4 Temmuz 2025 Cuma

 Eski Belediye Başkanının Emekli Maaş İsyanı

BAŞKANIN İSYANI

Milletvekili ve emekli milletvekili maaşlarına orantısız gelen zam belediye başkanı emeklisini bile çileden çıkardı.

1999/2004 yıllarında Afyon Belediye Başkanlığı yapan ve sonra emekli olan Hayrettin Barut o dönemde milletvekili emeklilerinin kendisinden bin lira fazla aldığını bugün ise kendisinin 64 bin lira alırken milletvekili emeklisinin kendisinin 3 katı maaş aldığını yazdı.

Barut'un yazısı şöyle:

*"ALEMİN HAMAMINDA, HANINDA, GÖZÜMÜZ YOK,HARMANLARI BOL OLSUN, BİLLAHİ SÖZÜMÜZ YOK."*


Dün açıklanan enflasyon verisiyle birlikte emekli ve memurların maaşında değişikliğe gidildi. Yapılacak artıştan milletvekili ve emekli milletvekilleri de etkilenirken, temmuz ayı itibarıyla alınacak yeni maaşlar belli oldu.


TÜİK, dün açıkladığı haziran ayı enflasyon verisini 1,37 olarak duyururken, SSK ve Bağ-Kur emeklisine verilecek 6 aylık enflasyon farkı da 16,67 olarak kesinleşti. 


Memur ve memur emeklisinin zam oranı yüzde 15,57 olurken, yapılacak artışlardan milletvekili ve emekli milletvekili maaşları da doğrudan etkilenecek. 


*Milletvekili maaşları değişti: İşte zamlı milletvekili ve emekli milletvekili maaşları"


VEKİL MAAŞI 229 bin 676 TL OLDU


Yeni zamla birlikte bakan maaşı 235 bin 527 TL olurken, milletvekili maaşları ise 229 bin 676 TL'ye çıktı. *Emekli milletvekillerine verilen aylıklar ise 149 bin oldu.* Halihazırda milletvekili olan ve emekli vekil aylığına hak kazanan kişiler ise toplamda 379 bin TL maaş almış olacak.


GELELİM MEVZUYA 

 

*2004-  yılında milletvekili emeklisi    6.013    maaş alıyordu ."


Şahsım Afyonkarahisar belediye başkanlık görevini tamamladıktan sonra 2004 yılının Ekim ayında  emekli oldum.


Emekli olduktan bir müddet sonra yapılan yeni düzenlemelerle il Belediye Başkanı emeklisiyle, milletvekili emeklisinin  maaşlarının arasında fazla bir fark yoktu.


Gelelim bugüne; bugün bir milletvekili emeklisi zamlı 149 bin lira maaş alacak iken, il Belediye başkanlığı yapmış bir şahıs emekli olarak 64.000 lira maaş alacaktır.


Aradaki fark uçurum halini almış , uçurum giderek de  derinlesmektedir.


Elazığ sevdalılarının dillerinden düşürmedikleri bir şiirin dörtlüğü şöyledir:


"Alemin hamamında hanında gözümüz yok,


Harmanları bol olsun billahi sözümüz yok ,


Bizim de hakk'a şükür değişik özümüz yok,


 Bizim ayakta hırik onlarınkinde galoş,


Gönüller aydın olsun ne fark eder ki gakkoş. "


 Evet, kimsenin maaşında, parasında, pulunda gözümüz yok. Allah daha da çok versin.!

Nihayetinde :Yüce Türk milletini temsil noktasındalar, yükümlülükleri ağırdır, bu milletin kaymak tabakasıdırlar.Ancak;

Devlet baba da Adil olmak mevcudiyetindedir.


Artık susmanın vicdanıma ağır geldiğini hissediyorum. Karşımızda büyüyen bir adaletsizlik var. Üstelik bu, kimsenin gözünden kaçacak kadar küçük değil. Her maaş artışında daha da büyüyen, daha da derinleşen bir uçurum.


