28 Temmuz 2025 Pazartesi

 CANSIZ EMEK, MARX, YAPAY ZEKA VE EMEĞİN YENİ YÜZÜ

     




Nevin BİLGİN

Karl Marx’ın Das Kapital’de geliştirdiği en çarpıcı kavramlardan biri; “Sermaye, ölü emeğin canlı emek üzerindeki egemenliğidir.”

Bu cümle, kapitalist üretim sürecinin temelidir aslında.  Marx’a göre üretim araçları —makineler, fabrikalar, aletler— geçmişte harcanmış emeğin yani cansız emeğin (dead labor) cisimleşmiş hâlidir. Bu araçları elinde bulunduran sınıf (kapitalistler), üretime canlı emeği (yani işçilerin güncel emeğini) dâhil ederek artı-değer yaratır.

Peki ya günümüzde ne değişti?

Bugün makineler artık yalnızca somut çarklar, pistonlar değil. Yazılım da bir üretim aracı. Robotik sistemler, algoritmalar ve yapay zekâ uygulamaları fabrikalarda, ofislerde, lojistik merkezlerinde üretim ve hizmet süreçlerinin yerini aldı. Ancak burada önemli bir soru ortaya çıkıyor:

Yapay zeka ve robotlar da Marx’ın deyimiyle cansız emek sayılabilir mi?

           Karl Marx

Cevap: Evet. Hatta günümüzün en gelişmiş cansız emek biçimi olabilirler.


1.Yaratılması için harcanan insan emeği vardır.

Kodlayan mühendislerin, algoritma geliştiricilerin, veri sağlayıcıların emeğiyle yaratılmıştır. Bu emek geçmiştedir; bugünkü üretim sürecine dolaylı katılır.

2.Kendi başına değer üretmez; üretim sürecine canlı emeği dışlamak için dahil edilir.

Yapay zeka sistemleri, işçiyi üretimden uzaklaştırmak, daha az maliyetle daha fazla çıktı almak amacıyla kullanılır. Bu da Marx’ın sermaye tanımıyla uyumludur.

3.Sermaye sahipleri tarafından mülk edinilmiştir.

Yapay zekâ yazılımları, robotik sistemler özel şirketlerin ya da büyük sermaye gruplarının elindedir. Böylece bu “cansız emek” de canlı emeği baskılayan bir araca dönüşür.


Marx, üretim araçlarının gelişmesiyle işçilerin üretim sürecindeki rolünün azalacağını ve makinenin egemenliğinin artacağını öngörmüştü. Bugün yapay zeka, mavi yakalı işçilerin yerini alıyor (örneğin otomasyon sistemleriyle montaj hatlarında). Beyaz yakalı işleri tehdit ediyor (veri analizi, hukuk, müşteri hizmetleri vb.). “Zihinsel emek” alanlarına da nüfuz ediyor.

Yani yalnızca kol gücü değil, zihin gücü de robotlara devrediliyor. Bu durumda cansız emek, artık daha da “zeki”, daha da “özerk” bir hale geliyor. Ama hâlâ bir üretim aracı olarak sermayeye hizmet ediyor.

Yapay zekâ, cansız emeğin son evresi gibi görünüyor.

Ama hâlâ onu tasarlayan, geliştiren, eğiten insanlar var,  yani canlı emeğin izi silinmiş değil.

Fakat eğer bu teknolojiler bir gün tamamen kendi kendini geliştiren, kendi kendine üretim yapan sistemlere dönüşürse, o zaman Marx’ın çerçevesi revize edilmeye muhtaç hale gelir.

Ama bugünkü koşullarda yapay zekâ ve robotlar hâlâ:

·İnsan emeğinin bir ürünü,

·Sermayenin kontrolünde,

·Değer yaratımında canlı emeğin yerini alan cansız emek biçimleri

Kaynakça: 

https://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/

https://davidharvey.org/reading-capital/

chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/388954

chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://www.marxists.org/turkce/m-e/kapital/kapital3.pdf

chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://dogangocmen.wordpress.com/wp-content/uploads/2009/07/marxin-emek-kavrami-uzerine1.pdf

https://www.youtube.com/watch?v=nMGnslb1pyU

https://www.youtube.com/watch?v=2zpAqEhCdhg


27 Temmuz 2025 Pazar

 GAYDIRI GUBBAK CEMİLE VE YASAKLANAN ŞARKILAR

MUHAFAZAKÂRLIĞIN ALTINDA KAYNAYAN AŞNA FİŞNE VE TÜRKÜLERDEKİ ERKEK DİLİ



NEVİN BİLGİN

Anadolu köylerinde hayat, büyük bir ahlâk vitrini gibi kurulur. Kızlar başlarını eğer, delikanlılar gözlerini kaçırır, kahvede oturanlar yüksek sesle “Bizim oralarda öyle şey olmaz!” diye konuşur. Herkes edepli, herkes terbiyeli, herkes sanki TRT 1 dizisinden fırlamış gibi... TRT'nın bu arada Gaydırı Gubbak Cemilem türküsünün sözlerini değiştirdiğini "Haydi de Hoppak" yaptığını da eklemek gerekli. Türkülerdeki erkeksi dili gösteren en güzel türkü örneklerinden birisi. 

Ama işte o vitrin camından içeri biraz dikkatli bakarsanız, vitrinin arkasında başka bir hayat akar. Hem de nasıl akar!

Tıpkı Cem Yılmaz'ın esprilerindeki o "tren olma" vaziyetini görürsünüz. 

İşte türküler de aslında Anadolu'nun kırsalında muhafazakar gibi durup, o derin aşna fişneyi açığa çıkarır çoğu zaman. 

İşte bu türkülerden birisi de  “Gaydırı Gubbak Cemilem.” Gubbak kelimesinin kadın organı anlamına gelmesi de ayrı bir bilgi.

Son günlerde türkü üzerinden sözleri üzerinden yürüyen bir tartışma var. 

İlk bakışta şen şakrak bir oyun havası gibi durur. Ama sözleri öyle ince ayarlanmış, öyle zarifçe “bir şeyler” ima eder ki, dinleyen biraz dikkatli olursa türkü değil; bildiğin dolaylı seks türküsü olduğu görülür. 



Hatta kimi yorumculara göre... Neyse, söylemeyelim. Biz de muhafazakârız çünkü(!)

Cemile kimdir? Ne gaydırıdır, ne gubbaklığı vardır? Bunu kimse açık açık söylemez. Ama herkes bilir. Çünkü Anadolu, bazı şeyleri konuşmadan anlatma sanatında Nobel alacak kıvamdadır. Özellikle aşk, şehvet, ilgiler, ilişkiler —yani halk tabiriyle “aşna fişne”— doğrudan dile getirilmez. Ama türkülerde, manilerde, ninnilerde, hatta çeyiz sandığında bile bir şekilde yer bulur.

Köy meydanında bir genç kız Cemile türküsünü söylerken herkes başını çevirir, ama kulağını çevirmez. Çünkü bu türkü, Anadolu’nun bastırılmış heyecanlarının, pencere ardından süzülen bakışlarının, gece gizlice çeşme yolunda yürüyen ayakların tercümanıdır.

Ve ironiktir ki, bu “aşna fişne” hâlleri en çok da en çok “bizim buralarda ayıptır” denilen yerlerde yaşanır. 

Sözde muhafazakârlığın en katı olduğu köylerde hayatın temel amacı "evlenmek" ve "para biriktirmek zengin olmaktır" sadece. 

Dedikodunun da, gizli mektupların da, kaçamak bakışların da, cep telefonu mesajlarının da,  ıslıkla gönderilen sinyallerin de haddi hesabı yoktur. Aşklar yaşanır, ama bilinmezmiş gibi yapılır. Düğünlerde göz göze gelmeler “halay kazası” sanılır, gece yürüyüşleri “hayvanlara yem götürme” bahanesiyle yapılır.Şimdilerde sosyal medya üzerinden kırsal alında yapılan fotoğraf sergilemelerini ve imalı sözleri de buna mutlaka eklemek gerekli. 

Ama gel gör ki herkes her şeyi bilir. Dedikodu, namus bekçiliği kılığına girip kapı kapı dolaşır.

Bir yanda türküyle uçuşur; diğer yanda “biz ailece muhafazakârız” söylemi bir dua gibi tekrarlanır.

“Gaydırı gubbak Cemilem” işte tam bu çelişkinin türküsüdür.

Ne açık açık söyler, ne de saklar.

Ne ayıp der, ne serbest.

