31 Ağustos 2025 Pazar

 HAVAYOLLARINDA YENİ DÖNEM: 

HER ŞEYİN BİR BEDELİ VAR

SU İKRAMI BİLE YOK VE FAHİŞ FİYATLI

EL ÇANTASI BİLE 3 KG AŞARSA PARA ÖDEMEK ZORUNDASINIZ

KABİNE AYRI, UÇAKALTI BAGAJA AYRI PARA ÖDEMEK ZORUNDASINIZ

İSTEDİĞİNİZ KOLTUK İÇİN EKSTRA PARA ÖDEMEK ZORUNDASINIZ

TV İZLEMEK İÇİN ÜYELİK, WİFİ İÇİN ÜYELİK PARASI ÖDEMEK ZORUNDASINIZ



Nevin BİLGİN 

Bir zamanlar gökyüzünde uçmak, insanlığın en büyük hayallerinden biriydi. Bugün ise bu hayalin maliyeti yalnızca bilet fiyatıyla sınırlı değil. Havayolu şirketleri, özellikle düşük maliyetli hatlarda, her şeyi adım adım ücretlendiren bir sisteme geçmiş durumda.

El bagajınız 3 kiloyu geçtiğinde kabin bagajı hakkınız bitiyor, ekstra ücret ödemeniz gerekiyor. Valiziniz için zaten ayrı bir bedel var; fakat iş bununla da kalmıyor. Check-in sırasında koltuğunuzu seçmek isterseniz, cam kenarı mı koridor mu sorusu artık bir tercihten çok, cüzdanınızı ilgilendiren bir meseleye dönüşüyor. Uçak içi internet kullanmak, film izlemek veya sadece bir şişe su almak dahi ek bir ücret gerektiriyor. Kısacası, gökyüzüne adım attığınız andan itibaren nefes almak dışında her şeyin bir fiyatı var.

Bu noktada şu soruyu sormak kaçınılmaz: Ulaşımı daha ucuz hale getirmek için yola çıkan düşük maliyetli havayolu modeli, gerçekten yolcunun lehine mi işliyor? Yoksa “ucuz bilet” algısının altında, yolcuları parça parça daha fazla ödeme yapmaya zorlayan bir sistem mi yatıyor?

İşin ironik yanı şu ki, yakında yolcuların kilosuna göre tartılıp ücretlendirileceği ya da tuvalet için turnikeler konulacağı söylense, çoğumuz şaşırmaz hale geldik.

Gökyüzünde özgürlük vadeden havayolu yolculuğu, bugün giderek daha çok bir tüketim zincirine dönüşüyor. Belki de asıl sorgulamamız gereken nokta şu: Uçmak, bir ihtiyaç mı yoksa havayolu şirketlerinin kârlılık oyununda bizi sürekli daha fazla harcamaya yönelten bir tuzak mı?

 Uçak Bileti Aldın Ama Gün Boyu Yollardasın

Neredeyse Her Uçuş İstanbul Aktarmalı

Yardım Saatlik Uçak Yolculuğu İçin Tüm Gün Gidiyor

Konfor Mu, Yük Mü?



Nevin BİLGİN 

Uçak yolculuğu, hız ve konfor vadeder; ancak Türkiye’deki havayolu deneyimi çoğu zaman bu vaadi boşa çıkarıyor. Çünkü uçak sadece gökyüzündeki bir yolculuktan ibaret değil, havalimanına ulaşmaktan başlayarak eve dönüşe kadar süren bir zincir. İşte bu zincirin halkaları, özellikle Türkiye’de, yolcunun belini büküyor.

Birçok şehirde havalimanları merkezden oldukça uzak konumda. Örneğin, Sabiha Gökçen’den Kadıköy’e ulaşmak bile zaman zaman uçuş süresini geçiyor. Anadolu şehirlerinde ise tablo daha da çarpıcı: toplu taşıma bağlantıları neredeyse yok, organize edilmiş bir raylı sistem bulunmuyor. 

Bu nedenle yolcu, yüksek fiyatlı HAVAŞ servislerine ya da astronomik taksi ücretlerine mecbur bırakılıyor. Yani bilet parasına eklenen bir “gizli ulaşım vergisi” adeta her yolcunun sırtına yüklenmiş oluyor.

Sorun bununla bitmiyor. Türkiye’de pek çok iç hat seferi İstanbul aktarmalı yapılıyor. Diyarbakır’dan Trabzon’a gitmek isteyen bir yolcu, önce İstanbul’a uçmak, orada saatlerce beklemek ve ardından tekrar uçağa binmek zorunda kalıyor. 


Bu durumda uçak, otobüsten daha uzun bir yolculuğa dönüşüyor; gününüz havaalanlarında bekleyerek geçiyor. “Hız” söylemi, kâğıt üzerinde kalıyor.

Örneğin, Denizli'ye uçakla Ankara'dan gitmek istediniz diyelim, İstanbul aktarmalı gitmek zorundasınız. Çardak Havalimanı merkeze 100 km'den fazla uzaklıkta. Ankara'dan sabah havalimanına giden bir yolcu ancak akşama Denizli'deki evinde olabilir. 

Dolayısıyla asıl sorgulanması gereken nokta şu: Uçak yolculuğunu kolaylaştırması gereken altyapı neden yolcuyu bu kadar zorlar hale geldi? Havalimanlarını şehir dışına yapmak bir güvenlik ve kapasite tercihi olabilir; ancak bununla birlikte ulaşım planlamasının yapılmaması, yolcunun cebinden ve zamanından çalıyor.

Türkiye’de uçakla yolculuk artık sadece bilet alıp uçağa binmekten ibaret değil. Havalimanı mesafeleri, toplu taşıma eksiklikleri, aktarma zorunlulukları ve yüksek ulaşım maliyetleri bir araya geldiğinde, uçmak çoğu kez “konfor” değil, “yük” haline geliyor.

 ATAERKİLLİK: VİKİNGLERDEN MİLLİYETÇİLİĞE



Nevin BİLGİN

“Ataerkillik” en basit tanımıyla erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu sistemli iktidar düzeni olarak tanımlanabilir. Bu düzen yalnızca aile içinde değil; ekonomi, siyaset, hukuk, savaş, din ve kültür gibi alanlarda kendini göstermektedir.

Tarih boyunca farklı biçimlerde karşımıza çıkar: Ortaçağ’daki Viking toplumlarında da, modern çağın milliyetçi hareketlerinde de.

Vikinglerde Ataerkillik

Viking Çağı (MS 790–1100) toplumu erkeklerin egemen olduğu bir düzen barındırıyordu. Kadınlar çiftlik yönetimi, ev işleri, ticaret gibi alanlarda etkindi; boşanma ve miras hakkı gibi bazı yasal haklara sahipti. Ama siyasal karar alma, savaş, hukuk ve toplumsal otorite büyük ölçüde erkeklere aitti.

Bununla birlikte bu düzen katı değildi; bazı esneklikler vardı. 



Örneğin 2017’de İsveç’te Birka adlı bir Viking mezarında yapılan DNA analizleri, savaşçı olarak gömülen kişinin kadın olduğunu ortaya koydu. Bu bulgu, “savaş yalnızca erkeklere aitti” düşüncesine meydan okudu. Yani ataerkil sistem baskın olsa da, zaman zaman kadınların da farklı roller alabildiği görülüyor.

Judith Jesch (İngiliz tarihçi, Viking çalışmacısı) ve British Museum araştırmaları da kadınların göç, kolonileşme ve ticarette önemli roller üstlendiğini ortaya koymaktadır. Tüm bunlar bize, Viking ataerkilliğinin tek biçimli olmadığını, bağlama göre değiştiğini gösteriyor.