Emekli olduğum yıl, milletvekili emeklisiyle aramızda ki küçücük fark giderek büyümektedir. Aynı memleketin, aynı devletin çatısı altında, hizmet etmiş insanlar arasında böyle bir fark olabilir diyorduk ama en azından makul bir düzeydeydi. 

Bugün, aynı iki kategoriye bakalım: Benim emekli maaşım 64 bin lira, bir milletvekili emeklisi 149 bin lira alıyor. Hâlâ görev yapan bir milletvekili ise tam 229 bin 676 lira maaş alıyor. Ve eğer hem emekli hem görevdeyse, bu iki maaşı birlikte alabiliyor. Yani aylık toplam gelirleri 378 bin liraya ulaşıyor.


Soruyorum şimdi: Bu adalet midir?


 Bu hakkaniyet midir?


Bir ülkede, “emekli” kelimesi bu kadar bölünür mü? 


Emekli emekli değil midir? 


Aynı çarşıdan alışveriş yapıyoruz, aynı faturalara maruz kalıyoruz, aynı sofraya oturuyoruz. Ama sofradaki payımız bu kadar farklıysa, bu nasıl bir kamu anlayışıdır?


Ben neyi eksik yaptım? Belediye başkanlığı yaptım, halka hizmet ettim. Bugün sokakta yürüdüğümde hâlâ “Allah razı olsun” diyen insanlar çıkıyor karşıma. Ama devletim, bana bir lütuf verir gibi maaş zammı yaparken, bazı kesimlere servet düzeyinde artışlar yapıyor. 

Emekli maaş artışlarındaki bu adaletsizliği içime sindiremiyorum.

Kimseye haset duymuyorum. Kimse aç kalsın istemem. Ama herkesin hakkı kadar yaşamasını, herkesin alın teri kadar değer görmesini isterim. Hele ki milletin vekili olanların, milletin halinden bu kadar uzaklaşmasını asla kabul edemem.


Bu sözleri kendim için de söylemiyorum yalnızca. Bugün pazarda fiyatlara baka baka eli titreyen, torununa harçlık veremeyen, ilaca, kiraya, hayata yetişemeyen milyonlarca emeklinin duygusunu taşıyorum yüreğimde.... 


*Bunu görmezden gelen herkes bilsin ki bu uçurum bir gün herkesin vicdanını sarsar.*

 

Bu bir çığlıktır, İnşallah siyaset kurumunda aktif görev yapan arkadaşlarımız duyarlar.!


Selamlar...


Hayrettin BARUT




PATPATIN SESİNE KULAK VERİN

Nevin BİLGİN 

Küçük bir kasabanın sabahında, güneş daha yeni yükselirken sokaklar alışılmadık bir sesle uyanır: "Pat,pat, aka-taka-taka..." . Elektrikli ise gayet sessizdir. 

Motorsa kafasınızı şişirir  sesler. Patpatlar bir motor sesi değil sanki, bir isyanın ritmi gibi. Patpat geçiyor. Sırtında üç çuval yem, bir bidon mazot, birkaç yaşlı kasnak, belki bir yanda çocuğu okula bırakacak, öte yanda pazara inecek yaşlı bir nine... Kimi zaman gelin giderken kullanılır, kimi zaman tarlaya, kimi zaman kahveye. Adı patpat ama işlevi minibüs, traktör, kamyonet, bazen taksi, bazen de ambulanstır.

Kırsalda ulaşım bir hak değil, bir mücadeledir. Otobüs yok, dolmuş günde iki kez geçer, o da öğle sıcağında ya da tam yağmur bastırmışken kaybolur. Şehirdeki gibi kartlı sistem, aktarma kolaylığı, indirimli tarife falan yoktur. Dolmuşta en kısa mesafe fiyatı bile oldukça yüksektir. 

Mazot ateş pahası, ama araba almak daha da imkânsız. Zaten alsan ne olacak? Motorlu Taşıtlar Vergisi, sigortası, lastiği, yağı, her biri ayrı bir kambur. Bir araca sahip olmak değil, onu yaşatmak pahalı.