Ama biliriz ki Cemile’nin gubbaklığı, Anadolu’nun içten içe kaynayan, ama yüzeye çıkmasına izin verilmeyen duygularının, gizli sevdalarının,  öpüşmelerinin adıdır.

Cemile'min gezdiği dağlar meşeli, imanım

Cemile'min gezdiği dağlar meşeli, imanım

Aman, üç gün oldu ben Cemilem'den ayrı düşeli

Aman, üç gün oldu ben Cemilem'den ayrı düşeli

Gaydırı gubbak Cemile'm

Nasıl, nasıl edelim de biz bu işe?

Nikahımızı kıysın

Ünnen gelin Hoca Memiş'e

Gaydırı gubbak Cemile'm

Nasıl, nasıl edelim de biz bu işe?

Nikahımızı kıysın

Ünnen gelin Hoca Memiş'e

Cemile'm, sen bu yayladan gittin gideli, imanım

Cemilem, sen bu yayladan gittin gideli, imanım

Aman, oldum ben bir

Haydi, oldum ben bir, bir deli

Aman, oldum ben bir

Haydi, oldum ben bir, bir deli

Gaydırı gubbak Cemile'm

Nasıl, nasıl edelim de biz bu işe?

Nikahımızı kıysın

Ünnen gelin Hoca Memiş'e

Gaydırı gubbak Cemile'm

Nasıl, nasıl edelim de biz bu işe?

Nikahımızı kıysın

Ünnen gelin Hoca Memiş'e

Kaynak: LyricFind

Besteciler: Hüseyin Aktekin / Ozay Gönlüm

Kaynakça: 

https://onedio.com/haber/gaydiri-gubbak-cemilem-turkusunun-asiri-erotik-anlamini-aciklayan-kullanici-dumur-etti-1208662

26 Temmuz 2025 Cumartesi

 TERK EDİLMİŞ TARİHİ TAŞLAR

UNUTULAN MİRAS DUVAR DİPLERİNDE



NEVİN BİLGİN 

Denizli’nin Acıpayam ilçesine bağlı Yeşilyuva mahallesinde geçmiş, artık ne bir kitapta ne de bir müzede yaşıyor. O, şimdi bir park duvarının kenarında, kaderine terk edilmiş taşlarda sürünüyor. Üzerlerinde haç işaretleri, Latince yazılar var. Kimisi bir mezar taşıydı belki, kimisi bir ibadethanenin duvar taşı. Ama bugün ne yazık ki bir çöp kutusunun yanında, bir bankın gölgesinde, çocukların üstüne bastığı bir “oyun eşyası”. 

Kimisi yeni evler yapılırken, temeller kazılırken gün yüzüne çıktılar. Ama onlara değer verilmedi. Ne ait oldukları dönem araştırıldı, ne kayıt altına alındılar. Kimi evlerin temeline gömüldü, kimi park köşelerine yığıldı. Arkeoloji değil, umursamazlık kazandı. 

Oysa bu taşlar sadece birer kaya parçası değil. Onlar, binlerce yıl öncesinden kalan izler. 

Taşların dili vardır ama biz susturduk o dili. Üzerinde yazı olan taşı çeviremiyoruz çünkü Latince bilmiyoruz, haç işareti olana bakıp sırtımızı dönüyoruz çünkü “bize ait değil” sanıyoruz. Oysa bu topraklarda her iz bize ait. Çünkü tarih ortak mirastır.

Parka giden biri ne yazık ki bu taşların yanından geçiyor ama ne olduklarını bilmiyor. Üzerlerinde açıklayıcı tek bir levha yok. Kültür Müdürlüğü de ilgilenmemiş. Bir zamanlar devletin temelini taşıyan taşlara kimi zaman kediler çıkıyor, kimi zaman çocuklar, kimi zaman birisine oturak oluyor. 



Tarih böyle mi korunur?

Sormak gerekiyor: Bu taşları kim gördü? Kim inceledi? Kim kayıt altına aldı?  Oysa bu taşlar bir araya getirilip sergilense, belki Yeşilyuva turistik bir değer kazanacak, belki bu taşların dili konuşacak, geçmiş bugüne ses verecek.



21 Temmuz 2025 Pazartesi

EN BÜYÜK LÜKS: SESSİZLİK OLABİLİR Mİ?



Duyuyor musunuz? Yok yok, müziği değil. Çamaşır makinesinin son devirdeki çığlığını da değil. Sokaktan gelen o bağırtıları, motor seslerini, araba seslerini, matkap, kaynak, inşaat seslerini, insanların güya konuşma seslerini, seslenişlerini, bağırtılarını, küfürlerini.

-" YUSUFFFF NEELEDESİNNNN!", "YUNAN COVURUN TOHUMU GEL GARİ" sesini.

Kulağınızın pası silinmiş olmalı. İşte bizim yeni gerçekliğimiz: sesler çağında sessizliğe hasret kulaklar.

Henüz sabah olmadan, bir apartmanın içinden başlayalım. Kaldırılan koltuklar, çekilen sandalyeler… Ama öyle hafifçe değil, tabii ki zemine selam çakarcasına! 

Alt komşunun “yine taş mı döşüyorlar?” serzenişi havada asılı.

Mutfaktan çocuk ağlaması, odadan "anannnnaaa!" çığlığı. Komşularsa koridorda selamlaşmıyor, resmen anons yapıyor: "KAPANI KAPA GARİ FADİME!"

Sokakta işler daha da heyecanlı. Arabalar, ara sokakta bile Formula 1 hissiyle gazlıyor. 

Egzoz patlamaları, motor homurtuları ve elbette korna senfonisi. Trafikte kuralsızlık var ama ses konusunda özgürlük sonsuz! 

Sokaklarda yapılan ve sesi tüm mahalleye verilen düğünler. 

Herkes kornasına bir Beethoven muamelesi çekiyor. Öyle ki, bazı sokaklar artık trafik değil, gürültü müzesi.

Motosikletler birbiriyle yarış yapar, bağırta bağırta. Arabalar son sürat. 

Sabahın köründe açılan kahvenelerde yükselen bağırtılar. "KAROĞLU KAAAART!" nidaları, küfürle karışık bağrışmalar... Arada “kavga mı çıktı?” diye düşündüren bir tartışma; meğerse sadece siyasetten konuşuyorlar ya da maç kritiğiymiş. 

Karı-koca tartışmalarıysa balkonlardan taşar, sokak ya da apartmana "aile içi ses eğitimi" olarak yansır. Kimse ne dediğinizi duymuyorsa daha yüksek sesle tekrar edin; ne de olsa burası gürültüsüzlüğün yasaklandığı bir ülke.

Çocuklar mı? Onlar zaten doğduklarından beri antrenmanlı. Ebeveynler, pedagojik yöntemleri unutup, “bağırarak ikna” modeline geçmiş durumda. Her sesin bir yankısı var; hem kulakta hem ruhta.

Binalarda sürekli inşaat yapanlar, sokakta kazı ve yol çalışmaları, erkeklerin matkap elde dolaşmaları. 

Evin içinde kaydırmaları gürültüsüyle herkese izletenler. 



Haberleri tek başına izleyemeyip tüm mahalleye dinleten ev halkı...

Ama işin düşündürücü yanı şu: Bu bir kültür meselesi. Sessizlik, saygıyla gelir. Düşünerek konuşma, başkasının alanına saygı duyma, kendi varlığının başkaları için de var olduğunu fark etme… Bunlar eğitimle kazanılır. 

Gürültünün özgürlük olduğunu sananlar, aslında başkalarının özgürlüğünü çiğner.

Ve denetim? Yok. Ne bir kamu  memuru çıkar "bu kadarı fazla" demeye, ne de bir zabıta uğrar şu yüksek sesli gürültüye. Gürültü bizde denetlenemez; çünkü "ne olmuş canım " mantığıyla her şey meşrulaştırılır.

Ama belki de geleceğin en kıymetli statü göstergesi lüks bir araç ya da marka bir çanta değil, bir dakikalık sessizlik olacak.

Kalabalıkların, bağıranların, motorların, çığırtkanların içinde başınızı yastığa koyduğunuzda kulaklarınızda yalnızca kalbinizin atışını duyabiliyorsanız… Gerçekten zenginsiniz.


 AİDİYETSİZ SERFLER

YENİ SÖMÜRÜ VE KİMLİK KRİZİ




Dijital platformlarda yaşanan sosyal ilişkiler geçici, belirsiz ve kontrol dışı hale gelmekte; bireyler sürekli gözetim altında olmalarına rağmen gerçek bir toplumsal bağdan mahrum kalmakta. Bu durum, dijital serflerin psikososyal açıdan yabancılaşmasını ve güvensizliğini derinleştirmekte.