              Deniz Kandiyoti

Deniz Kandiyoti (Türk asıllı, İngiltere’de çalışan feminist sosyolog) tarafından ortaya atılan “ataerkil pazarlık” kavramı işe yarar: Kadınlar bazı dönemlerde erkek egemen düzende tavizler vererek belirli haklar ve güç alanları kazanabilirler. Viking kadınlarının kimi durumlarda elde ettiği özerklik, bu pazarlıkların bir örneği sayılabilir.

Ataerkillik ve Milliyetçilik

Modern çağda milliyetçilik de ataerkillikle iç içedir. Ulus genellikle bir aile gibi düşünülür: “ana vatan”, “kurucu baba”, “ulusun evlatları” gibi metaforlar tesadüf değildir.

·Nira Yuval-Davis ve Floya Anthias (iki feminist araştırmacı) “Kadın–Ulus–Devlet” adlı çalışmalarında, kadınların ulusa üç şekilde eklemlendiğini söylemekte:

Biyolojik olarak: Ulusun çocuklarını doğururlar.

Kültürel olarak: Gelenekleri, dili, dini kuşaktan kuşağa aktarırlar.

Sembolik olarak: Ulusun “namusu” ve “onuru” kadın bedeni üzerinden tanımlanır.

Anne McClintock (Güney Afrikalı edebiyat kuramcısı) milliyetçiliğin daima toplumsal cinsiyet üzerinden kurulduğunu söylemektedir.  Ona göre ulus, “erkek kardeşlik” üzerine kurulur; kadınlar ise çoğunlukla “namus bekçileri” veya “anne figürü” olarak kurgulanır.

George L. Mosse (Alman-İsrailli tarihçi) ulusların “saygınlık” adı verilen bir ahlak düzeni yarattığını ve bunun da cinsellik ve cinsiyet normlarıyla sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu belirtmektedir. Yani hangi kadın ve erkek davranışının “makbul” sayılacağı, milliyetçi projelerin parçasıdır.

Sylvia Walby (İngiliz sosyolog) ataerkilliği kuramsallaştıran en önemli isimlerden biridir. Ona göre ataerkillik hane, devlet, işgücü, şiddet, kültür gibi birçok kurumda yeniden üretilir. Milliyetçi devletler de bu kurumlar aracılığıyla erkek üstünlüğünü sürdürür.

Viking toplumunda ataerkillik, erkek egemenliğine dayalıydı ama mutlak değildi; kadınların yer yer güçlü roller alabildiği örnekler vardı.

Modern dönemde milliyetçilik ise ataerkilliği yeniden üreterek kadınları ulusun “anneleri” veya “namus sembolleri” haline getirdi. Yani ataerkillik, hem tarihsel hem de ideolojik düzlemde sürekli değişerek ama özünü koruyarak varlığını sürdürmektedir.

Kaynakça: 

https://openaccess.city.ac.uk/id/eprint/21680/1/1990_Walby_Theorising_Patriarchy_book_

https://journals.sagepub.com/doi/abs/

https://www.worldhistory.org/article/1251/women-in-the-viking-age/

https://www.britishmuseum.org/blog/viking-women-warriors-and-valkyries

https://olli.media.uconn.edu/wp-content/uploads/sites/306/2024/03/Women-in-the-Viking-Age

https://www.reddit.com/r/RDTTR/comments/1ef6a59/milliyet%C3%A7ilik_erkek_egemen_ataerkil_bir_g%C3%B6r%C3%BC%C5%9F/

https://huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/erkeklik_ataerklik.pdf

https://demokratikmodernite.org/milliyetci-cinsiyetci-ve-iktidarci-iliskilerden-ozgur-es-yasama/


 1960'lardaki Monokiniye Ne Oldu?

Açık Kıyafet Cinselleştirme mi, Özgürleştirme mi?

Moda, Kapitalizm ve Siyaset İlişkisi

              fotoğraf: Wikipedi

Nevin BİLGİN

Moda, yalnızca estetik tercihlerden ziyade toplumsal, ekonomik ve politik yapıları yansıtan güçlü bir anlatı aracıdır. Açık, çıplak ya da kısıtlamalardan arınmış kıyafetler, kimi zaman cinselleştirmenin bir sembolü olarak tüketim kültürünün emrinde şekillenmişken; kimi zaman da özgürleşmenin ve bireysel ifadenin bir yüzü olmuşlardır. 

Cinselleştirme ve Özgürleşme 

Açık kıyafetlerin moda endüstrisinde cinselleştirme amacıyla kullanımı yaygındır: Kadın bedenini arzulanır hale getirme, tüketimi tetikleme ve erkek bakışına uygun nesneleştirme süreçlerine işaret eder. Örneğin, kadınlar açık kıyafetlerle daha flörtöz, daha seksi ve daha az güçlü olarak algılanabilmektedir. 

    Rudi Gernreich  fotoğraf: Wikipedia

Öte yandan, feminist hareketin belirli dönemlerinde bu tür kıyafetler özgürleşmenin sembolü olarak benimsenmiştir. Miniler, bikiniler, tanga gibi önce “müstehcen” görülen kıyafetler, 1960’ların toplumsal dönüşümlerinde kadın özgürlüğü ve beden özerkliği için sembolik bir araç haline gelmiştir. 

Rudi Gernreich: Moda Tasarımcısı, Politik Aktör

Rudi Gernreich, Avusturya doğumlu ve 1960’ların ABD’sinde aktif olan radikal bir tasarımcıdır. Çıkar amaçlı değil, politik mesaj taşıyan kıyafetler ortaya koymuştur. Transparan “No-Bra”, tanga, bikini altı üstü birleşim gibi yapısal özgürlük sağlayan tasarımları öne çıkmıştır. 

Monokini (1964)

1964’te Gernreich, “monokini” adıyla topless mayo tasarladı. Sadece bikini altından oluşan ve göğüsleri açıkta bırakan bu tasarım, bir protesto niteliği taşımaktaydı. Gernreich, monokiniye dair “Kadınların bikini üstlerini zaten çıkardıkları bir dönemde bu doğal bir gelişme” demiştir . Ayrıca tasarımın özgürlük, samimiyet ve kadınların bedeninin saklanmaması fikrini yansıttığını vurgulamıştır.

Monokini, büyük tepki çekmiş; Vatikan ve Sovyetler Birliği tarafından kınanmış, Fransız Rivierası yasaklamıştır.



Model Peggy Moffitt, bu tasarımı taşımanın politik bir ifade olduğunu belirtmiş, tasarımın “kadını seks objesi olarak görmek yerine özgürleştirmek” niyetinde olduğunu vurgulamıştır 

Moda, Ekonomi ve Sosyo-Kültürel Dönüşümler

Ekonomik şartlar ve sosyo-kültürel ortam, moda trendlerini şekillendirmektedir. 

·1920’ler: Savaş sonrası refah dönemi ve ataerkil kıyafet anlayışının çözülmesiyle etekler kısalmış, bedensel özgürlük öne çıkmıştır.

·1960’lar: Refah toplumu, gençlik hareketleri ve feminizmle birlikte Gernreich gibi yenilikçi tasarımcılar özgürleştirici moda yaratmıştır.

·Kriz dönemleri: Moda ya sade doğallığa (tasarruf) ya da dikkat çekici cinselliğe yönelir.

·Küreselleşme ve tüketime itme: Moda endüstrisi, bedenin arzulanabilirliğini satış stratejisine dönüştürerek hem özgürleşme hem cinselleştirme mesajlarını aynı anda pazara entegre eder. 

Moda Aracılığıyla Bedensel Özgürlük ve Kapitalizm

Açık kıyafetler hem cinselleştiren hem özgürleştiren semboller olabilir. Rudi Gernreich’in monokini gibi radikal tasarımları, belirli dönemlerde beden politikası ve özgürleşme arzusu ile şekillenmiştir. Ancak moda endüstrisinin kapitalist doğası, bu özgürleşmeyi ticarileştirerek tüketim maddesine dönüştürmüştür.