İşte tam bu denklemde devreye girer patpat. Ruhsatsız ama ruh taşıyan, pratik ama her an tehlikeli, güvensiz ama vazgeçilmez bir araç. Çünkü bir başka alternatif bırakılmamıştır. Kimse hobi olsun diye patpat sürmez. Kimse çoluk çocuğuyla o gürültüde yolculuk yapmak istemez. Ama insanlar, “başka çaremiz yok” diyerek çıkar o yola. Çünkü kırsalda yol, bazen gerçekten yoktur.

Araba alacak para yok, olsa da benzin alacak bütçe yok. Benzin bulunsa da vergiye, tamire, sigortaya yetişecek nefes yok. İnsanlar artık araç almıyor, yük alıyor. Çünkü bu sistemde bir arabaya sahip olmak, ikinci bir işe daha sahip olmak demek. O yüzden insanlar daha az tüketen, daha az vergi isteyen, daha az masrafla daha çok işe koşan bir alternatif arıyor. Patpat da işte bu yokluk ikliminde yeşeriyor.

Ama patpat bir tercih değil, bir çığlık aslında. 

Tüm bu şartlarda o gürültülü motor sesi, aslında yoksulluğun ve yalnız bırakılmışlığın sesidir.

Ve biz her patpat geçtiğinde, biraz kulak tıkıyor, biraz da gözümüzü kapatıyoruz. Oysa mesele, bir aracı tartışmak değil; o aracın ortaya çıkmasına neden olan adaletsizliği görmek. Çünkü patpat, taşıdığı insandan çok, taşıdığı sorunu gösterir.


 OF, PUFF VE İŞ GÜCÜ

İŞ VARSA BİZ YOKUZ HALLERİ




Nevin BİLGİN 

Giderek büyüyen bir sektörümüz var: Göz devirmecilik. Bu ülkede artık bir işe başvurmak değil, bir işi gördürmek mesele. Bir yere giriyorsunuz, örneğin bir banka şubesine —öyle devlet bankası da değil, Denizbank Acıpayam Şubesi mesela— “bireysel müşteri temsilcisiyle görüşmek istiyorum” diyorsunuz, güvenlikçi gelip "şu anda bankada değil dışarı çıktı bekleyin birazdan gelir" diyor. 

Başka bir kamu binasında işiniz var diyelim ya ilgili kişi yok, ya sigara içiyor ya kahve içiyor işinin başında bulamazsınız. Meşgul, meşgulse de “şu an toplantıda”. Ama siz camın ardından onun o sırada kiminle kahve içtiğini, kaç şekerli olduğunu bile gözünüzle görüyorsunuz.

Of… Peki. Bir nefes alalım. Çünkü karşınızdaki çok meşgul. Derdi memleket değil elbette, sadece iş yapmak istemiyor.

Aynı tabloyu diyelim bir sigorta şirketinde görebiliyorsunuz. Anadolu Sigorta örneğin. Poliçeyi satana kadar herkes her gün arıyor, mesaj atıyor, “sigortanızın son 1 günü, unutmayın, biz buradayız” diyorlar. Poliçe kesildiği an? Telefon susar, e-posta düşmez, sigorta bitmiştir ama muhatap da bitmiştir. Ulaştığınız her numaradan “Ben bu konuyla ilgilenmiyorum” cevabı alırsınız. Sanki ilgili olan kişi hiç yaşamamış gibi, bir efsane gibi anlatılır.





İş varsa biz yokuz halleri

Peki bu isteksizlik, bu gönülsüzlük, bu “iş varsa biz yokuz” hali neden bu kadar yaygın? Bakkalda, belediyede, bankada, özel hastanede, devlet okulunda, çağrı merkezinde... Fark etmiyor. Gördüğümüz tablo aynı: Masanın arkasındaki görevli önce bir of çeker, ardından bir puf bırakır, sonra “Sistemde sıkıntı var” diyerek sizi bir hafta ileriye fırlatır.