NEVİN BİLGİN

Günümüzde dijital kapitalizmin yükselişiyle birlikte, bireylerin toplumsal aidiyet ve mülkiyet ilişkilerinde radikal bir dönüşüm yaşanıyor. Geleneksel anlamda serflik (kölelik) tarımsal üretim ve toprağa bağlılık bağlamında şekillenen tarihsel bir olgu iken, dijital çağda bu metafor yeni bir içerik kazanmış durumda. 

Bugün "Aidiyetsiz serfler" kavramı, bireylerin dijital platformlar aracılığıyla üretim süreçlerine dahil edilirken, sahiplik ve aidiyet eksikliği ile karakterize edilen yeni bir sömürü biçimini tanımlamak üzere kullanılmakta.

Dijital Kapitalizm ve Gözetim Ekonomisi

Shoshana Zuboff’un Gözetim Kapitalizmi (2019) çalışması, günümüz dijital ekonomisinin yapısını açıklamak açısından kritik bir kavramsal çerçeve sunmaktadır. Zuboff’a göre, dijital platformlar kullanıcı davranışlarını veri haline getirip işleyerek yeni bir sermaye biçimi üretmektedir. Bu süreçte, bireyler "müşteri" olmaktan çıkarak "veri kaynağı" konumuna düşmekte, dolayısıyla klasik üretici-tüketici ayrımı aşılmaktadır.

Bu durum, veri mülkiyetinin merkeziyetçiliği ve platformların dijital altyapılar üzerinde oluşturduğu hiyerarşik kontrol mekanizmalarıyla birleşince, bireylerin dijital "topraklarda" serfleşmesi kaçınılmaz hale gelmektedir. 

Feodalizmden Tekno-Feodalizme

Yanis Varoufakis ve diğer çağdaş düşünürler tarafından tartışılan “tekno-feodalizm” kavramı, dijital platform kapitalizminin yapısal karakterini anlamada önemli bir metafor olarak öne çıkıyor. Klasik feodal sistemlerde toprak, egemenliğin ve üretimin temel kaynağıydı; bugünün dijital kapitalizminde ise veri ve dijital altyapılar aynı işlevi görmekte.

Ancak, modern "serfler" için bu topraklar gerçek anlamda mülkiyet taşımamakta; bireylerin emeği ve verisi platform sahiplerinin mülkiyetinde kalmakta, bireyler ise dolaylı olarak bağımlı ve aidiyetsiz bir konuma itilmektedir. Bu durum, Marx’ın sermaye ve emek ilişkisinin günümüz dijital ortamında yeniden üretildiğini göstermektedir.

Aidiyet Krizi ve Dijital Yabancılaşma

Sosyal bilimlerde ise aidiyet, bireyin toplumsal bağlar ve mülkiyet ilişkileri içinde kendini tanımlaması ve anlamlandırması olarak tanımlanmakta.  Dijital çağda ise bu bağların yüzeyselleşmesinin ve mülkiyetin anonim platform sahiplerine kaymasının, bireyde derin bir aidiyet ve kimlik krizine yol açtığı belirtilmektedir.

Zigmund Bauman’ın (2000) “akışkan modernlik” kavramında olduğu gibi, dijital platformlarda yaşanan sosyal ilişkiler geçici, belirsiz ve kontrol dışı hale gelmekte; bireyler sürekli gözetim altında olmalarına rağmen gerçek bir toplumsal bağdan mahrum kalmaktadır. Bu durum, dijital serflerin psikososyal açıdan yabancılaşmasını ve güvensizliğini derinleştirmektedir.

Dijital çağda "aidiyetsiz serfler" olarak tanımlanan bireylerin durumu, sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel bir krizi de tetiklemektedir. 

Krizin aşılması için; 

·Veri mülkiyeti ve dijital haklar hukuksal olarak bireylere iade edilmeli,

·Merkeziyetsiz, açık kaynak teknolojiler teşvik edilmeli,

·Dijital okuryazarlık ve bilinçlenme artırılmalı,

·Küresel düzeyde platformların hesap verebilirliği sağlanmalıdır 


Kaynakça: 

Bauman, Z. (2000). Akışkan Moternite

Castells, M. (1997). The Power of Identity. Wiley-Blackwell.

Srnicek, N. (2017). Platform Kapitalizmi

Varoufakis, Y. (2023). Tekno Feodalizm, Kapitalizm Öldü mü. [Makale]

Zuboff, S. (2019). Gözetim Kapitalizmi


19 Temmuz 2025 Cumartesi

 1921 ANAYASASI'NDA YEREL YÖNETİM ANLAYIŞI



NEVİN BİLGİN 

Modern Türkiye’nin kurucu metinlerinden biri olan 1921 Anayasası (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu), yalnızca hukuki bir belge değil, aynı zamanda siyasal bir bildiri niteliği taşımaktadır. 

Bu anayasa, bağımsızlık mücadelesinin en hararetli günlerinde, Osmanlı Devleti'nin merkeziyetçi yapısına karşı Anadolu'da doğan yeni bir halk iradesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 

Henüz Cumhuriyet ilan edilmemiş, saltanat kaldırılmamış ve hilafet yürürlükteyken, 1921 Anayasası, bu yeni halk iradesine hukuki bir zemin kazandırmak amacıyla kaleme alınmıştır.

20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen bu anayasa, dönemin koşulları gereği kısa, öz ve devrimsel niteliktedir. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının öncülüğünde gelişen ulusal mücadele, yalnızca silahlı bir direniş değil; aynı zamanda meşruiyetin kaynağını saraydan alıp halka devretmeye yönelik bir siyasi devrimdir. Bu nedenle 1921 Anayasası, “hukuki bir geçiş metni” değil, esasen siyasi egemenliğin el değiştirdiğini tescil eden kurucu bir irade beyanı niteliğindedir. 

1921 Anayasası'nın temel özellikleri şöyle sıralanabilir; 

1. Milli Egemenlik İlkesine Dayanır

Anayasanın birinci maddesi şu şekildedir: 

Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.”

Bu ifade, sadece sembolik bir değişimi değil, derin bir rejim dönüşümünü işaret etmektedir.  Padişahın ilahi ve tarihi egemenliğinin yerine halkın kendi kaderine yön verme hakkı geçirilmiştir. Bu yönüyle, 1921 Anayasası Türkiye'de halk egemenliği ilkesini açıkça ilan eden ilk anayasal belge niteliği taşımaktadır. 

2. Kuvvetler Birliği İlkesi Uygulanır

Anayasa, klasik anlamda güçler ayrılığına dayalı bir hükümet sistemi kurmamaktadır. Aksine, hem yasama hem yürütme yetkileri Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Hükümet başkanı yoktur; bakanlar Meclis tarafından seçilir ve Meclise karşı sorumludur. Bu sistem, özellikle savaş döneminde merkezi karar alma ve halk adına doğrudan yönetim ihtiyacına uygun olarak şekillendirilmiştir.

Bu nedenle, 1921 Anayasası'nın hükümet sistemi “meclis hükümeti sistemi” olarak adlandırılmaktadır. Güçlerin tek elde toplanması, otoriter bir rejimi değil, halkın kollektif egemenliğini yansıtan bir geçici çözüm olarak düşünülmüştür.

3. Kısa, Esnek ve Çerçeve Anayasa

Toplam 23 maddeden oluşan bu anayasa, temel ilkeleri tanımlamakla yetinmektedir. Kurumsal ayrıntılara, bireysel haklara, yargı sistemine dair kapsamlı düzenlemeler içermektedir. Bu nedenle, anayasa daha çok “kurucu ilkeler beyannamesi” niteliğindedir. Dönemin belirsizlikleri, savaşın sürmesi, Osmanlı kurumlarının hâlâ yürürlükte olması, anayasanın kısa ve esnek tutulmasını zorunlu kılmıştır.

4. Laiklik İlkesi Yer Almaz

1921 Anayasası'nda din ve devlet işleri arasında herhangi bir ayrım yapılmaz. Osmanlı'nın teokratik yapısına doğrudan karşı çıkmaz. Hilafet kurumu yürürlüktedir. Bu yönüyle laiklik ilkesine dair izler ancak 1924 ve özellikle 1937 Anayasası’nda açıkça yer bulmuştur.