Kaynakça: 

https://fashionhistory.fitnyc.edu/1922-1985-rudi-gernreich

https://globalist.yale.edu/2022-2023-issues/the-politics-of-fashion-an-exploration-of-clothings-complex-role-as-the-fabric-of-our-socio-political-existence

https://radicalecologicaldemocracy.org/beauty-fashion-confronting-commodification-advancing-alternatives-part-

https://en.wikipedia.org/wiki/Monokini


30 Ağustos 2025 Cumartesi

 

DİE KANAKEN: MİSAFİR İŞÇİLERİN SESİ

CEM KARACA'NIN YASAKLI YILLARDAKİ ALMANCA ALBÜMÜ: ALMANYA'DAKİ TÜRK İŞÇİLERİ ANLATIYOR



Nevin BİLGİN 

Cem Karaca’nın 1984 yılında Almanya’da yayımladığı “Die Kanaken” albümü, yalnızca bir müzik albümü değil; göçmen işçilerin emeğini, yalnızlığını ve insanca görülmeyişini haykıran bir politik manifestodur. 1980 darbesi sonrası Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan Karaca, sürgünde olduğu Almanya’da bu kez memleket özlemini değil, oradaki işçilerin hikâyesini şarkılaştırdı.

Almanya, savaş sonrası büyümesini ayakta tutmak için Türkiye’den ve başka ülkelerden binlerce işçiyi çağırmıştı. Resmî adıyla “Gastarbeiter”, yani “misafir işçi” olarak gelen bu insanlar, yalnızca kas gücü olarak görülmüş; ağır, kirli ve en zor işlere sürülmüşlerdi. Cem Karaca, şarkılarında işte bu çelişkiyi dile getirir:

“İşçiler çağrıldı ama gelenler insandı.”

Bu dize, göçmen işçilerin yaşadığı en temel hakikati özetler: Onlar birer üretim aracı değil, duygu ve onura sahip insanlardı. Ancak ne işverenler ne de devlet, onların insanca yaşam hakkını gözetti. Ekonomi büyürken sırtlarına yüklenen ağır işlerle görünmez kahramanlara dönüşen bu insanlar, kriz geldiğinde ise kolayca suçlanan bir “öteki” oldular.

        fotoğraf ekşişeyler

“İş bolken bütün ağır ve pis işleri bizlere verdiniz,
ama sonra büyük kriz çıkınca suçlu ilan edilen biz olduk.”

Karaca, bu sözlerle misafir işçilerin nasıl günah keçisi yapıldığını acı bir şekilde anlatır. “Misafir” sözcüğü, bir ağırlama değil, bir dışlama ifadesidir: “Buradasınız ama bizim parçamız değilsiniz.”

“Aman aman misafir işçiler…”

Albümde tekrarlanan bu yakarış, hem bir ağıt hem de ironidir. Çünkü misafir işçiler aslında kalıcıydılar, çocukları orada doğmuştu, hayatlarını orada kurmuşlardı. Fakat ne tam anlamıyla Alman olabildiler ne de geldikleri memleket tarafından unutulmuşluk hissinden kurtulabildiler.

Albümün Önemi

“Die Kanaken”, yalnızca Almanya’daki Türk işçiler için değil, tüm göçmen emeğinin hikâyesini taşır. Politik iklimde sesi kısılmış bir sürgünün, Cem Karaca’nın, milyonlarca insan adına konuştuğu bir eserdir. Onun güçlü yorumunda hem isyan hem de derin bir hüzün vardır.

Bugün hâlâ Avrupa’da göçmen emeği üzerine süren tartışmalar düşünüldüğünde, Karaca’nın şarkıları güncelliğini yitirmemiştir. “Die Kanaken”, yalnızca geçmişin değil, bugünün de şarkısıdır: İşçiler çağrıldı, ama gelenler hâlâ insandır.

AMAN AMAN MİSAFİR İŞÇİLER

İşçiler çağrıldı ama gelenler insandı. Bizim emeğimize ihtiyaç vardı, özellikle de en ağır işlerin başında. Ama insanlığımız kimsenin umurunda değildi.

Aman, aman, aman... Misafir işçiler...

İş bolken bütün ağır ve pis işleri bize verdiniz. Terimizi, bedenimizi, ömrümüzü kullandınız. Ama büyük kriz çıkınca suçlu ilan edilen yine biz olduk.

Aman, aman, aman... Misafir işçiler...

 SESSİZLİK DİZİSİ ÜZERİNE

SESSİZLİĞİN GÜRÜLTÜSÜ

ÇOCUKLARA VE GENÇLERE KULLANILAN İLAÇLAR, TRAVMALARA YAKLAŞIM VE ÇOCUKLARIN SOSYAL KORUMASI ÜZERİNE

        Fotoğraf: Netflix

Nevin BİLGİN 

Sessizlik adlı psikolojik dizi, yalnızca bir karakterin hikâyesi değil; aynı zamanda toplumun çocuklara, adalet sistemine ve psikiyatrik müdahalelere bakışını sorgulatan derin bir anlatı. Dizinin merkezinde yer alan Sergio, ailesinin ölümüyle suçlanan ve sekiz yıl boyunca tek kelime etmeyen bir gençtir.

Onun bu sessizliği, toplum için bir itiraf, otoriteler için suçun kanıtı, ama aslında travmanın ve içe kapanışın bir ifadesidir. Sessizlik, burada yalnızca bir bireysel tercih değil; sosyal hizmet sisteminin, adalet mekanizmasının ve yetişkinlerin çocuğu anlamaktaki başarısızlığının da sembolüdür. Sergio’nun suskunluğunu kırmaya çalışan psikiyatrist Ana Dussuel ise bilimin ışığında ilerlese de etik açıdan tartışmalı bir deney yürütür.

Sosyal hizmet alanındaki çocuklar için bu hikâye, ilginç yönler taşıyor.. Suçu işleyip işlemediklerinden bağımsız olarak, çoğu kez önyargı, etiketleme ve yetersiz destekle baş başa bırakılırlar. Sessizlikleri duyulmayan, travmaları anlaşılmayan bu çocuklar, koruyucu sistemin güvenli kucağına değil, çoğu zaman toplumun dışlayıcı bakışlarına teslim edilir. Çocukların teslim edildiği kişilerin dinle ilgili kuruluşlar olması ve çocukların burada da suistimal edilmeleri söz konusu olur.



Oysa çocukların sessizliği bir suçun değil, çoğu kez travmanın işaretidir. Bu noktada dizi, sosyal hizmet uzmanlarının ve psikolojik destek mekanizmalarının önemini izleyiciye güçlü bir biçimde hatırlatır.

Sergio’nun davranışları antisosyal kişilik bozukluğu çerçevesinde tartışılırken, aslında onun sessizliği ve duygusal boşluğu bir savunma mekanizması olarak da okunabilir. Ana Dussuel’in müdahaleleri ise modern psikiyatrinin karanlık tarafına ışık tutar: İyileştirme amacıyla yapılan her girişim, aynı zamanda etik sınırları zorlayabilir.

Bu bağlamda diziyi daha çarpıcı kılan bir diğer unsur da psikiyatrik ilaçlara yapılan göndermeler ve onların gerçek hayattaki karşılığıdır. Klinik araştırmalar, çocukluk döneminde kullanılan  ilaçların semptomları hafiflettiğini ve işlevselliği artırdığını gösteriyor. Ancak uzun vadeli yan etkiler, eksik veriler ve önyargılar hâlâ ciddi soru işaretleri barındırıyor. 