Düşünün, sadece işini yapan birini gördüğünüzde “Ne kadar ilgililer!” deyip şaşırıyorsunuz. Çünkü normal olan anormal, nadir olan mucize sayılıyor. Halbuki yapılması gereken çok basit: İşini yapmak. Ama biz öyle bir dönemden geçiyoruz ki, çalışıyor gibi yapanlar çalışandan daha kalabalık.

Belki de asıl sorun şu: İnsanlar artık işini meslek değil, yük gibi görüyor. O yüzden karşısına gelen her vatandaşı da bir ek külfet olarak algılıyor. “Bu işi neden ben yapayım?” diye iç geçirenler, başkalarına “Siz bu işi başka şubeden halledin” diyebiliyor. Kibarca savuşturmanın bin bir yolu var. Ama hiçbirinde çözüm yok.

İşte tam da bu yüzden, ülkenin en büyük vergi kalemlerinden biri de "of-puff vergisi" olmuş durumda. Her işlemden önce bir iç çekme, her talepten sonra bir geri gönderme... Halbuki bu ülkenin en büyük ihtiyacı, iyi niyetle yapılan iş. Ne of’a ne puff’a gerek var. Sadece bir “buyurun” yeter.


Dans Bahane, Beden Sermaye

BEDENİN TİCARİLEŞMESİ VE ERKEKLERİN GARİP YENİ ŞEHVET DANSLARI



Nevin BİLGİN

Bir zamanlar erkek bedeninden beklenen şey belliydi: güç, otorite, sertlik, suskunluk. Sahnede olansa çoğunlukla kadındı; izlenen, arzulanan, estetik olan oydu. Ancak son yıllarda güney kıyılarında, neon ışıklar altında değişen bir şey var. Marmaris, Antalya gibi turistik merkezlerde sahneye çıkan erkekler, kadınsı kıvraklıklarla, erotik çağrışımlarla dans ediyorlar. Ama bu bir sanat arayışı değil. Bu, bedenin doğrudan bir ürüne, bir tüketim nesnesine dönüşme hikâyesi.

Sözde “dans” eden bu erkekler, izleyicinin şehvetini uyandırmak, alkışla değil parayla ödüllendirilmek üzere sahnedeler. Beden artık bir mesaj değil; bir meta. Kaslar, yağlı tenler, iç çamaşırına kadar soyulan figürler; bunların hepsi arzuyu tetiklemek için kurgulanmış. Ama işin tuhaf yanı şu: Toplumun uzun süre “erkekliğe” yüklediği mesafeli, soğukkanlı imge bu sahnelerde çözülüyor, çözülmekle de kalmıyor, ticarileştiriliyor.



Yeni Alan Erkek Bedeni

Kadın bedeninin yıllarca reklamlarda, kliplerde, podyumlarda bir süs ve satış unsuru olarak kullanıldığını biliyoruz. Ama erkek bedeninin bu şekilde açığa çıkarılması, toplumda hâlâ sancılı bir eşik. Çünkü burada yalnızca bir erotizm değil, erkekliğin tarifinin değişmesi var. Güç değil, çekicilik... Sertlik değil, şehvet... Ve bütün bunların karşılığında alınan: para.

Bu gösteriler, sadece eğlence değil; aynı zamanda erkek bedeninin metalaşmasına suskun kalan toplumun rızasıyla şekilleniyor. Kimi bu sahneleri alkışlıyor, kimi utançla bakıyor, kimi de müdahale ediyor. Ancak hepsi, o sahneye dikkat kesilmiş durumda. Çünkü o sahnede sadece dans edilmiyor; bir şey çözülüyor, bozuluyor, yeniden biçimleniyor.

Elbette dans etmek bir sanat, görsel bir sunu. Erkekler de dans edebilir tabii ki. Ama gündeme gelen danslar oldukça farklı. Daha önce pek türüne rastlanmayan cinsten. 