5. Geçiş Dönemi Anayasasıdır

Anayasanın yazıldığı koşullar göz önünde bulundurulduğunda, bu metin bir geçiş dönemi ürünü olarak değerlendirilmektedir.  Cumhuriyet henüz ilan edilmemiş, saltanat kaldırılmamış, anayasa geniş bir kurumsal yapıyı değil, yeni bir meşruiyet anlayışını temellendirmeyi amaçlamıştır. Bu yönüyle, 1921 Anayasası bir anayasal düzenin tamamlayıcı çerçevesi değil, bir kuruluş sürecinin ilanı niteliğindedir. 

Yerinden Yönetim Nasıldı? 

1921 Anayasası’nda en önemli yönlerinden biri, yerinden yönetim (adem-i merkeziyet) anlayışına verdiği önceliktir. Bu anlayış, 11. maddede açıkça ifade edilmektedir. 

“Türkiye Büyük Millet Meclisi, halk tarafından seçilmiş vekillerden oluşur; vilayetler, teşkilatları ile birlikte, manevi şahsiyete sahiptir ve idari muhtariyete (özerkliğe) maliktir.”

Bu hüküm doğrultusunda, vilayet, liva (sancak), kaza ve nahiye gibi idari birimlerin, kendi meclislerini kurmaları, seçilmiş temsilcilerle yönetilmeleri öngörülmüştür. Amaç, sadece yerel hizmetlerin daha verimli yürütülmesi değil, aynı zamanda halkın siyasi hayata doğrudan katılımını sağlamaktır.

Bu yaklaşım, özellikle Kuva-yı Milliye hareketlerinin yerel örgütlenmesine ve yerel direnişin merkezi devletten bağımsız şekillenmesine dayanmaktadır. Böylece 1921 Anayasası, yerinden yönetimi hem işlevsel hem de demokratik bir ilke olarak tanımlamaktadır. 

Günümüz anayasa hukukçularının bazıları bu hükmü modern anlamda bir “katılımcı demokrasi” örneği olarak yorumlarken, kimisi de karşı çıkmaktadır.. Ayrıca, anayasanın bu yönüyle sonraki dönemlerde özellikle 1930’lardan sonra yerel özerklik fikri terk edilmiştir.

Kurucu özelliği

1921 Anayasası, her şeyden önce bir halk hareketinin hukuki ifadesi olarak görülmektedir.. Dönemin savaş koşullarına, kurumsal eksikliklerine ve belirsizliklerine rağmen, halk egemenliğini teminat altına alan ve yerel yönetimi o günkü koşullarda öncelemiştir.


1924 Anayasası’na geçiş, bu ruhun bazı ilkelerini devam ettirmiş ama bazılarını benimsememiştir. 

Kaynakça: 

https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1921-anayasasi/

chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://www.izmirbarosu.org.tr/pdfdosya/1921-anayasasi-nin-genel-ozellikleri-baglaminda-yer-yonunden-yerinden-yonetimler-ve-siyasal-ozerkligin-reddi20194271722275.pdf

https://sen.av.tr/tr/makale/6-partinin-deklarasyonunda-one-cikan-1921-anayasasi-vurgusu

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/sinan-meydan/1921-anayasasi-tuzagi-2194964

chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://taad.taa.gov.tr/yuklenenler/dosyalar/dergiler/taad/taad-51/b0cb4ef2-8c56-4d44-911e-617048653ffa-makale-17.pdf

chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://atam.gov.tr/wp-content/uploads/2023/06/1921-TESKILAT-I-ESASIYE-KANUNU-VE-MAKALELER-1.pdf

Özbudun, Ergun. 1921 Anayasası

Batum, Süheyl. 99 Soruda Çağdaş Anayasa

Şahin, Engin. Cumhuriyet Anayasaları


18 Temmuz 2025 Cuma

 İBRAHİM ANLAŞMALARI NEDİR

VE TBMM’DEKİ DURUMU



NEVİN BİLGİN

İbrahim Anlaşmaları, 2020 yılında İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasında imzalanan ve sonrasında Bahreyn, Sudan ve Fas gibi ülkelerin de katılımıyla genişleyen bir normalleşme sürecidir. Anlaşmalar, ABD’nin arabuluculuğunda gerçekleşmiş ve İsrail’in bazı Arap ülkeleriyle diplomatik ilişkiler kurmasını sağlamıştır. Anlaşmaların temel amacı, Orta Doğu’da diplomatik ve ekonomik işbirliğini artırmak, İsrail ile Arap ülkeleri arasında uzun süredir süregelen gerginlikleri azaltmak ve İran’a karşı bölgesel bir denge kurmaktır.

Bu süreç, bölgeyi sadece siyasi değil ekonomik olarak da yeniden şekillendirmeyi hedeflemiş, ticaret, teknoloji, sağlık, enerji ve savunma alanlarında çeşitli işbirliklerini gündeme getirmiştir. Filistin meselesinin bu süreçte ikinci planda kaldığı yönündeki eleştiriler ise hem Arap kamuoylarında hem de bazı diplomatik çevrelerde tartışılmaya devam etmektedir.

Türkiye ise uzun süre İsrail ile ilişkilerinde dalgalı bir seyir izlemiştir. 2022 itibarıyla başlayan karşılıklı büyükelçi atamaları ve diplomatik diyaloğun yeniden kurulması, Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir sayfa açılmasına neden olmuştur. Bu gelişmeler, Türkiye'nin İbrahim Anlaşmaları bağlamında İsrail'le ekonomik ve siyasi ilişkileri yeniden canlandırma adımı olarak yorumlanmıştır.

Bu çerçevede, 17 Temmuz 2025 tarihinde TBMM Dışişleri Komisyonu toplanarak, Türkiye ile İsrail arasında yapılan bazı anlaşmaların uygun bulunduğuna dair kanun tekliflerini gündeme aldı. Komisyon, toplam beş uluslararası anlaşma teklifini değerlendirip kabul etti. Bu teklifler arasında, İsrail ile ulaştırma, denizcilik ve teknik işbirliği gibi alanlara yönelik anlaşmalar da yer aldı. 

Toplantıda sadece teknik onaylar değil, aynı zamanda bu yeni dönem ilişkilerinin olası stratejik etkileri de gündeme geldi. Türkiye-İsrail yakınlaşmasının bölgesel güvenlik dengelerine, enerji politikalarına ve özellikle Filistin meselesine etkileri üzerine değerlendirmeler yapıldı. Komisyon üyeleri, bu süreçte Türkiye’nin dış politikasının yönünü ve çıkarlarını da tartıştı. İsrail’in İran ve Suriye politikaları, NATO ilişkileri ve ABD ile olan ortak stratejik hedefleri de toplantının konuşulan başlıkları arasındaydı.

 İbrahim Anlaşmaları, sadece İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda bölgesel dengeleri de dönüştüren bir süreci ifade etmektedir. Türkiye’nin bu süreçte İsrail ile yakınlaşması, TBMM’de de kurumsal bir zemine oturtulmuş; diplomatik, ekonomik ve güvenlik boyutlarıyla resmi olarak tartışılmıştır. 17 Temmuz 2025 tarihli TBMM Dışişleri Komisyonu toplantısı, bu sürecin Türkiye açısından nasıl şekilleneceğine dair önemli bir adım olarak değerlendirilebilir.

Kaynakça: 

https://dergipark.org.tr/tr/pub/odak/issue/81721/1410769

https://www.state.gov/the-abraham-accords

https://dipam.org/rapor-ibrahim-anlasmasinin-jeopolitik-sonuclari/

https://www.indyturk.com/node/760369/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/i%CC%87sraille-normalle%C5%9Fme-ve-i%CC%87brahim-anla%C5%9Fmalar%C4%B1

https://www.facebook.com/Prof.Dr.VahitKirisci/posts/tbmmmilli-savunma-komisyonu-taraf%C4%B1ndan-d%C3%BCzenlenen-ibrahim-anla%C5%9Fmalar%C4%B1-ve-ortado%C4%9F/707525091899499/



 AYÇİÇEKLERİNİN GÖLGESİNDE

DR. JİVAGO'NUN ÇOK KATMANLI EVRENİ: AŞK, ŞİİR VE SİNEMA



NEVİN BİLGİN

David Lean’in 1965 yapımı epik filmi Doctor Zhivago, Boris Pasternak’ın aynı adlı romanından uyarlanmış, hem görsel hem duygusal hem de tarihsel açıdan çarpıcı bir başyapıt. Film, Sovyet rejiminin baskıcı atmosferi içinde filizlenen bir aşkı, şiirle örülmüş bir ruhsal direnişi ve doğanın sembolik gücünü bir araya getiriyor.