Gerçek yaşamdan örnekler ise bu karmaşayı daha da görünür kılıyor: Kimi gençler antidepresanların yaşamlarını dengelediğini, kaygılarını azalttığını söylerken, kimileri hızlı kilo alımı, duygusal donukluk ya da kimlik karmaşası yaşadığını dile getiriyor. Bu ikili tablo, ilaçların yalnızca bir çözüm değil, aynı zamanda dikkatle yönetilmesi gereken bir müdahale olduğunu kanıtlıyor.

Sessizlik, izleyiciye tek bir hikâye anlatmıyor; çocuğun sessizliğiyle toplumun sağır bakışını, psikiyatrinin bilimsel otoritesiyle etik sınırlarını, ilaçların iyileştirici gücüyle yan etkilerini aynı sahnede buluşturuyor. Dizi, bir yandan suç, adalet ve travma kavramlarını sorgulatırken, diğer yandan bize şu soruyu bırakıyor: Sessiz kalan gerçekten çocuk mu, yoksa onu duymayan koca bir toplum mu?


Yapım Bilgileri

·Orijinal adı: El Silencio (The Silence)

·Tür: Psikolojik gerilim, drama

·Yönetmen: Aitor Gabilondo

·Oyuncular:

oArón Piper (Sergio Ciscar)

oAlmudena Amor (Ana Dussuel)

oManu Ríos (Roa)

oAria Bedmar (Marta)

oRamiro Blas (Natanael)

·Yapım Yılı: 2023

·Ülke: İspanya


28 Ağustos 2025 Perşembe

 

NEDEN CRUISE GEMİLERİ KKTC’YE UĞRAMIYOR?


             limanlar foto: kitaplimanı.com

Nevin BİLGİN

Her yaz sosyal medyada aynı görüntüler dolaşıyor: dev cruise gemileri Ege’de bir limana yanaşıyor, turistler deniz taksileriyle adalara taşınıyor. Ardından gelen fotoğraflar hep aynı: masada euro ile satılan balık, salata, birkaç meze; arka planda mavi-beyaz boyalı evler, dar sokaklarda yürüyen turist kafileleri…

Ama nedense bu dev gemiler hiçbir zaman Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne uğramıyor. Oysa KKTC’de oteller var, alışveriş merkezleri var, limanlar var. Üstelik Yunan adalarının çoğunda cruise gemileri limana yanaşamazken, küçük teknelerle kıyıya çıkarılır yolcular. Yani teknik imkân açısından da Kıbrıs’ta büyük bir eksik yok.

Peki neden? Neden Girne limanına ya da Gazimağusa’ya bir cruise gemisi yanaşmaz? Neden Türk turistler bile Yunan adalarına yönelirken KKTC rotaya eklenmez? Neden Avrupalı turistler Santorini’den, Rodos’tan, Mikonos’tan fotoğraf paylaşırken Kıbrıs’ın kuzeyinde çekilmiş kareleri göremeyiz?

Aslında yanıt, sadece turizm politikalarında değil, siyasal gerçekliklerde gizli. KKTC’nin uluslararası tanınmaması, limanlarının ve havaalanlarının doğrudan uçuşlara kapalı olması, gemi rotalarını belirleyen büyük şirketlerin tercihlerine doğrudan yansıyor. Resmî anlaşmalar, liman kayıtları, sigorta ve ticari güvence konuları KKTC’nin dışlanmasının temel sebebi. Yani mesele sadece “neden uğramıyorlar?” sorusundan ibaret değil, “uluslararası görünmezlik” gerçeğiyle de ilgili.

Ama başka bir yönü daha var: pazarlama. Bugün Yunan adalarının restoranlarında euro ile ödenen o balık-salata menüleri aslında Kuzey Kıbrıs’ta çok daha ucuz, çok daha bereketli. Meze kültürü, deniz ürünleri, deniz kıyısındaki masalar, tarihi dokular… KKTC bu açıdan daha fazlasını sunabilir. Ama fark şu: Yunan adaları kendini bir “hikâye” olarak pazarlıyor. Kültür, nostalji, romantizm… KKTC ise bu hikâyeyi yeterince anlatamıyor.

Kısacası mesele hem siyasal hem de kültürel: Cruise gemilerinin uğramadığı bu topraklar, aslında uğranılsa doyumsuz deneyimler sunabilecek bir potansiyele sahip. Belki de en büyük eksiklik, KKTC’nin kendi hikâyesini dünyaya anlatacak güçlü bir turizm vizyonu yaratamaması.

Bugün sorulması gereken asıl soru şu:
Ege’nin adalarına her yaz binlerce turist taşıyan cruise gemileri, neden Girne’nin limanına bir kez olsun uğramıyor?

Ambargo: Limanların Siyasi Karanlığı

Türkiye’nin sadece 64 deniz mili uzağında, Doğu Akdeniz’in kalbinde yer alan KKTC limanları—özellikle Gazimağusa ve Girne—uluslararası deniz ticaretinde potansiyel merkezler. Gazimağusa Limanı, her türlü gemi türüne hizmet verebilecek kapasitededir; Girne ise Ro-Ro taşımacılığı ve deniz turizmi bakımından önemli bir destekçidir. Tersaneler de bakım-onarım ve yeni gemi inşasında bölgenin önemli noktalarıdır. Ancak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin uyguladığı tek taraflı ambargo, bu limanları uluslararası taşımacılıktan fiilen izole ediyor. Bazı gemiler bu limanlara uğradıklarında, Rum tarafına da uğramak durumunda kaptanları alıkonulmakla karşı karşıya kalabiliyor. Bu nedenle birçok uluslararası yük taşıma firması rotasını değiştirmeyi seçiyor.

Maliyetler Uçuyor: İthalat ve İhracat Çarpıtılıyor

Ambargo etkisiyle yük taşımacılığı yapan firmalar, KKTC limanlarına uğramak yerine Türkiye üzerinden dolaylı yollarla gönderi yapmak zorunda kalıyor. Bu da navlun (taşıma) fiyatlarını katlıyor; lojistik maliyetleri adeta iki katına çıkarıyor. Ayrıca sefer sayısının kısıtlı olması termin sürelerini uzatıyor, yatırımcısının kabusu haline geliyor

Resmi Tanınmama: Havaalanında Bile Yetki Kısıtı

Ercan Havalimanı bile uluslararası uçuşlara kapalı. Sadece Türkiye üzerinden dolaylı bağlantılara izin veriliyor. Bu, KKTC’nin turizm ve ticaret alanında uluslararası görünürlüğünü kısıtlıyor

Kültürel Eksiklik: “Girişimci Hikâye” Anlatılamıyor

Yunan adalarının sahillerinde oturup euroyla çok maliyetli bir meze tabağına bakan turistler, Kuzey Kıbrıs’ta çok daha uygun fiyatlara, daha zengin bir menü deneyimi yaşayabilirler. Deniz ürünleri, tarihi doku, alışveriş, kültür… Ama bu tablo yeterince pazarlanamıyor. Çünkü görünürlük yok.

Yemek fiyatları Yunan Adaları ve KKTC Fiyatları

Karşılaştırmalı Tablo (1 € ≈ 50 ₺)

BölgeMenü TürüKişi Başı (₺)
Yunan AdalarıEkonomik öğün500–750 ₺
Yunan AdalarıOrta seviye akşam yemeği~1 250 ₺
Yunan AdalarıGünlük yemek bütçesi~4 050 ₺
KKTCKahvaltı350–500 ₺
KKTCÖğle veya akşam yemeği500–1 000 ₺
KKTCGünlük harcama (ekonomik)~1 200 ₺
KKTCGünlük harcama (konforlu)~2 500 ₺

Kaynakça: 

https://turkdeniz.com/kktcdeki-liman-ve-tersanelere-uygulanan-ambargo-nedeniyle-lojistik-maliyetleri-iki-kat-artti

https://en.wikipedia.org/wiki/Economy_of_Northern_Cyprus

https://www.freightos.com/freight-blog/freight-rates-and-quotes/shipping-delays-and-cost-increases/



 'Her şey dahil' kabus mu?



