAÇLAR, BELGESİZ GELİRLER

Bu sektörde faaliyet gösteren birçok işletme sahibi BMW, Mercedes, Porsche gibi araçlara biniyor. Kapısında vale hizmeti, içinde kahve ikramı, sosyal medyada profesyonel çekimler... Ancak bu lüks yaşamın faturası nereye kesiliyor? Devlete, yani bize, ne kadar yansıyor?

Bir vergi mükellefi sabahın köründe dükkan açıp her kalem satışını fişle belgelendirirken; güzellik salonları, kuaförler ve berberlerin büyük kısmı neredeyse hiçbir işlemini resmileştirmiyor.





Devletin denetim kurumları, bu sektöre neden yeterince odaklanmıyor? Neden bu kadar göz önünde, bu kadar lüks içinde yaşayan işletmeler incelenmiyor?

Bugün herhangi bir mahalle kuaförüne girin, alınan paranın belgesi yok. Tırnaklarınıza 350 liraya işlem yaptırın, fiş isteyen müşteriye şaşkınlıkla bakan çalışanlar göreceksiniz. “Fişiniz yok mu?” sorusuna çoğunlukla ya cevap yok, ya da “makine bozuk” cevabı geliyor.

ÇÖZÜM NE OLABİLİR?

Zorunlu fiş uygulaması: Hizmet karşılığı ödeme yapan müşteriye fiş ya da fatura verilmesi zorunlu hale getirilmeli, caydırıcı cezalarla desteklenmeli.

Mobil denetim ekipleri: Güzellik salonları ve kuaförler rutin ve ani denetimlerle kontrol edilmeli.

Vatandaşa teşvik: Fiş alan müşterilere vergi iadesi veya teşvik uygulanmalı, bu kültür desteklenmeli.

HAKSIZ REKABET BÖYLE BAŞLAR

Kayıt dışı zenginleşen bu sektör, hem devleti zarara uğratıyor, hem de vergisini ödeyen esnafla haksız rekabet yaratıyor. Herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı bu büyük sessizliğe artık son verilmeli.

Bu yazıyı okuyan herkese soruyoruz:

En son kuaföre, berbere ya da güzellik salonuna gittiğinizde fiş aldınız mı?