- Yönetmen: David Lean

- Senaryo: Robert Bolt (Boris Pasternak’ın romanından uyarlama)

- Yapımcı: Carlo Ponti

- Müzik: Maurice Jarre (Oscar ve Grammy ödüllü)

- Başroller:

- Omar Sharif – Dr. Yuri Zhivago

- Julie Christie – Lara Antipova

- Geraldine Chaplin – Tonya

- Rod Steiger – Komarovsky

- Alec Guinness – Yevgraf Zhivago

- Tom Courtenay – Pasha/Strelnikov



Ayçiçek tarlaları, Lara ve Jivago’nun kaçış sahnelerinde belirir. Bu sahneler, Sovyet rejiminin gri ve soğuk atmosferine karşı doğanın sıcak ve özgür yüzünü temsil etmektedir aslında. 

Baskıya rağmen güneşe dönük kalabilmek.

Müzikle birleşen bu pastoral görüntüler, izleyicide hem nostalji hem de umut duygusu yaratmaktadır. 

Jivago’nun Şiirleri: Aşkın ve Özgürlüğün Lirik Dili

“Kar, yıldızlar gibi yağıyor,

Ve gökyüzü, sonsuz bir sessizlikle örtülüyor.”


Bu dizeler, Jivago’nun “Kış Gece” şiirinden. Hem doğanın sertliği hem de insanın içsel yalnızlığı üzerine yazılmış bu mısralar, Sovyet rejiminin baskısına karşı bir içsel sığınaktır.

Şiirler, Lara’ya duyulan aşkı ideolojilerin ötesine taşımaktadır. Lara, Jivago’nun dizelerinde hem bir kadın hem de özgürlüğü temsil etmektedir. 



Her mısra, bireyin duygusal alanını daraltan rejime karşı bir nefes alma çabasıdır.

Filmde rejim, karakterlerin hayatlarını doğrudan etkileyen ama görünmeyen bir güç olarak işlenirken, bürokrasi, aşkı ve sanatı bastırmak için bir araçtır.

Jivago’nun Moskova’daki evi, rejim tarafından yoksul ailelere bölüştürülür; bu sahne, bireysel alanın yok edilişini simgeler.

Komarovsky gibi karakterler, rejimin pragmatik ve fırsatçı yüzünü temsil ederken, Strelnikov ideolojik fanatizmin karanlık tarafını yansıtır.

Jivago’nun Tonya’ya olan sadakati ile Lara’ya duyduğu tutku arasında sıkışması, bireyin duygusal karmaşasını yansıtır.

Film boyunca aşk, bir kaçış değil; bir direniş biçimi olarak sunulur. Lara ile yaşanan ilişki, hem kişisel hem de ideolojik bir başkaldırıdır.


 BONAPARTİZM: TARİHTEN GÜNÜMÜZE OTORİTER HALKÇILIK

            fotoğraf: https://www.neleroluyo.com/bonapartizm-nedir

Nevin BİLGİN 

Bonapartizm, yalnızca Napolyon Bonapart’ın Fransa’daki iktidarıyla sınırlı bir dönemsel fenomen değildir. Tarih boyunca, parlamenter sistemlerin zayıfladığı, sınıflar arası mücadelelerin tıkanma noktasına geldiği ve halkın güçlü bir figüre yönelme eğiliminde olduğu dönemlerde benzer siyasal rejimler tekrar tekrar ortaya çıkmıştır. Karl Marx’ın 1852 tarihli Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı eseriyle teorik çerçevesi çizilen Bonapartizm, halk desteğini arkasına alarak meşruiyet kazanan, ama bu desteği otoriter bir rejim inşa etmek için kullanan kişisel iktidar biçimlerini açıklamakta hâlâ önemli bir kavramdır.

Napolyon Bonapart ve Kurucu Model

Bonapartizm’in isim babası olan Napolyon Bonapart, 1799’da 18 Brumaire Darbesi ile Fransa’daki devrim sonrası kargaşaya son verdiğini ileri sürerek iktidarı ele geçirmiştir. 1804’te kendini imparator ilan eden Napolyon, halkın rızasını plebisitlerle (halk oylamalarıyla) alarak gücünü meşrulaştırmış, ancak bu halk desteğini mutlak bir monarşiye dönüştürmüştür.





Louis-Napoléon Bonaparte: İkinci Dalga

1848 Devrimi sonrası cumhurbaşkanı seçilen Louis-Napoléon Bonaparte, 1851’de yaptığı darbeyle ikinci imparatorluk rejimini kurmuştur. Bu olay, Marx’a göre burjuvazi ile proletarya arasındaki güçsüzlük durumunda ortaya çıkan "yapay bir denge" rejimini temsil etmektedir. 

Karl Marx, 18 Brumaire’de Bonapartizm’i, sınıf mücadelelerinin çözümsüz kaldığı, burjuvazinin doğrudan iktidara talip olmak istemediği durumlarda devletin göreli özerklik kazanarak bir diktatör figüründe somutlaşması olarak tanımlar. Bu durumda lider, halkın genel çıkarlarını temsil ettiğini iddia eder; ama gerçekte sınıf egemenliğini sürdürmenin yeni bir biçimini yaratır.

Marx’ın tanımına göre Bonapartist lider:

·Halk desteğini manipüle eder

·Devleti sınıflar üstü sunar

·Orduya dayanır

·Parlamento ve hukuk devleti gibi kurumları etkisizleştirir

Bu yönetimlerin ortak özelliği, 

Karizmatik Liderlik ve Kişi Kültü: Lider, ulusun kurtarıcısı ve birleştirici simgesi olarak sunulur.

Halkçı Retorik – Elit Karşıtlığı: Lider, kendini halkın gerçek temsilcisi olarak tanıtırken, geleneksel siyasal kurumları bozguncu ve çıkarcı ilan eder.

Ordu ve Zor Aygıtlarına Dayanma: Devlet aygıtı ve askerî güç, rejimin temel dayanağı haline gelir.

Parlamenter Sistemlerin Aşılması: Seçim ve temsil mekanizmaları ya işlevsizleştirilir ya da sadece meşruiyet için araçsallaştırılır.

Devletin Sınıflar Üstü Gösterimi: İktidar sınıf çıkarlarını değil, “ulusal birliği” temsil ettiğini öne sürer.

İtalya Örneği

Bonapartizm’in bir başka güçlü yansıması İtalya’da Benito Mussolini’nin iktidarıyla görülür. Mussolini, 1922’deki Roma Yürüyüşü ile iktidarı fiilen ele geçirmiş, parlamenter sistemi devre dışı bırakmış ve "Il Duce" (Lider) olarak kişi kültüne dayalı bir faşist rejim kurmuştur.

Mussolini Rejimi’nin Bonapartist Özellikleri:

·Karizmatik liderlik: Halk, Mussolini’nin şahsında ulusun yeniden doğuşunu görmeye yönlendirilmiştir.

·Halkçı ama otoriter söylem: Parlamento işlevsizleşmiş, halk iradesi sadece rejimin meşruiyeti için kullanılmıştır.

·Ordu ve Kara Gömlekliler: Rejim, devlet şiddetini ve paramiliter güçleri sıkça kullanarak ayakta durmuştur.

·Sınıflar üstü devlet söylemi: Faşizm, ne sosyalist ne kapitalist olduğunu iddia etmiş, ulusal birlik söylemiyle sınıf çatışmasını bastırmıştır.

Mussolini’nin rejimi, ideolojik olarak faşizm temelinde şekillense de uygulama açısından Bonapartizm’in pek çok yönünü yansıtmaktadır.

Modern Yansımaları

Bonapartizm modern dünyada doğrudan bu adla anılmasa da, birçok popülist ya da otoriter liderlik biçimi bu çizgiden izler taşır. Örneğin:

Silvio Berlusconi (İtalya):

·Medyayı yoğun şekilde kontrol etti

·Halkla doğrudan ilişki kurdu

·Yargı ve parlamento kurumlarını zayıflattı

·Kendisini "halkın sesi" olarak sundu

Kaynakça: 

https://www.marxists.org/archive/trotsky/germany/

https://en.wikipedia.org/wiki/Silvio_Berlusconi?

https://www.theguardian.com/commentisfree/2023/jun/12/silvio-berlusconi-italy-rightwing-populism-trump

https://www.lemonde.fr/en/opinion/article/2024/11/13/there-are-similarities-between-silvio-berlusconi-and-donald-trump-two-emblematic-protagonists-of-the-populist-phenomenon


 ÇOCUKLAR ORDUSU, ÇOCUKLAR KASABASI VE KAZIM KARABEKİR

         fotoğraf: https://sosyalhizmetuzmanlari.com/genel/kazim-karabekir-ve-cocuk-davasi/

NEVİN BİLGİN

I. Dünya Savaşı ve sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu vilayetlerinde ortaya çıkan insani kriz, pek çok sivili ve özellikle çocukları doğrudan etkilemiştir. Savaş, göç, kıtlık ve tehcir gibi olaylar, binlerce çocuğun yetim veya sahipsiz kalmasına yol açmıştır. 