Ve her şey dahil de sizi neler bekleyebilir?

Her şey dahil tatiller insanların çoğunluğu tarafında tercih edilen tatil türüdür.


Ancak tatili satın alan insanlar eğer oteli önceden bilmiyorsa, tur şirketini bilmiyorsa deneyimlemedi ise hep bir tedirginlik, tedirginlik sonucu da belli aksilikler yaşar.


Çoğu vatandaş bu tatilleri taksitle yıl  boyu ödeyerek alır oysa..

En ucuzu tek kişi 40/50 bin ( o da öncesinden alınmışsa), en pahalısı ( Bodrum gibi yerlerde) 500 bin leri bulur bir hafta tatilinin.


Ama gidince ne tür aksiliklerle karşılaşır; 

- Klimalar bozuktur çalışmaz

- Deniz manzarası yerine ara boşluk ve kayalık manzaralı

- Tuvaletin sifonu. duşun başlığı elinde kalır

- Tuvalet ve banyo kokusu her şeyi alt üst eder

- Çarşaflar bin kere söyleyince değişir

- Yer bezi yapmayacağız havlular vücudunuzda derin çizikler oluşturur

-Odadaki avizeye arılar oğul vermiştir

-Yatak bozuk olup bel fıtığınızı azdırır

- Odadaki klima bozuk çıkar

- Odadaki buz dolabı kağnı gibi çalışıp uyutmaz

- Tv deki kanallar otel sahibinin siyasi görüşünr göre ayarlanır

- Asansör ya küçüktür ya da bozuktur

-Odadaki halılar toz ve nem kokar

- Tuvalet kağıdını sürekli hatırlatarak istemek durumunda kalırsınız

- Normal oda aldığınız halde bungolava götürülürsünüz

- Tatile az zaman kala otelden aranıp sizi başka zaman ağırlayalım diyebilirler çünkü oda yüksek fiyatla başkasına satılmıştır

- Paranızı ödediğiniz halde tur şirketi sırra kadem basıp yeri ayarlamamıştır

-Otelin yanında inşaat ya da sesli müzik olan yerlerden kafanız şişer

- Aynı oda farklı kişilere tahsil edilmiştir

- Yemek, kahvaltı bitmesin, sinrlekler konmadan yiyeyim diye erken sıraya girmek zorunda kalırsınız

-Peynirler çok çeşit olsa sararmıştır, uzun süre beklemiştir, en ucuzundan tercihlerle önünüze konmuştur.

- Akşamdan kalan söğüşlerle akraba olursunuz görmekten

- Makarna ve pilav bolluğuna sosla saklanmış sert et yemekleri éşlik eder, içini yemiş karpuzu tabağa koymakta zorlanırsınız

- Her şey dahil denilip su dahil içecekler fahiş fiyatlı olur

- İçkiler dahil de sadece soda, ayran, cola ve birayla yetinirsiniz

- Yediğiniz salatadan mutlaka karnınız ağrır

- Evde yapınca yemediğiniz sulu muhallebinin 10 çeşidi sizi karşılar

-Tavuk pilav ikilisi rüyanıza girer, mezeler günlerce beklemekten kabuk bağlar

- Bazı durumlarda deniz km uzakta olur sıcakta plaja yürürsünüz

- Her şey dahil denildiği halde bazı durumlarda şezlong, şemsiye parası ödersiniz

-Plaj denilen yer bol taşlı ve kayalı haliyle ayaklarınızı yaralamıştır

- Havlusuyla sizden daha erken gelip şezlonga havlu atan 6 çocuklu ailenin havlularına bakarak sessiz kalmak durumunda olursunuz

- Havuz başında gürültünün 50 tonuyla karşılaşırsınız

- Otel çalışanları kaçak çalıştırılan kaçak işçiler olabilir


ve

Antalya'da 'her şey dahil' tatil de kabusa döndü: Oteli terk ettiler, çünkü çalışanlar para alamadığı için otelde ne yemek ne de temizlik yapılabildi. Başka bir haber Aydın'dan, diğeri Marmaris'ten böyle uzayıp gidiyor...

Siz ne gibi durumlarla karşılaştınız?

   Uçak kabinlerinin "dayanılmaz boşluğu"!!!



Duty free ( gümrüksüz alış veriş) geçişlerinde uçağa ellerinde çanta, paketlerle giren Türk yolcuların yerini artık 'ellerim bomboş' şarkısını söyleyen yolcular aldı. 

Uçak kabinlerinde boş yer olmaz yer bulamazdı eskiden insanlar.



Hele KKTC'den gelirken içki, sigara, çikolata alış verişleri yapılır kabin bagajları dolardı. Ama artık 'o eski halimden eser yok şimdi' ...


Sebeplerden birisi insanların içki ve sigarayı bırakması değil. Çocuklarına o güzelim çikolataları almayı bırakmaları değil.



Euro'nun TL karşısında 46 kat değer kazanması. 

Diğer sebep ise, uçak kabinlerinin  özellikle de Pegasus'un  artık kabin, koltuk yeri vs bilet fiyatı dışındaki fiyatlarla uçak yolcularına satılması. 

Eğer bir yolcu elinde çantası 30/40 cm ebadından büyük 3 kg ağırsa para vermek ve kabin bagajı almak zorunda. Uçaķ altı bagaj valizine ayrı para ( kilograma göre) ödemek durumunda kalıyor. 

Hatta koltuk seçimi için ayrı para vermek durununda.


Su fahiş fiyatla satılırken, uçağın içinde dizi, film, gazete, oyun oynamak isterse ayrıca para ödemek hatta üyelik almak zorunda. 


Yakında tuvalet de paralı olursa şaşırmamak lazım.

 KKTC’DE TOPRAĞIN YENİ HİKÂYESİ



Nevin BİLGİN 

Savaşlar, ekonomik dalgalanmalar, iklim değişiklikleri… Kimi şehirleri yok edip kimilerini yeniden kuran bu döngüler, insanlığın değişmeyen kaderi. Dün bağların, bahçelerin, tarlaların kapladığı topraklarda bugün mantar gibi evler yükseliyor. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de bu döngünün tam ortasında.

Her yer inşaat alanı, her yer arsaya dönüştürülmüş tarlalarla çevrili… Lefkoşa’da yeni yerleşim alanları açılıyor; ama asıl büyük hareketlilik İskele’de. Yüksek katlı apartmanlar, deniz manzaralı villalar, yabancı yatırımcıların gözdesi siteler… Kıbrıs’ın doğası betonun ve vinçlerin gölgesinde yeniden şekilleniyor.



İnşaatların kalbinde ise çoğu Afrika ve Uzakdoğu kökenli işçiler var. Geçmişte Ferdi Tayfur’un, Müslüm Gürses’in şarkılarının yükseldiği şantiyelerden bugün Afrika ezgileri duyuluyor. İş gücü değişiyor, melodiler değişiyor, şehirler değişiyor.



Bir yanda sürekli yeni evlerin peşinde koşanlar, diğer yanda çalışmaktan içinde oturmaya fırsat bulamadıkları beşinci, altıncı evlerini alanlar… Kapitalin, rantın ve hırsın döngüsü toprağın hafızasını siliyor.

Müşteriler arasında KKTC'dekiler değil Türkiye'den müşteriler daha çoğunlukta. Bunu İngiliz, İsrail vatandaşları izliyor. 



Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Büyük Şehirleri Takdim Ederim” şiirinin yankısı çarpıyor kulağa. Çünkü KKTC, küçük bir ada olmasına rağmen büyük şehirlerin kaderini yaşıyor: binalar, binalar binalar ve beton ormanları… Tıpkı şiirdeki gibi küçük köylerin mezarlığı bile yokken, büyük şehirlerin gölgesi bu adanın üstüne düşüyor.