Bu danslar sanatın değil, şehvetin hizmetinde. Gösterinin amacı ne bedensel estetik, ne de kültürel anlatım. Amaç, arzuyu tetiklemek ve bedenin ticari değerini sonuna kadar sömürmek. Seyircinin bakışı bir müşteri bakışı; beğenir ya da değiştirmek ister. Dansçı artık bir birey değil; bir ürün, bir sunum, bir etiket. Kiminin üzerine içki dökülüyor, kimine banknot sıkıştırılıyor. Bu noktada artık sahnede insan değil, tüketime açılmış bir beden bulunuyor.

Şimdi de erkek bedeni pazara sunuluyor. 

Dans bahane, beden sermaye.

Erkek bedeninin bu şekilde sergilenmesi, kimilerine göre özgürlük, kimilerine göre yozlaşmadır. Ama her iki durumda da temel mesele şu: Neden her şey bedene dönüyor?

Sahne, sokak, sosyal medya... Her yerde insan, önce dış görünüşüyle, sonra bedeniyle var olabiliyor. İçerik değil, kabuk. Ruh değil, et. Düşünce değil, figür.

Ve özellikle genç erkeklerin bu tarz sahnelere yönelmesi; para kazanmak için bedenini sunmasının diğer boyutu da, para kazanmak...


3 Temmuz 2025 Perşembe

 TURANCILARIN YOL AYRIMI

İKİ AYRI YOL: TOGAN VE ENVER PAŞA’NIN FİKİR AYRILIKLARI

VE  BASMACI HAREKETİ


            fotoğraf. tarihistan (Basmacı Hareketi) 



NEVİN BİLGİN 

20. yüzyılın başlarında, Orta Asya'da ortaya çıkan bağımsızlık hareketlerini Basmacı Hareketi  olarak bilinen olay belirlemiştir. Basmacı Hareketi bir direniştir. Basmacı ismini Ruslar direnişlere "eşkiya" anlamında kullanmıştır. Bu direnişin içinde iki figürün yolları bir noktada kesişecek, sonra da ayrılacaktı: Zeki Velidi Togan ve Enver Paşa.

Birlikte Başlayan Mücadele

Zeki Velidi Togan, Bolşevik Devrimi’nin ardından Başkurt Özerk Hükümeti'ni kurmuş, Türk halklarının özgürlüğü için siyasi ve entelektüel bir mücadele vermeye başlamıştı. Ancak Bolşevik baskısı, onun da kaderini değiştirdi. Türkistan’a geçtiğinde karşılaştığı şey, parçalanmış ama dirençli bir halktı. Farklı liderlerin komuta ettiği Basmacı grupları, Sovyetlere karşı savaşıyordu.

Bu direniş ortamına, 1921’de Enver Paşa da katıldı. Osmanlı’nın eski Harbiye Nazırı, Türkistan’ı yeni bir dirilişin toprağı olarak görüyordu. Gözünde, tüm Türk halklarını birleştiren büyük bir Turan hayali vardı. Basmacılar onu büyük bir coşkuyla karşıladı. Bir zamanlar Cihan Harbi'ni yöneten komutan, şimdi onların saflarına katılmıştı.

                    Zeki Velidi Togan

Fikirlerin Çatışması

Ancak bu birleşme uzun ömürlü olmayacaktı. Togan ile Enver Paşa’nın yolları strateji, liderlik ve yöntem farkları nedeniyle ayrılacaktı.

Zeki Velidi, Enver Paşa'nın liderliğini eleştirerek şöyle demiştir:

“Enver Paşa’nın itirazdan hoşlanmadığını anladım. Herhalde fikrinden dönmeyecekti.”

Togan, merkeziyetçi ve otoriter bir liderliğin Basmacı gibi dağınık bir halk hareketi içinde sürdürülemeyeceğini biliyordu. Ona göre bu hareket, ancak yerel liderlerle kurulan denge politikaları ile başarıya ulaşabilirdi.