Bu koşullar altında 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’in, özellikle Kars, Erzurum ve civarındaki bölgelerde uygulamaya koyduğu sosyal projeler tarih yazımında “Çocuklar Ordusu” ve “Çocuklar Kasabası” olarak anılmaktadır.

Kazım Karabekir, doğu vilayetlerinde görev aldığı dönemde karşılaştığı sahipsiz çocuklara yönelik kapsamlı bir organizasyon oluşturmuştur. Bu organizasyonun temelinde, çocuklara sadece barınma ve beslenme değil, aynı zamanda eğitim ve mesleki beceri kazandırılması hedeflenmiştir. Projenin kapsamı içinde marangozhane, terzihane, matbaa, bando takımı gibi farklı birimler oluşturulmuş; çocukların bir kısmı askeri nizam içerisinde yaşamaya yönlendirilmiştir.

Toplum Mühendisliği Tartışmaları

Karabekir’in bu çocukları “subay gibi yetiştirme” söylemi, söz konusu projenin yalnızca insani yardım değil, aynı zamanda disiplin, üretkenlik ve toplumsal rol kazandırma amacını taşıdığını göstermektedir. Bu yönüyle proje, dönemin ulus inşa süreçleriyle de kesişen bir nitelik taşımaktadır. Ancak bunun tek yönlü bir kalkınma hareketi mi yoksa belirli bir ideolojik çerçevenin uzantısı mı olduğu tartışmalıdır. Yapılan çalışmaların bir çeşit toplum mühendisliği olduğu tartışmaları da yapılmıştır. 

     fotoğraf: Derintarih

Enver Emre Öcal’ın Yorumu: Doğu Politikalarıyla Gerilim

Enver Emre Öcal, Kazım Karabekir'in Eserlerinde Doğu Sorunu adlı eserinde,  projeyi merkezin doğu politikalarına alternatif bir örnek olarak değerlendirir. Öcal’a göre Karabekir’in yerel halkla kurduğu ilişki, Ankara merkezli modernleşmeci söylemlerden ve tek tipçi yurttaş modelinden kısmen ayrışmaktadır.

Ancak bu yorum, tarih yazımında farklı değerlendirmelere de konu olmuştur. Bazı araştırmacılar, Karabekir’in projelerini merkezin inşa ettiği “makbul vatandaş” modelinin yerel düzeydeki bir uygulaması olarak görürken; bazıları bu girişimleri devletin resmi politikasından bağımsız, bireysel bir çaba olarak tanımlar. Bu nedenle Karabekir’in girişimlerinin ideolojik konumlandırması hâlâ tartışmalı bir alandır.


Merkez-Taşra İlişkisi ve Siyasi Yansımalar

Karabekir’in çocuklara yönelik çalışmaları, dönemin siyasal ortamıyla da yakından ilişkilidir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluşu ve Karabekir’in bu partide yer alması, onun merkezle yaşadığı siyasi ayrışmanın bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak bu durumun “Çocuklar Ordusu” projesiyle ne derece bağlantılı olduğu doğrudan belgelerle ortaya konmuş değildir.

Dolayısıyla Karabekir’in Doğu’daki faaliyetlerini yalnızca siyasi muhalefetin bir parçası olarak okumak indirgemeci olabilir. Bu projeler aynı zamanda savaş sonrası travma koşullarında hayatta kalma, toplumsal yeniden yapılandırma ve yerel sorunlara çözüm arayışı bağlamında da değerlendirilebilir.

Kazım Karabekir’in “Çocuklar Ordusu” ve “Çocuklar Kasabası” projeleri, erken Cumhuriyet döneminde Doğu Anadolu’da yaşanan toplumsal sorunlara yönelik yerel ölçekte geliştirilen uygulamalar olarak bilinmektedir.  Bu projeler, hem bireysel bir askerin inisiyatifi hem de dönemin kalkınma anlayışı çerçevesinde okunmaktadır. 

Enver Emre Öcal’ın değerlendirmesi, Karabekir’in merkezi politikalar karşısındaki konumunu sorgulamak açısından önemlidir; ancak bu yaklaşım, tüm yorumları kapsayan tek bir görüş olarak kabul edilemez. Projenin insani, pedagojik ve siyasal boyutları, hem dönemin koşulları hem de tarih yazımı bağlamında çok boyutlu biçimde ele alınmaya devam etmektedir.

Karabekir, Sivas Kongresi'nin bitiminden hemen sonra İstiklal Savaşı hakkında kararlar alınırken, Doğu Bölgesi'nde Sarıkamış'ta Çocuklar Kasabası kurmuş eğitim kent meydana getirmiştir. Kasabada tiyatro oyunları dahi sergilenmiştir. 

Kaynakça: 

Öcal, Enver Emre, Kazım Karabekir'in Eserlerinde Doğu Sorunu

https://dergipark.org.tr/tr/pub/usdad/issue/55369/726370

https://www.fikriyat.com/galeri/tarih/kazim-karabekirin-sahip-ciktigi-yetim-cocuklar/6

https://sosyalhizmetuzmanlari.com/genel/kazim-karabekir-ve-cocuk-davasi/

https://www.akademiktarihtr.com/kazimkarabekir/

Karabekir, Kazım. Hayatım


17 Temmuz 2025 Perşembe

 YÜZEN BİR İLLÜZYON: CRUİSE GEMİSİYLE YOLCULUK


Siz de köpük partisine katılmayanlardan mısınız?






NEVİN BİLGİN 

Gemiye ilk adım, bir tatilden çok bir düzenin parçası olma hissi veriyor.

Sanki suyun üstünde yüzen dev bir şehirde yeni vatandaşlığa başlıyorsun.

Odanı bulmak için bayağı yürüyorsun.

Katlar arasında asansörle gezilebiliyor, her geçiş başka bir bölge, başka bir hayat: şık restoranlar, sessiz barlar, gürültülü çocuk havuzları. 

Bu bir mimari değil, bir sosyal harita gibi. Her mekan seni bir kimliğe sürüklüyor.



Daha ilk gün, konfor illüzyonunun altından güvenlik telaşı beliriyor. Herkes can yeleklerini giyiyor, nasıl bağlanacağı gösteriliyor. Turuncu yelekler içinde insanlardan oluşmuş bir koro gibi hissediyorsun.

Kimisi gülümsüyor, kimisi ciddi; ama hepsi o an sahneye çıkmış gibi poz veriyor. Fotoğraflar çekiliyor çünkü gerçeklik bile “anı” haline getiriliyor burada.

Ama reklamlar bunu söylemiyor. Cruise gemileri daima sabitmiş gibi sunuluyor. Oysa gerçekten sallanıyor. Hafif değil, bar tabureleri titreşiyor bazen, tabaklar dans ediyor. Bazıları baş dönmesini zarafetle saklıyor, bazıları açıkça midesine yeniliyor. 

En güçlü yanı, insanı uyutur gibi yaparak teslim alması; yatağa uzandığında okyanusun ritmi seni içine alıyor, ne geçmişi ne bugünü düşünüyorsun. Uyku değil,  bir teslimiyet.

Gemide alışveriş de var.  "Duty Free" tabelaları cezbedici ama fiyatlar gökyüzünden düşmüş gibi. 

Kumarhane ise sessiz bir gerçeklik.

Broşürlerde görünmez ama içeride jetonlar yankılanıyor. Paranın değil, ihtimalin peşinden koşan insanlar dolu.

Yemek salonları ayrı bir evren. Bazıları şık ve sessiz, çatallar bile kibarca hareket ediyor. Diğerleri gürültülü, hızlı, kimliksiz.

Tabakta başlıyor rol değişimi; “aç turist” kimliğinden “elit tatilci”ye geçiş, bir garsonun yüz ifadesinde tamamlanıyor.

Kaptan köşkünde ise teknolojiyle insan arasında tuhaf bir denge kuruluyor. Dalgalar değil, veriler yönlendiriliyor. Kokteyl tercihleri, alışveriş eğilimleri, harcama alışkanlıkları geminin rotası kadar yolcunun davranışı da bir algoritmayla ilerliyor.