Şairin dediği gibi:

“Öyle bir şehre yerleş ki, küçük fakat bizim olsun…

Her karış toprağına terin değsin.”

Oysa Kıbrıs’ta toprağa ter değil, daha çok beton dökülüyor. Satılık tabelaları, havalimanından başlayan kumarhane ve otel reklamlarıyla birleşerek adanın kimliğini yeniden yazıyor.

Kıbrıs’ın geleceği bugün satılık ilanlarında, şantiye vinçlerinde, yabancı melodilerde gizli.


21 Ağustos 2025 Perşembe

 KIBRIS’TAKİ İNGİLİZ ÜSLERİ 

İngiliz burjuvazisinin tarihsel tatil yeri


          fotoğraf 24tv

Nevin Bilgin

Kıbrıs, jeopolitik konumu nedeniyle yüzyıllardır büyük güçlerin ilgisini çeken bir ada oldu. Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alması, hem Orta Doğu’ya hem de Avrupa’ya yakınlığı nedeniyle askeri ve stratejik açıdan kritik öneme sahip. Bu nedenle İngiltere, adayı Osmanlı’dan 1878’de kiralayıp 1925’te resmen sömürgeleştirdiğinde, Kıbrıs’ı yalnızca bir askeri üs değil, aynı zamanda Akdeniz’in cazip bir tatil durağı olarak da konumlandırdı.

İngiliz Burjuvazisinin Tatil Adası

Sömürge döneminden itibaren Kıbrıs, İngiliz burjuvazisinin gözde tatil ve emeklilik merkezlerinden biri haline geldi. Özellikle Girne ve Larnaka kıyıları, İngiliz yönetici sınıfının yazlık evler inşa ettiği bölgeler oldu. 1920’lerden itibaren İngiliz valiler, askerler ve sivil yöneticiler adanın doğal güzelliklerinden yararlanırken, ada giderek “Akdeniz’in huzurlu köşesi” olarak tanıtıldı.

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde de İngiltere’den gelen orta ve üst sınıflar, Kıbrıs’ı uygun yaşam koşulları ve ılıman iklimi nedeniyle bir tatil ve emeklilik cenneti olarak görmeye devam etti. Özellikle 1950’lerde adada sayıları artan yazlık köyler, İngiliz burjuvazisinin ada üzerindeki sosyal varlığının bir parçasıydı. Bu kültürel miras, 1974 sonrası kuzeyde İngiliz emeklilerin yerleşim eğilimleriyle de devam etti.

Askeri Yön: Ağrotur ve Dikelya

1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte İngiltere, adadan tamamen çekilmedi. Londra-Zürih Antlaşmaları uyarınca iki bölgede kalıcı olarak egemenlik hakkını elinde tuttu: Ağrotur (Akrotiri) ve Dikelya (Dhekelia). Bugün bu bölgeler, Egemen Üs Bölgeleri (Sovereign Base Areas – SBA) statüsünde, yani uluslararası hukukta doğrudan Birleşik Krallık toprağı olarak kabul ediliyor.

·Ağrotur (Akrotiri): Limasol yakınında, Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Orta Doğu’daki en önemli üslerinden biri. Soğuk Savaş’ta Sovyetler’e karşı gözetleme faaliyetlerinde, günümüzde ise Irak, Suriye ve Afganistan operasyonlarında kullanılıyor.

·Dikelya (Dhekelia): Larnaka’nın doğusunda, kara birlikleri ve lojistik için kullanılan üs. Aynı zamanda İngiliz askerî yönetiminin idari merkezi.

Çifte Kimlik: Tatil Adası ve Stratejik Üs

Kıbrıs böylece tarih boyunca çifte kimlik taşıdı: Bir yandan İngiliz burjuvazisinin tatil ve emeklilik mekânı, diğer yandan İngiliz ordusunun Doğu Akdeniz’deki ileri karakolu. Bugün bile Kuzey Kıbrıs’ta çok sayıda İngiliz yerleşimci ve emekli bulunurken, üsler NATO ve İngiltere’nin bölgedeki askeri varlığının temelini oluşturuyor.

Kaynakça: 

https://dergipark.org.tr/tr/pub/anasamasd/issue/85264/1507490

https://www.dw.com/tr/k%C4%B1br%C4%B1staki-i%CC%87ngiliz-%C3%BCsleri-brexit-masas%C4%B1nda/a-40930763

https://users.metu.edu.tr/kktctntm/KKTC_tarihi/ingiliz.html


20 Ağustos 2025 Çarşamba

 TOMRİS UYAR VE ONA AŞIK BÜYÜK ŞAİRLER: 

ÜLKÜ TAMER, TURGUT UYAR, CEMAL SÜREYYA, EDİP CANSEVER


        Fotoğraf. Ekşişeyler

Tomris Uyar, Türk edebiyatının en özgür ruhlu ve ilham verici kadınlarından biridir. Hem çevirmenliği hem de öykü yazarlığı ile edebiyat dünyasında derin izler bırakmış, aynı zamanda birçok usta şairin aşkını kazanmış ve şiirlerinde ölümsüzleşmiştir. 15 Mart 1941’de İstanbul’da doğan Tomris Uyar, Amerikan Kız Koleji ve İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü eğitimleriyle sorgulayıcı bir bakış açısı geliştirmiştir.

Çevirmen ve Yazar Kimliği

Tomris Uyar, edebiyat dünyasına yaptığı çevirilerle adım atmıştır. Virginia Woolf’tan Julio Cortázar’a, Agatha Christie’den Scott Fitzgerald’a birçok büyük yazarı Türkçeye kazandırmıştır. Ona göre çeviride esas olan, kelimenin doğruluğu değil, yazarın sesini doğru biçimde aktarabilmektir. Çevirmen kimliği, onun öykü yazarlığı ile birleşerek edebiyatın hem yaratıcı hem de eleştirici yüzünü temsil etmesini sağlamıştır.



İlk evliliğini Ülkü Tamer ile yaptı. 

Aşık Olduğu Dört Büyük Şair

1. Turgut Uyar

Tomris Uyar’ın en uzun ve derin ilişkisini yaşamış, onun hem hayat arkadaşı hem de ilham perisi olmuştur. Çiftin ilişkisi, şiir ve aşkın iç içe geçtiği bir dönemin simgesidir. Tomris’in desteği, Turgut Uyar’ın şiir dünyasında önemli bir yere sahiptir. Tanışmalarını Tomris Uyar şöyle anlatır:

“O da eşinden ayrılmıştı ve İstanbul’a gelmişti çocuklarıyla. Burada tanıştık. Asıl tanışmamız herhalde o, çünkü o zaman daha bir yakın oturup konuşma fırsatını bulduk ve mektuplaşmaya başladık. Bu mektuplar önce sadece şiir üzerineydi. Hâlâ duruyor bende. Genellikle onun şiir üzerine düşünceleri, benim onun şiirleri üzerine düşüncelerim…”

    fotoğraf: vikipedi

2. Cemal Süreya

Tomris Uyar’a karşı büyük bir tutku beslemiş, şiirlerini ona adayan tek taraflı bir aşka sahiptir. Cemal Süreya’nın aşk dizeleri, özellikle:

“Ay ışığında oturduk

Bileğinden öptüm seni

Sonra ayakta öptüm

Dudağından öptüm seni”

gibi dizelerle edebiyat tarihine kazınmıştır. Tomris ve Cemal Süreya arasındaki ilişki, üç yıl boyunca Türk edebiyatının en çok konuşulan aşklarından biri olmuştur.

3. Edip Cansever

Edip Cansever, Tomris Uyar’a gizliden gizliye bir hayranlık duymuştur. Cansever’in “Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir” adlı eserinde: “Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı.”

dizeleriyle ona seslenir. 