Enver Paşa ise daha farklı düşünüyordu. O, Basmacıları tek bir komuta altında toplamaya çalıştı. Yerel önderleri bir kenara bırakarak, doğrudan kendi liderliğini tesis etmek istedi. Bu durum, özellikle Togan gibi yapıya saygı duyan isimlerde tepki yarattı.

Jeopolitik Gerilimler

Togan, aynı zamanda Enver Paşa'nın varlığının uluslararası destek açısından zararlı olduğunu düşünüyordu. Batılı güçler, özellikle İngiltere, Enver'in geçmişte İttihatçı ve Alman yanlısı kimliği nedeniyle ona mesafeli duruyordu. Togan, böyle bir ortamda uluslararası meşruiyetin zedeleneceğini savunuyordu.

Enver Paşa için bu endişeler önemsizdi. O, idealleriyle hareket ediyor, bağımsız bir Türkistan ordusu hayal ediyordu. Ancak gerçekler daha katıydı: Sovyetler güçlüydü ve Basmacılar dağınıktı.

Ayrılığın Ardından

1921 sonlarına doğru, Togan ile Enver Paşa’nın yolları kesin olarak ayrıldı. Togan, Türkistan’dan ayrılarak Afganistan üzerinden Hindistan’a, oradan da Türkiye’ye geçti. Bilimsel çalışmalarına devam etti. Enver Paşa ise Belcivan’da Sovyetlerle girdiği bir çatışmada 1922 yılında öldürüldü.

Basmacı Hareketi, onun ardından çözülmeye başladı. Yerel liderler, Enver’in merkeziyetçi yöntemlerinden zaten rahatsızdı. Togan’ın öngörüleri doğru çıkmıştı: Hareket, kolektif akıl ve yerel denge olmadan uzun süre ayakta kalamazdı.

Bugünden Geriye Bakmak

Zeki Velidi Togan ve Enver Paşa, aynı amaca yürüyen ama farklı yöntemleri benimseyen iki öncüydü. Togan, strateji ve kültürel süreklilik üzerinden ilerlemeyi tercih etti. Enver Paşa ise romantik bir savaşçının tutkusu ile hareket etti. Bu ayrım, yalnızca bir liderlik çatışması değil, aynı zamanda fikirler ve tarih algıları çatışmasıydı.


Kaynakça: 

https://en.wikipedia.org/wiki/Enver_Pasha


https://www.youtube.com/watch?v=rLFjVIr24YA


https://dergipark.org.tr/tr/pub/asya/issue/71098/1110464


https://belleten.gov.tr/tam-metin/3649/tur



https://21yyte.org/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/enver-pasa-ve-turki-stan-i-sti-klal-hareketi/30386


https://www.dibace.net/uncategorized/zeki-velidi-togan-efsanesi/


chrome-extension://efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://tdkturkdunyasi.gov.tr/tam-metin-pdf/199/tur


Kösoğlu, Nevzat. Şehit Enver Paşa


EGE’DE BİR UNUTULMUŞLUK HİKAYESİ:  YEŞİLYUVA


NEVİN BİLGİN

Burası ne sınırda bir karakol köyü, ne de dağların ardında kalmış bir mezra. Burası Ege. Büyükşehir olan Denizli’nin Acıpayam ilçesine bağlı Yeşilyuva Mahallesi. 

Antalya’ya yalnızca bir saat, Pamukkale’ye 53 kilometre. Salda Gölü’ne komşu. Coğrafya rehberlerinde “gelişmiş bölge” sayılan bir coğrafyada, gelişmişliğin kıyısına bile yanaşamayan bir yerleşim.

Yeşilyuva, ne köy ne mahalle. Ne tarım yapılıyor, ne de eski sanayisi kalmış.İnsanlar emekli, yaşlılık, dul, yetim, engelli, yoksulluk aylıklarıyla ayakta kalmaya çalışıyor. 

Bir zamanlar belediyesi olan, kendi başkanını seçen bir yerdi burası. Ama 2014'te çıkan Büyükşehir Yasası’yla mahalleye dönüştü. 