Sonra bir anons duyuluyor, Rus Revüsünden, köpük partisine uzanan.  

Bu gemi bir tatil değil; görünmeyen emeklerin, yüzeysel zevklerin ve dijital gözlemlerin birleştiği bir sahne. Gerçeklik, lüksün perdesinin arkasından başını uzatıyor; bazen bir sarsıntı oluyor, bazen bir boş bakış. Ama mutlaka var.


Kimisi için muhafazakar cruise turu bile mevcut...


Ama Yunan Adaları turları gibi turlarda botlara binip kıyıya inebileceğinizi unutmayın.

Ve aklınıza sürekli gelen yangın, batma, bulaşıcı hastalık vs gibi kabus düşünceleri de sık sık bastırmayı da unutmuyorsunuz.


 BAUMAN'IN GÖLGESİNDE TÜRKİYE'NİN BETON TUTKUSU

Akışkan Modernlik Kavramı ve İnşaatla Terapi 

Evler artık yuva değil gösteri alanı




Nevin BİLGİN 

Türkiye’de bir kesim insan için hayat neredeyse üçe bölünmüş durumda: Yeni ev bakmak, evi yenilemek, ya da yapılan yenilikleri başkalarına göstermek. Bir başka deyişle: Tadilat, taşınma ve teşhir. Sürekli “daha yeni,” “daha geniş,” “daha ferah” bir alanın peşinde sürüklenirken, aslında kendi içsel evimizi yıkıntılar arasında bırakıyoruz. Salon genişledikçe, ruh daralıyor. Balkon büyüdükçe hayaller küçülüyor. Ve o sıfır daire aslında içimizdeki boşluğu örten yepyeni bir duvar daha oluyor.

Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernlik” kavramı, bu durumu anlamak için güçlü bir anahtar sunuyor. 

Bauman’a göre günümüz modernliği “katı” değil, “akışkan”. Yani artık hiçbir şey sabit değil; ne kimlikler, ne ilişkiler, ne de mekânlar. 

İnsanlar sürekli hareket ediyor, tüketiyor, değiştiriyor. Kalıcılık yerini geçiciliğe bırakıyor. Ev bile artık bir “yuva” değil, bir “gösteri alanı.” 

İçinde huzur değil, başkalarının onayını aradığımız dekoratif bir vitrin.



İstanbul’un yeni gelişen bölgelerinde ya da Anadolu’daki orta sınıf mahallerinde sıkça duyulan cümleler hep benzer:

— “Balkonu büyük mü?”

— “Güneş alıyor mu?”

— “Misafir gelince ayıp olmasın.”

— “Çocuk olursa bir oda daha lazım olur.”

Tüm bu söylemlerin arkasında, aslında statü inşa etmek için kullanılan bir araç var: Ev. Bauman’ın deyimiyle, “Modern birey, kimliğini sabit bir yapıdan değil, tüketim tercihlerinden inşa eder.” 

Bu tüketim, artık sadece kıyafet ya da otomobil değil; ev de bir kimlik öğesi. 

İyi bir mutfak dolabı, iyi bir ebeveyn banyosu, iyi bir eş adayı bulmakla eşdeğer hale geliyor. Kadının modern hayattaki rolü bile burada devreye giriyor: Mutfağın düzeni, evin estetiği, adeta bir "ev hanımı sertifikası" gibi.

Ancak bu çabanın karşısında görünmeyen bir harabe yükseliyor: İçsel yıkım. 

İnsan kendiyle, geçmişiyle, travmalarıyla yüzleşmek yerine bu yıkımı sıvayarak örtmeye çalışıyor. 

Evi yeniliyor ama çocukluğundaki kırık sandalye sesleri hâlâ ruhunun içinde yankılanıyor. Parkeleri değiştiriyor ama yürüdüğü yol hâlâ eski. Bu yüzden o yaldızlı salonlar, içsel yalnızlığın yankılandığı boş kutular gibi. 

Bauman, modern bireyin köksüzlüğünü şu sözlerle anlatıyor:

Modern yaşamın sunduğu şey, sabit bir kimlik değil, sürekli yeniden şekillenen bir görünüm repertuarıdır.”

Ve biz o görünümü mobilyalarla, mutfaklarla, sıfır banyo seramikleriyle yeniden ve yeniden kuruyoruz. Oysa ev değişince geçmiş değişmiyor. 

Bakın, ferah salonum var. Belki ben de iyileşmişimdir.

Türkiye'deki ev alma/tadilat/inşaat tutkusunu sadece ekonomik ya da kültürel kodlarla açıklamak eksik kalıyor. 

Bu durum aynı zamanda bireyin modern dünyadaki parçalanmış kimliğiyle, onay arayışıyla ve içsel boşlukla baş etme biçimi. Bauman’ın “akışkan modernlik” kavramı, sürekli dönüşen bu ev ve statü arayışının aslında kalıcılıktan ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. 

Asıl tadilat, asıl restorasyon, içimizde yapılmalı belki de, yoksa en gösterişli mutfakta bile aç kalabilir insan.


 ERKEK DADILIĞI: 

MODERN KADININ YENİ MESLEĞİ

"Ufal da cebime gir"


Nevin BİLGİN

Günümüzde kadınlar "ben modern kadınım" kıvamında gezse de yeni bir görev de üstlenmiş durumdalar. Erkek dadılığı. Erkeğin öz bakımını bile kadınlar yapıyor artık ve adları da modern kadın. 

Kadınlar partnerlerine artık anne, terapist, rehabilitasyon uzmanı, yaşam koçu ve hatta duygusal çamaşır makinesi gibi davranmak zorunda kaldığı gözlemleniyor. Bu durumun temelinde toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretilmesi, duygusal emeğin kadınlara yüklenmesi ve erkeklerin ilişkilerde çoğu zaman "yarım" bir birey olarak kabul edilmesi yatıyor.

Kadınlar Neden Dadılık Yapıyor

Sosyolog Arlie Hochschild’ın kavramsallaştırdığı “duygusal emek”, insanların iş ortamında ya da özel ilişkilerde başkalarının duygularını yönetmek ve düzene sokmak için gösterdiği çaba anlamına geliyor. 

Hochschild’e göre (1983), bu emek çoğunlukla kadınlar tarafından görünmez bir biçimde üstleniliyor. 



Erkek partnerin moralini yüksek tutmak, ona rehberlik etmek, duygusal krizlerini çözmek, hedeflerini yeniden belirlemek gibi görevler, kadınlar için adeta ikinci bir meslek.

Psikolog Dr. Alexandra Solomon bu durumu şöyle tanımlıyor:

Kadınlar, ilişkilerde sürekli olarak partnerlerinin duygusal enkazını toparlamakla meşgul. Erkeklerle evlenmiyorlar, adeta birini yetiştirmek üzere hayatlarına alıyorlar.

Kadınların Çırağı Erkekler

Kadınların çoğu zaman sevgililerini eğitmeye çalıştığı; empati kurmayı, öz farkındalık geliştirmeyi, özür dilemeyi öğretmeye çabaladığı görülüyor. 

Sosyolog Jessica Valenti’nin Sex Object adlı kitabında bu tür ilişkilerde kadınların “rehabilitasyon merkezi” gibi davrandığını vurguluyor:

Erkeği daha iyi birine dönüştürmeye çalışmak, ilişki değil emek sömürüsüdür.”

Modern ilişkilerde kadınların, partnerlerinin yaşam planlarını yapılandırmaya çalışması, onların ailesiyle bağ kurmasından öz bakımına kadar pek çok konuda yönlendirme yapması, aslında kadının kendi yaşam enerjisinden sürekli ödün vermesi anlamına geliyor.


Kadınlar Neden Yapıyor?

Psikoterapist Esther Perel’e göre kadınların bu görevi üstlenmesinin arkasında hem tarihsel hem psikolojik nedenler yatıyor:

Kadınlar, ilişkiyi ayakta tutmanın ve duygusal bağ kurmanın kendilerine düşen bir görev olduğuna inanarak büyüyorlar. Partnerlerinin eksik yanlarını onarmayı sevgi sanıyorlar.

Tabii bu konuda çıkar ilişkileri de devreye giriyor çoğunlukla. 

Buna bir de toplumsal normlar ve medya temsilleri eklendiğinde, kadınlar kendilerini bir tür duygusal bakım işçisi gibi konumlandırıyor. Popüler kültür, kadının sabırlı, affedici, anlayışlı ve öğretici olması gerektiğini sürekli yeniden üretiyor.