4. Diğer Şairler

Tomris Uyar, edebiyat çevresinde başka şairlerin de ilgisini çekmiş, onlar için de ilham kaynağı olmuştur. Ancak Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Edip Cansever, onun hayatında ve edebiyat tarihindeki en belirgin izleri bırakmışlardır.

Tomris Uyar’ın Edebi ve Aşk Yolculuğu

Tomris Uyar, aşk hayatı kadar edebiyatıyla da hafızalara kazınmıştır. Çevirmenliğiyle edebiyat dünyasının kapılarını aralarken, öyküleriyle çağdaş Türk edebiyatına önemli katkılar sunmuştur. Onun yaşamı, aşkı ve şiirle kurduğu bağ, edebiyatın özgür ve yaratıcı yüzünü simgeler.

Tomris Uyar, yalnızca bir kadın ya da bir aşk hikâyesi değil; 20. yüzyıl Türk edebiyatının özgür ruhlu, ilham verici bir figürüdür. Ona âşık olan usta şairler sayesinde, hem aşk hem de şiir birlikte ölümsüzleşmiştir.

Kaynakça: 

https://tamadres.com/blog/yazi/tomris-uyar-ve-4-buyuk-edebiyat-sairi?srsltid=AfmBOopT7fScjmRwhPShRSc-dIyJTjvQ2b5Yo5iAzuFOhKl245XfYiWm

https://bianet.org/yazi/tomris-uyar-a-gore-asik-olunacak-erkegin-20-ozelligi-162272

https://roarcraft.com.tr/blogs/trends/uc-buyuk-sairin-ilham-perisi-tomris-uyar?srsltid=AfmBOoqjK1iRv124TFEAhDoq0rgnTgUgTnmI1EU3EuEhz8Ov5oAfaZW-

https://birhikayesivar.medium.com/bir-ad%C4%B1n-vard%C4%B1-senin-ve-sana-a%C5%9F%C4%B1k-%C3%BC%C3%A7-%C5%9Fair-l-tomris-uyar-dbb69edd9e89

https://www.google.com/search?q=tomris+uyar+a+a%C5%9F%C4%B1klar&oq=tomris+uyar&gs_lcrp=EgZjaHJvbWUqCAgAEEUYJxg7MggIABBFGCcYOzIKCAEQLhixAxiABDIHCAIQABiABDIHCAMQABiABDIHCAQQABiABDIGCAUQRRg8MgYIBhBFGDwyBggHEEUYPNIBCDE3NjBqMGo3qAIIsAIB8QXKpLa2DIr4BQ&sourceid=chrome&ie=UTF-8#fpstate=ive&vld=cid:d0be2af0,vid:nKtATFxEf1A,st:0

 ŞİİRDE DE AŞK BİTTİ Mİ?

AŞK ŞİİRİ NEDEN YOK, YA DA VAR MI?

YALNIZLIK, KENT KAOSU, KİMLİK ARAYIŞI, TEKNOLOJİYLE DEĞİŞEN İNSAN




Eskiden aşk, şiirin kalbiydi.

Divan edebiyatında sevgilinin kaşı, gözü, saçının bir teli bile koca kasideler yazdırırdı. Tanzimat’tan Servet-i Fünun’a, oradan da Cumhuriyet şiirine kadar aşk, en temel ilham kaynağıydı. 

Attilâ İlhan’ın dizeleri, Cemal Süreya’nın kalemi, Edip Cansever’in suskunluğu. Çoğunluklu aşk üzerineydi.

Ama günümüzde şiirde “aşk” daha az görünür halde. Neden? Çünkü şiir artık sadece bireysel duyguları değil, toplumsal yaraları, politik dertleri, modern yaşamın kaosunu da taşıyor. 

Sosyal medya çağında aşk, klişelerin ve hazır sözlerin bombardımanı altında yüzeyse. Belki de para ve seks ağına hapsolmuş. 

Aşk şiiri hâlâ yazılıyor ama daha çok “günlük hayatın kırık aynalarında”, “parça parça imajlar” olarak karşımıza çıkıyor. Bir çeşit, "Ya benimsin, ya kara toprağın" sloganındaki vuruculuğa sıkıyor belki de. 

Bir başka neden, aşkın artık saklı bir sır olmaktan çıkması. Eskiden sevgiliye mektup yazılır, yıllarca cevap beklenirdi. O bekleyiş şiiri doğururdu. 

Bugün WhatsApp’ta iki tik maviye dönünce şiir yazmak zorlaşıyor.

Peki günümüz şiirinin duygusu nedir?


Artık şiir, aşkın yanına yalnızlığı, kent kaosunu, kimlik arayışını, teknolojiyle değişen insanı koyuyor. Aşk, şiirin ana teması olmaktan çıkıp, bir arka plan ışığına dönüşüyor. Günümüz şiiri daha çok “varoluş”u, “yabancılaşmayı” ve “anı kırıntılarını” taşıyor.

Yani aşk şiiri bitmedi; sadece form değiştirdi. 

Tutkulu dizeler, ironi yüklü seslere bıraktı yerini. 

Belki artık aşk, kırmızı bir gülden değil, soğuk bir apartman merdiveninde unutulmuş bir ayakkabıdan, ya da bir Instagram hikâyesinden anlatılıyor.


 GÖRÜNMEK İÇİN YAŞAMAK: KARŞILAŞTIRMA TUZAĞI



Nevin BİLGİN 

Sosyal medya artık bir albüm değil, bir varoluş pazarı. 

Burada mesele yaşamak değil, görünmek. 

“Ben buradayım” demek için Eiffel’in önünde, “Bakın ben de seviliyorum” demek için dudak dudağa, “Ben de mutluyum” demek için kahkahalı kareler...Bazen kalçaya dönüp bakarak pozlar, bazen el yukarıda bacak geride uzaklara bakmalı. Kıyafet de omuzdan düşmüşse. Aman aman....Yeme de yeninde yat. 

Ama işin psikolojik boyutu ağır. Çünkü başkasının parlatılmış anlarını kendi gündeliğiyle kıyaslıyor insanlar.

Evinde pijamayla oturan, gidemeyen, hasta olan, herhangi bir engeli olan bir bakıyor ki, Kapadokya’da balon fonlu fotoğraf. 

İçinden bir ses: “Ben neden orada değilim?” Halbuki o balon turunda adamın midesi bulanmış olabilir. Belki adam ishaldir ama para ödediği için balona binmek durumunda kalmıştır. 



Ama fotoğraf, gerçekliği gizleyip “mükemmel an” illüzyonunu sunuyor. İşte sosyal karşılaştırma tuzağı tam da bu.

Felsefi açıdan mesele daha da trajikomik: Sartre’ın “Cehennem başkasıdır” sözü, bugün “Cehennem başkasının story’sidir” halini aldı. 

Jean-Paul Sartre'nin meşhur “Cehennem başkalarıdır” (L'enfer, c'est les autres) sözü, “Başka insanlar kötüdür, hepsinin canı cehenneme, önemli olan kişinin kendisidir” anlamına gelmiyor. “İnsanın kendisine başkalarının gözünden bakması cehennemdir” anlamına geliyor. Ona göre tutsaklık cehennem. 

Hepimiz hem satıcı hem müşteri olduğumuz bir pazarda yaşıyoruz. Vitrinimizi süslerken başkasının vitrinine bakıp hayıflanıyoruz.

Üstelik komedi bitmiyor: Normalde kahvaltıda peyniri tek tek dizmezsin, ama paylaşım için dizersin. 

Şelale önünde tek ayak üzerinde yoga mı? Normalde yapan yok, ama story için yapılır. Gerçek an, gösterilecek anın gölgesinde kalıyor.