Şimdi Denizli Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir mahalle görünümünde. Ama Büyükşehir Belediyesi'nin hizmetlerinden ne kadarını alabiliyor? 

En fazla alınan hizmet belki cenaze hizmetleridir. 

Yeni açılmış belediye park kafesi mevcut bir de.

Çöpleri alınıyor eklenirsek belli aralıklarla. Ancak yerleşim yerinin girişinde inşaat, çöp, sanayi atıklarının oluşturduğu çöp dağı eski bağ manzalarının yerini almış durumda. 

Dara düşen başvuracağı yer muhtarlık. Ne kadar yetebiliyor tartışmalı. 

Büyükşehir. Ama belediye otobüsü bile uğramıyor. Uğramıyor çünkü yol uzun, yol pahalı, zaman kıymetsiz. 

Sadece belli saatlerde çalışan o da akşam en fazla yazın saaat 20.00'ye kadar dolmuş var. 

Acıpayam’a gitmek 70 lira, geri dönmek bir 70 lira daha. Denizli’ye gidiş dönüş 240 lira. Büyükşehirde öğrenciler kartla indirimli binerken,65 yaş üzerindekiler, engelliler ücretsiz hizmet alırken...

Aile hekimliği var ama uzman olmadığı için insanlar yürümekte zorluk çekse de ilçeye gitmek zorundalar. Ama nasıl. Dolmuşun çalışmadığı saatlerde neyse gidecekler. Taksi yok tabii ki...

Üretim azalmış, pazarlar sönük. Domates bile büyükşehirden pahalı. İnsanlar eskiden kendi tarlasında yetiştirdiğini yerdi, şimdi marketin rafta kalmış ürününü almak zorunda. 

O marketlerden en ünlülüleri var iki tane. Onlar da kapanır diye çok korkuyorlar. 

Sağlık hizmetleri sınırlı; aile hekimi Denizli'den sabah geliyor ve 16.00'da gidiyor. 

Uzman doktor yok tabii ki. 

Oysa bazı ilaçlar için rapor gerekiyor, rapor için uzman, uzman için şehir… Şehir içinse zaman, para ve umut.

Çocuklar ilkokulu burada okuyor ama sonrası ya ilçe ya il. Sabahın erkeninde minibüse, akşamın karanlığında eve. Gençler iş için ya tekstil ya ayakkabı atölyelerinde. Düşük ücret, belirsiz sigorta. 

Mezarlıklar bile sahipsiz. Çeşmelerden su akmıyor, otlar diz boyu. Çöplerin toplanmasına bile "şükrediliyor". Mezarlığın dışında bir su saati...

Devasa büyük camiler yapılmış yüzlerce kişiyi alacak. 11 cami var bu mahallede. Büyük minareli, gösterişli. Ama cemaati yok. 

Kiminde kilit, kiminde sadece rüzgârın uğultusu. Ezan sesi var ama cemaat yok. Caminin ışığı yanmıyor artık; tıpkı buradaki hayat gibi. Terk edilmiş bir kutsallık hissi var dört bir yanda. Mabedine gitmeyecek kadar yorgun, dua etmeye mecali kalmamış bir halk...

Satılık bina ilanları sağlı sollu...Terkedilmiş evler. Göçün savaşında yıkılmış çoğunluğu. 

Hep derler ya: Doğu geri kalmış, Doğu mağdur. Ama burada, batının ortasında bir başka unutulmuşluk yaşanıyor. Ne dağ başı burası ne uçsuz bucaksız bir ova. Ege'nin göbeği. Fakat devletin, hizmetin, insanca yaşamın çok uzağı.

Yeşilyuva bir coğrafi tanım değil artık. Bir hayal kırıklığı. Türkiye’nin kırsal politikalarının, merkezin çevreye bakışının sessiz bir özeti. Tabelası mahalle, gerçeği ise ortada kalmışlık.

Bazen haritada çok yakın olmak, insana daha da uzak düşmek demekmiş.