Kadının Sessiz Yorgunluğu

Bu durum, birçok kadında tükenmişliğe ve hatta depresyona yol açabiliyor. Psikolog Dr. Jennifer L. Taitz, New York Times’ta yayınlanan yazısında şunları ifade ediyor:

Kadınlar ilişkide yalnız kaldıkları hâlde ilişkiyi sürdürüyor. Partnerleriyle birlikteymiş gibi ama aslında partnerlerinin tüm duygusal yükünü tek başlarına taşıyorlar.


"Kadınlar kendilerini "sevgili" olmaktan çok bir "koç", "öğretmen" ya da "annelik figürü" gibi hissediyor. Oysa ilişkilerde bireylerin kendi gelişim sorumluluklarını üstlenmesi gerekir. Aksi takdirde bir ilişki değil, bir “yetiştirme programı” yaşanır" görüşünü dile getiriyorlar. 

Kadınların erkek partnerlerini “insan etmeye” çalışması, hem kadının potansiyelini bastırıyor hem de ilişki dinamiklerini sağlıksız hâle getiriyor. Sevgi adı altında kadına yüklenen bu bakım emeği, aslında gizli bir kölelik biçimi. Modern kadın, özgürleştiğini sanırken duygusal sömürüye uğruyor. 

Kaynakça: 

https://www.washingtonpost.com/wellness/2024/03/27/emotional-labor-relationships


https://openjournals.maastrichtuniversity.nl/MJLA/article/view/600?utm_source


https://www.adelaidenow.com.au/lifestyle/what-is-mankeeping/news-story/654c3dbd572f998327b342e1b1c63671?utm_source


https://dergipark.org.tr/tr/pub/ktc/issue/84919/1402768


https://dergipark.org.tr/tr/pub/ktc/issue/84919/1402768


https://www.instagram.com/reel/DLXhapNv96F/


13 Temmuz 2025 Pazar

 TEZGAH GİBİ EVLER: YEŞİLYUVA’DA KADINLARIN EMEĞİYLE DİKİLEN AYAKKABILAR



Nevin BİLGİN

Bir zamanlar siyah ruganların, kahverengi köselelerin, gri klasiklerin hüküm sürdüğü vitrinlerde artık başka bir hikâye var. Denizli'nin Yeşilyuva Mahallesi’nde, ayakkabı yalnızca bir giyim eşyası değil; bir yaşam biçimi, bir geçim yolu, bir direniş biçimi hâline gelmiş.

Üstelik bu hikâyenin başrolünde çoğunlukla kadınlar var.

Evlerin alt katları küçük birer atölyeye dönüşmüş. Bir yanda yemek kokusu yükselirken, diğer yanda dikiş makinelerinin tıkırtısı işitiliyor. Bu evler artık sadece yaşamak için değil, üretmek için de var. Tezgâh gibi çalışan bu hanelerde kadınlar, hem evin içini hem de sokağın yüzünü değiştiriyor.

Eskiden erkekler için dikilen kösele ayakkabıların yerinde şimdi rengârenk bez ve spor ayakkabılar var. Moda, Yeşilyuva'nın dar sokaklarına kadar ulaşmış ama burada başka bir şeye dönüşmüş: Her çift ayakkabı, bir çift elin sabrıyla, emeğiyle, parmak uçlarında taşıdığı nasırla dikilmiş.

Kadınlar, dikme işlemi sırasında parmaklarını korumak için ellerini sargılarla koruyor. Bu sargılar, birer iş kazası önlemi değil sadece; aynı zamanda görünmeyen bir sabrın, yıllara yayılmış emeğin sessiz birer kanıtı.



Bu kadınlar, yalnızca ayakkabı dikmiyor. Aynı zamanda kendi ayaklarıyla bastığı toprağın da kaderini yeniden yazıyor. Çünkü o ayakkabılar, yalnızca giyilmek için değil, bir hayatı sürdürmek için üretiliyor. Her çift, bir çocuğun okul masrafına, bir mutfak alışverişine, bir hastane yolculuğuna, özellikle de kadınların kendisini güvende hissetmelerini sağlayan altın zincirlere, altın bileziklere dönüşüyor. 

Sokağın önüne kurulmuş küçük tezgâhlarda dizilmişler: Kimi kırmızı, kimi lacivert, kimiyse çiçekli bezden...  Bu ayakkabılarla sadece yürünmüyor; bu ayakkabılarla ayakta duruluyor.

Ve Yeşilyuva’da, sessizce ama inatla devam eden bu üretim, bize bir şeyi hatırlatıyor: Emek, bazen büyük fabrikaların içinde değil, bir mutfağın hemen yanında, çocuk seslerinin arasında, çamaşır ipinin gölgesinde doğar.


 DÜĞÜNLER VE MEVLÜTLER ARASINA SIKIŞAN HAYAT

KIRSALIN TAKVİMİ ÜÇ RENKTEN İBARET: DÜĞÜNLER, MEVLÜTLER VE KAHVEHANELER



Nevin BİLGİN

Kırsalın takvimi üç renkten ibaret: Düğünler, mevlütler ve kahvehaneler. 

Sosyalleşmenin, yaşamın ve hatta düşünmenin bile sınırları bu üçlü etrafında çizilmiş.

İnsan, çevresine çizilen bu çemberin dışına adım atamıyor. Dijital çağ gelse de, sanayi devrimi üzerinden birkaç yüzyıl geçmiş olsa da, zamanın ileriye aktığı yerlerde bile kafalar aynı kalmaya devam ediyor. Kıyafetler yırtmaçlansa, parlaklaşsa, daralsa da...

Bütün bu teknolojik ilerlemelere rağmen, Anadolu’nun pek çok köşesinde hâlâ sabah ezanı ile başlıyor gün, akşam düğün havasıyla bitiyor.

Ezgiler değişmiyor, ritüeller aynı. Müjganlı, Erik Dallı, Delalım... Nerede olursanız olun, aynı tef çalıyor, aynı zurna üflüyor. Bu tekrarın içinde insanlar, hayatlarını fark etmeden tüketiyor.

Çünkü başka bir dünya sunulmuyor onlara.Onlar da zaten başka bir dünyanın farkına varamıyor. 

Düğünler artık sadece birer tören değil, hayatın amacı haline gelmiş. Evlenmek, altın takmak, araba almak, fotoğraf çektirmek... 

Hepsi bir toplumsal mecburiyet gibi yaşanıyor. 

Sosyalleşmenin neredeyse tek meşru alanı hâline gelen düğünler, aynı zamanda ekonomik bir yük, gösteri alanı, hırs yarışı ve rekabet arenası olmuş. 



Mevlütler ise, ölümün ardından gelen sosyal boşluğu doldurma çabası. Hayatın başı ve sonu, aynı ritüelin farklı versiyonlarıyla süsleniyor. 

İkisi arasındaki boşluk ise ya kahvehanede okey masasında geçiyor ya da bir ekrana hapsolmuş dizilerle.

İnsan, ne yediğinin farkında, ne izlediğinin bilincinde. Sadece tüketiyor, sadece geçip gidiyor.  Ona sunulan özgürlük yalnızca seçim yapma özgürlüğü: Hangi gelinlik, hangi müzik, hangi dizi? Ama düşünme özgürlüğü değil.

Hayatın anlamı üzerine düşünmek yerine, başkasının hayatını izlemeye mahkûm edilmiş zihinler... 

Bir düğünden diğerine koşturan, bir taziyeden diğerine giden, sadece bunları görev bilinciyle günlük rutin gibi yerine getiren insanlar. 

Kendi varoluşunu dizi karakterlerinde bulmaya çalışan bir bilinç bulanıklığı... 

Bu yüzden sorulmalı: Gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece bir takvimden diğerine mi atlıyoruz?

Düğün ve mevlütler arasında, belki birkaç deniz tatili, birkaç AVM ya da bilmem ne kahvenesini içip, bilmem nerede bilmem ne yiyip paylaşmayla renklendirilmiş hayatlar... 

Sosyalleşme de çıkar amaçlı tabii ki. 

Ritüeller, tekrarlar, döngü. 

Döngüyü kırmak farketmekle başlar. 

İnsan, yaşadığı hayatın kendi seçimi olmadığını kavradığında, belki o zaman özgürlüğe dair ilk adımı atar.

Ve belki bir gün, düğünlerin gürültüsü azalır, belki bağırarak konuşanlar sakince konuşmayı öğrenir. Sessizlik başlar.  O sessizlikte insan, ilk kez kendini duyar.