Gerçekten mutlu olan, kanıta ihtiyaç duymaz. Ama biz artık kanıtsız mutluluğa inanmıyoruz. Çünkü görünmek için yaşıyoruz.


Yemek yemeden önce fotoğrafını çekmeyi unutma. Yoksa miden çalışmaz, sindirim sistemi story’siz kalır.

Geziye gitme amacın eğlenmek değil, kanıt toplamaktır. Dağa çıktın mı? Zirvede manzara değil, sen varsın. Hatta nefes nefese kaldıysan sorun değil, filtre var.

Tuvalet aynası selfie’si, modern çağın kimlik kartıdır. Yoksa o gün dışarı çıkmış sayılmazsın.

Sevgilinle kavga mı ettin? Hemen dudak dudağa fotoğraf at. Takipçilerin “çift hedefleri” (#couplegoals) diye iç geçirmeli.

Müze gezmek mi? 38 tabloyu atla, Mona Lisa’nın önünde selfie çekmezsen Louvre’a uğramamış sayılırsın.

Güneşin batışını izle ama story atmadan sakın batırma. Yoksa güneş bile alınır

Hastalandığında serum fotoğrafı şart. “Geçmiş olsun” mesajları bağışıklık sistemine C vitamini etkisi yapar.

Kedi besliyorsan, sen artık birey değil içerik üreticisisin. Kedinin maması bile story malzemesidir.

Tatilde kitap okuyor musun? Önemli olan okuduğun sayfa değil, kapağını göstermen. Hatta kitabı ters tutsan da olur.

Story atmadan yapılan kahvaltı, kalorisi sıfır sayılır.


19 Ağustos 2025 Salı

 GİDEROS: 

KARADENİZ’İN SAKLI KENTİ

Homoros'un İlyadasında adı geçen Kytoros'tan Gideros'a...



Nevin BİLGİN 

Karadeniz’in hırçın kıyılarında, dalgaların girmeye cesaret edemediği bir sığınak.

Yeşil ve mavinin tonları, sessizliğin binbir tonu, sakinlik.. Gideros Koyu. 



Dışarıda deniz köpürür, kayalara çarpar, uğultusuyla kulakları doldurur. Ama dar boğazı geçip içeriye adım attığınızda birden göl gibi sessiz, neredeyse nefes alan bir suyla karşılaşırsınız. 



Karadeniz sanki burada kendi yüreğini susturmuş gibidir.

Cide’nin Karadeniz’e açılan sessiz kapısıdır Gideros Koyu. İki yamaç arasında bir hilal gibi uzanır, yeşilliklerin kucakladığı masmavi bir sığınak… 



Burada yapılaşma neredeyse yok denecek kadar azdır; sadece birkaç küçük bina doğanın dinginliğine eşlik eder. 

Çam, kestane, fındık, elma, incir hatta yer yer zeytin ağaçları. Dalgasız ve berrak bir deniz. Sizi içine çeker sanki çağırır. ama suyu öyle soğuktur ki, içine girmek, içinde kalmak cesaret ister. 



Yamaçlardan aşağıya sarkan çamların, kestanelerin gölgeleri suyun üzerine düşer. Yeşil, gökyüzüyle buluşur; suyun rengi kimi zaman zümrüt, kimi zaman lacivert, kimi zaman da güneşin altın yansımasıyla başka bir tonda parlar. Ama o su her daim soğuk. 



Koyun taşları… İşte asıl sır belki de onlarda gizlidir. Yüzyılların ayak izleri, korsanların sakladığı cephanelerden kalan gölgeler, Kurtuluş Savaşı’nda kayalara sürülen gizli sandıkların hayali… Amazonların ilk ateşi yaktıkları yer. Korsanların saklandıkları liman. 



Taşların üzerindeki her çizik, her oyuk, belki de tarih boyunca burada yaşananların sessiz tanığı. Kim bilir, Homeros’un “Kytoros” diye andığı o kadim limanın yankısı da bu taşlarda saklıdır.

Gideros, adı değişmiş ama özü aynı kalmış bir yer. Kytoros adı değişerek Gideros'a döndü denilir ismi için. Ya da giden bir daha gelemediği için bir vedadır aslında Gideros. Bu koydan kurtulup Karadeniz'e açılanın bir daha dönüp dönemeyceği belli değildir. Ya da mübadeleler sırasında gidenlerin vedasıdır "Gideros" ismi. Kim bilir....



Antik çağlarda tüccarların uğradığı liman, Amazonların efsanevi yurdu, korsanların gizli sığınağı, Cumhuriyet’in cephane deposu… Ve bugün hâlâ doğanın en bakir hâliyle insanı kucaklayan bir nefes. Bunda SİT alanı olmasının da paıy var.



Ne şezlongcu, ne şemsiyeci, ne lüks otel. Sadece bir küçük pansiyon ve onun yemek yeme alanı. 

Belki de Gideros’u özel kılan şey budur: suyunun sessizliğiyle tarihi saklaması, taşlarının izleriyle efsaneleri fısıldaması.


18 Ağustos 2025 Pazartesi

 DEĞİŞMEK VE GÖMLEK DEĞİŞTİRMEK





Nevin BİLGİN 

Değişmek mi zor olan, yoksa değişmeyenlere karşı değişmek zorunda kalmak mı?

İnsanın hayatında en çok tartıştığı sorulardan biridir bu. Bazen değişim çok zor gelir; alışkanlıklardan kopmak, yeni bir düzene uyum sağlamak kolay değildir. Ama kimi zaman da değişim, ayakta kalmanın tek yoludur.

Peki, değişmemekte direnmek ne kazandırır? Çoğu zaman sadece yerinde saymayı. Çünkü dünya akar, zaman akar, insan akar. Bir yerde sabit kalmaya çalışmak, aslında akıntıya karşı yüzmek gibidir.

Ama şunu unutmamak gerekir: Değişim her zaman iyi midir acaba? 

Bazen değişim insanı büyütür, geliştirir, yeni yollar açar. Ama bazen de geriye götürür, yozlaştırır, değerlerden uzaklaştırır. 

Yani değişim tek başına ilerleme demek değildir; değişimin yönü önemlidir.

Filozof Heraklitos’un dediği gibi, “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz.” Çünkü su sürekli değişir, insan da değişir. Hayatta hiçbir şey sabit değildir. Ancak mesele, bu değişimin nereye doğru gittiğini görebilmektir.

Bugün teknoloji çağında insanlar değişime ayak uydurmakta zorlanıyor. Çoğu kişi yeniliklerden korkuyor. Bunun adı neofobi: yani yenilik korkusu. Oysa korkunun ötesinde asıl önemli soru şudur: Bu değişim bana ne katacak? İlerletecek mi, yoksa geriye mi götürecek?

Değişimi anlatan en güçlü imgelerden birini şair Can Yücel verir Değişim şiirinde; 

İnce uzun bir hayvan, çarpıyor çarpıyor

çarpıyordu kendini taşlara, canımı sıkılıyordu

Canı mı çekişiyordu yoksa?

Yok efendim dedi yanımdaki adam, gömlek değiştiriyor yılan

Bu hallerden anlarız dedi az çok, biz de sınıf değiştirmiştik bir zaman.

Yılanın gömlek değiştirmesi gibi insan da hayatı boyunca defalarca gömlek değiştirir. Yeni sınıflara, yeni rollere, yeni çağlara geçer. Değişmek aslında ölmek değil, yeniden doğmaktır. Ama nasıl bir doğum olacağı, bizim seçimlerimize bağlıdır.

Değişimden korkmak mı daha tehlikeli, yoksa yanlış yönde değişmek mi? Çünkü hayat, gömleğini bırakıp yenisini giymeye cesaret edenlerle devam eder. Ama o gömleğin nasıl bir gömlek olacağını seçmek, insanın en büyük sorumluluğu.